İşçi sınıfı sahneye çıkmalı! Hepsi gitmeli! Çözüm İşçi-emekçi hükümeti!
Eğer halkın isyanını oluşturan güçler, burjuvazinin iç çatışmalarının dışında bağımsız bir odak oluşturamazsa isyanın yarattığı büyük potansiyelin hâkim sınıfların kamplarından birinin peşine takılarak heba olması kaçınılmaz görünmektedir. Dolayısıyla, yaşanan süreç tüm yönleriyle doğru bir şekilde kavranmalı, çatışan güçler ve temsil ettikleri çıkarlar deşifre edilmeli ve bu temelde bağımsız bir politik hat oluşturulmalıdır.
Gezi ile başlayan halk isyanı Türkiye siyasetinde taşları yerinden oynatmıştır. Her ne kadar halk isyanının ilk yükseliş dalgası sona ermişse de halk isyanının yarattığı büyük basıncın hakim sınıflar arasındaki çatlakları derinleştirdiği görülmelidir. Bugün Türkiye’yi derinden sarsan yolsuzluk ve rüşvet skandallarının arka planı öncelikle bu şekilde okunmalıdır. Bununla birlikte söz konusu operasyonlar halk isyanının ilk dalgasının geri çekilmekte olduğu bir döneme denk gelmiştir. Eğer halkın isyanını oluşturan güçler, burjuvazinin iç çatışmalarının dışında bağımsız bir odak oluşturamazsa isyanın yarattığı büyük potansiyelin hâkim sınıfların kamplarından birinin peşine takılarak heba olması kaçınılmaz görünmektedir. Dolayısıyla, yaşanan süreç tüm yönleriyle doğru bir şekilde kavranmalı, çatışan güçler ve temsil ettikleri çıkarlar deşifre edilmeli ve bu temelde bağımsız bir politik hat oluşturulmalıdır.
Operasyonun kapsamı
Operasyonun üç ayağı olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ismi etrafında yoğunlaşmaktadır. İran’dan alınan doğalgaz karşılığındaki ücret İran’ın Halkbank’taki hesaplarına yatırılmış, daha sonra bu para altına çevrilerek önce doğrudan sonraları ise Dubai üzerinden İran’a taşınmıştır. Rıza Zarrab denen Azeri/İranlı (cemaatçi medyanın bu kişiden İranlı olarak bahsetmesi ilginçtir) bu süreçte operasyonel bir rol üstlenmiş, haksız kazanç sağladığı gibi rüşvet çarkının dönmesinde merkezi konumda bulunmuştur.
İkinci ayak TOKİ ve imar yolsuzluklarıdır. Her ne kadar Ali Ağaoğlu’nun alındığı operasyon ayrı bir soruşturma olarak gösterilse de konusu açısından Fatih Belediyesi, Taşyapı İnşaat, TOKİ ve Emlak Konut A.Ş.’nin karıştığı yolsuzluklar aynı alanda gerçekleşmiştir. Bu alan 10 yıllık AKP iktidarında ekonomik büyümede önemli bir yer tutan ve AKP’nin kendine yakın sermaye gruplarına olanaklar sağlamasında başat rol üstlenen inşaat sektöründe olması anlamlıdır.
Bu ikinci ayağın içinde Ali Ağaoğlu’nun Bakırköy’deki projesi ile ilgili olarak ve buna ek olarak özellikle Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir üzerinden Erdoğan’ın oğlu Bilal ve Sümeyye Erdoğan’ın yöneticisi olduğu TÜRGEV vakfı aracılığıyla soruşturmaların doğrudan Başbakan’a ulaşma potansiyeli bulunuyor. Erdoğan Bayraktar’ın istifası sırasında “soruşturma dosyasında var olan ve yasalara uygun olarak onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü sayın başbakan'ın talimatıyla yapılmıştır” demesi ve başbakanı istifaya davet etmesi, bu potansiyeli son derecede güçlendirmiştir!
Nihayet üçüncü ayak olarak TCDD ihalelerinin doğrudan Bilal Erdoğan’ın ortağı olduğu şirketlere uzanan boyutları olduğu söylenmektedir ve soruşturmacı savcıların, başsavcı ve emniyetle karşı karşıya gelmesinden ve polisin gözaltı talimatlarına direnmesi bu yönde bir kanaati güçlendirmektedir.
Operasyonun anlamı
Operasyonun üzerinde yürüdüğü iki ayak yaşanan sürecin siyasi boyutları hakkında da fikir vermektedir. Bu boyutlardan ilki AKP hükümetinin başta ABD olmak üzere Batı emperyalizmi ve Siyonizm ile çelişki içinde bazı politikalar izlemesi ile ilgilidir; diğeri ise AKP’nin burjuvazi içinde esas olarak desteğini aldığı ve kayırdığı MÜSİAD’a karşı TUSKON ve TÜSİAD’ın bir ittifak kurmuş olmasıdır. Cemaat ve Erdoğan arasındaki kavganın Batıcı-laik burjuvazi ile İslamcı burjuvazi arasındaki iç savaşta safların yeniden tanımlanması bağlamına oturduğu görülmektedir.
Biraz daha yakından bakıldığında Batı emperyalizmi ile AKP hükümetinin yaşadığı çelişkide Suriye ya da Mısır gibi meselelerin değil de İran’da ambargonun fiilen delinmesinin öne çıkması bu saflaşmada daha aktif unsurun ABD’deki Cumhuriyetçiler ve Siyonistler olduğuna işaret etmektedir. Zira Türkiye’nin fiilen İran ambargosunu delmesi daha önce ABD Temsilciler Meclisi’nde Siyonist lobi AIPAC’ın girişimleri ve Cumhuriyetçi isimlerin başını çektiği 47 milletvekilinin soru önergesiyle gündeme getirilmişti. Son dönemde ise Obama yönetiminin İran’da Ruhani’nin yeni ılımlı iktidarı ile İran’ın nükleer programı ile ilgili kurduğu diyalog başta İsrail olmak üzere Cumhuriyetçiler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Ancak her ne kadar bugüne kadar daha uyumlu bir görüntü çizseler de Demokrat Partili Obama yönetiminin de özellikle Kerkük petrolleri ve Çin füzelerinin alımı ile ilgili Erdoğan ve Davutoğlu çizgisiyle ters düştüğü hatırdan çıkarılmamalıdır.
Dolayısıyla burjuvazinin iç savaşının bu muharebesinde ABD içindeki Cumhuriyetçi kanadın ve Siyonizmin daha aktif biçimde operasyonu desteklediği, bunun yanı sıra ABD’de AKP iktidarına karşı genel bir hoşnutsuzluğun da etkili olduğu görülmektedir. Bu durum bir süredir işaret ettiğimiz “Amerikancı iktidara karşı Amerikan muhalefeti” (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/amerikanci-iktidara-karsi-amerikan-muhalefeti)tezimizi desteklemektedir. Zira AKP iktidarı tüm çelişkilerine rağmen dış politikasını köklü biçimde emperyalist ve Siyonist çıkarların çizdiği çerçevenin dışına çıkarmamıştır. Bugün de Erdoğan, ABD ve İsrail karşıtı tüm retoriğine rağmen Batı emperyalizmi ile ciddi şekilde ters düşmemeye gayret göstermektedir. Erdoğan’ın, Amerikan muhalefetinin tesisinde aktif bir rol oynayan ABD Büyükelçisi Ricciardone’yi hedef alan çıkışlarını (Ricciardone’nin 17 Aralık günü bir grup AB Büyükelçisi ile yemek yediği ve onlara “bir imparatorluğun çöküşünü izliyorsunuz” dediği iddia edilmiş, bu iddia büyükelçilik tarafından yalanlanmıştı) bir anda geri çekmesi ve AKP yanlısı medyanın da konuyu unutturmaya yönelmesi tipik bir örnektir.
Yaşanan sürecin TÜSİAD yönetimine Memduh Boydak gibi Fethullahçı patronların alınmasından beri işaret ettiğimizi yeni bir saflaşmaya denk düştüğü de açıktır. Burjuvazinin gerilim düzeyi iniş çıkışlar göstermekle birlikte süregiden iç savaşında TÜSİAD ile cemaatçi TUSKON bir ittifak içine girmiştir. Operasyonların ardından üç büyük sermaye örgütünden de açıklamalar yapılmıştır. TÜSİAD kaygılarını belirtmiş, olan biteni “vahim bir tablo” olarak nitelemiştir. TUSKON başkanının özellikle Suriye bağlamında AKP’nin dış politikasını eleştirmesi, Suriye’nin eski güzel günlere dönmesini istemesi ve “Avrupa’yı hiçbir şekilde ihmal etme, küçük görme, küçümseme lüksümüz yok” şeklindeki çıkışı Batıcı laik burjuvazinin ana gövdesine yakınlaşma olarak kavranmalıdır. MÜSİAD başkanı ise adeta bir AKP’li gibi konuşmaktadır. Operasyonların ekonomiye darbe vurduğundan şikayet etmektedir. MÜSİAD Başkanı Opak: "İddiaların yayılması ile dolar 2,098 ile tavan yaptı. Borsada yüzde 7,5 a varan gerilemeler görüldü. Gösterge tahvil faizi 0,8 puan artarak yüzde 9,6 'ya dayandı. Bu faiz artışı bile ekonomimize 8 milyar liralık ek yük getirdi. Kendi mecrasında yürüyecek adli operasyonunun ülke ekonomisine yansıması böyle mi olmalıdır? Bu durumu anlayamıyoruz, doğru bulmuyoruz."
Cemaat ve Erdoğan arasındaki çelişkiler yeni ortaya çıkmamıştır. Sadece son olayla birlikte kılıçlar ilk defa bu kadar sert biçimde karşılıklı olarak çekilmiştir. Buna en yakın örnek daha önce Hakan Fidan’ın cemaatçi savcılar tarafından tutuklanmaya çalışılmasında yaşanmış, ancak o raundu MİT Başkanı’na dokunulmazlık getirerek Erdoğan kazanmıştı. Bununla birlikte, “burjuvazinin iç savaşının iç savaşı” olarak tanımladığımız çatışmanın bundan ibaret olmadığını ve Mavi Marmara’dan başlayarak, cemaat basınında Erdoğan’ın Ergenkonculara taviz vermekle suçlanmasına uzanan, Gezi ile başlayan halk isyanına farklı yaklaşımlarda karşılık bulan, dershanelerin kapatılması tartışmasında doruk noktasına ulaşan bir dizi çelişkinin halk isyanının yarattığı basınç ve AKP hükümetinin zayıflamasıyla patladığı görülmektedir.
ABD’nin rolü
Sarsılan AKP iktidarının alternatifi Washington’da ve ABD Büyükelçiliğinde hazırlanmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun Ricciardone ile sıkı fıkılığı skandal boyutlarına ulaşmaktadır. AKP karşısında kurulan CHP (Sarıgül’lü Kılıçdaroğlu kanadı)-MHP-cemaat-TÜSİAD-TUSKON-TSK (henüz taktik nedenlerle suskun kalsa da TSK’nın bu safta olacağına kuşku yoktur) ittifakının ABD destekli olduğu açıktır. Bu cephe 28 Şubat ittifakının yeniden hortlamasıdır. Ancak bu cephe hiç de pürüzsüz ve yekpare değildir.
Özellikle daha önce de tespit ettiğimiz üzere cemaatin ABD ile çelişkisiz bir ilişki içinde olmadığı görülmeldir. Cemaatin yargı ve polisteki gücü ile yaptığı operasyonlar ABD ve İsrail çıkarlarına uygun sonuçlar doğurmaktadır. Ancak Cemaatin kendi özel çıkarlarını da gözetmekte olduğu ve özerk hareket etmekte olduğu da unutulmamalıdır. Daha önce Ergenekon ve Balyoz davalarında da cemaat başat bir rol oynamış ancak Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklandığı Oda Tv davasında cemaatin başına buyruk ve kendi özel çıkarlarını öne çıkaran operasyonlarının ABD’nin sert tepkisiyle karşılaşmış olduğu, bu yüzden Ricciardone ile Erdoğan’ın atıştığı hatırlanmalıdır.
Öte yandan, Fethullah Gülen’in ABD’de bulunan yakın elemanları daha önce FBI tarafından sorgulanmış, son operasyon öncesinde de 11 Aralık tarihinden başlayarak ABD’deki Gülen’e bağlı “charter” okullarında aramalar ve baskınlar yapılmıştı. Bu bağlamda Amerikan muhalefeti içinde ABD’nin güvenilir müttefiklerinin CHP ve TSK olduğu, cemaatin ise operasyonel gücüyle ön plana çıkmakla birlikte özellikle ABD’deki Demokrat Parti ile çelişki içerisinde olduğu görülüyor. ABD emperyalizmi başta Orta Asya’da olmak üzere cemaatin okullarında yapılan batı yanlısı misyonerlik faaliyetlerinden memnunsa da devletin yerleşik yapısını sarsıcı otonom hamlelerden hiç de haz etmemektedir. Son tahlilde ABD emperyalizmi Ortadoğu’da sadık bir cemaat değil, sadık bir devlet istemektedir.
Kürt sorunu
Burjuvazinin iç savaşının son operasyonlarla birlikte kazandığı yeni boyutta Kürt meselesinin de önemli bir yer tuttuğu görülmelidir. Daha önce Hakan Fidan olayının Oslo görüşmelerinden dolayı çıktığı biliniyor. Cemaat sürecin PKK ile müzakereler temelinde götürülmesine karşı çıkıyor. Aksi takdirde Kerkük enerji havzasını sömürgeleştimeyi amaçlayan Büyük Türkiye projesinde kendisine kapmayı planladığı parsayı kaybedeceğini düşünüyor.
Cemaat, TÜSİAD ve ABD, Büyük Türkiye projesini genel hatlarıyla destekliyor. Ancak bu güçler sürecin esas olarak kendi özel çıkarlarına tabi olarak yürütülmesini istiyorlar. Bu noktada Erdoğan’ın Kerkük’e yönelik hamlelerinde ABD’nin tüm telkin ve uyarılarına rağmen Irak merkezi hükümeti ile tam bir işbirliği içinde olmadan hareket etmesi de ABD’yi ciddi biçimde rahatsız ediyor.
Ancak son operasyonda İran’la ilişkiler ve inşaat sektörünün yanında Kürt sorununa özel olarak yönelen bir ayağın olmaması Kürt meselesinin yaşanan büyük depremde önemli bir fay hattı olduğu gerçeğini gözlerden saklamamalıdır. En azından AKP’nin yıpratılmasında ve kitle desteğinin altından çekilmesinde, AKP’nin Öcalan’la kurduğu diyalogun muhalifler elinde büyük bir koz olduğu unutulmamalıdır. Diğer yandan AKP’nin sıkışır sıkışmaz ilk satacağı unsurun da Kürt hareketi olduğu açıktır. Ancak bunu görmeyen BDP’nin Gezi’de olduğu gibi son operasyonda da AKP’ye karşı düşük bir profil sergilemesi, BDP’li vekil Nursel Aydoğan’ın AKP’nin yıpratılma çabalarından bahsetmesi, operasyonun zamanlamasına dikkat çekmesi, Hakan Fidan’ı savunması gibi durumlar Kürt hareketini ölümcül bir atalete sürüklemektedir. En son BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın sanki bugün en önemli konu bu imişçesine “Türkiye’nin derin, paralel, görünmeyen devlet dediğimiz ciddi yapısal sorunları” üzerinde durması da aynı doğrultuyu işaret etmektedir.
Sonuçlar ve olasılıklar
Son operasyonla birlikte sertleşen çatışmanın yakın gelecekte sönümlenmesi mümkün gözükmemektedir. Çatışmanın tarafları kavgayı geri dönülmez noktaya taşımışlardır. Cemaat açısından ilk hedef AKP’nin bölünmesidir. Operasyondan bir gün önce Hakan Şükür’ün partiden ayrılması semboliktir. İçişleri Bakanı’nın ve Ekonomi Bakanı’nın oğullarının tutuklanması son derece kritiktir. Bu tutuklamalar ile cemaat AKP’nin iktidar gücünü kalbinden vurnuştur. Böylece Cemaat “hükümetsin ama iktidar değilsin” mesajı vermiştir. Bu hamle ile AKP köşeye sıkışmıştır. Erdoğan şayet rüşvetçileri koruyacak olsaydı meşruiyet zeminini kaybedecekti. Bunun yerine, hedefte olanların “kellesini verdiği” görülüyor. Bakanların istifası bu anlama gelmektedir. Ama bu durumda da Erdoğan’ın çevresinde durmanın siyasi maliyeti artmaktadır. Erdoğan’ın siyasi aygıtını sevk ve idare yeteneği zayıflayacaktır. En dışarıdaki halkalardan başlayarak (İdris Bal, Hakan Şükür, Ertuğrul Günay, Haluk Özdalga, İdris Naim Şahin) içeriye doğru (Cemil Çiçek), nihayet en önemlisi Abdullah Gül olmak üzere, merkezkaç kuvvetlerin etkisi artacaktır. Erdoğan Bayraktar’ın istifa ederken Erdoğan’dan gelen baskıları kabul etmeyerek “milleti ve vatanı rahatlatmak için Başbakan Erdoğan’ın istifa etmesi gerekir” sözleri içeriye doğru gidildikçe bu merkez kaç kuvvetlerin ne kadar sarsıcı olabileceğine bir delalet olmuştur. Benzer bir etki MÜSİAD ve TUSKON arasındaki gri bölgede duran sermaye grupları için de geçerli olacaktır. Bu mevcut operasyonlarla birlikte, sermaye açısından da Koç ve Boydak’a yönelik vergi operasyonlarına karşıt bir etki oluşması anlamına gelmektedir.
Herkes yeni operasyonlar, kasetler ve skandalların patlak vermesini beklemektedir. Ancak hepsinden önce yıkıcı bir ekonomik krizin çıkması mümkündür. Şimdiden doların 2,09 seviyesine dayanması sermayenin korkulu rüyasını gerçek yapmaktadır. Boğazına kadar borca batmış özel sektör dolardaki her yükselişle daha da batağa saplanmaktadır. Kronik cari açık sorunu ekonomiyi bıçak sırtında tutmaktadır.
Burjuvazinin içindeki TÜSİAD ve TUSKON kanadı artık açıkça ve stratejik olarak Erdoğan’sız bir iktidar istiyor. Bu konuda ABD ve AB ile paralel bir pozisyondalar. Ancak bu doğrultuda yapılan girişimler ekonominin kırılganlığını ciddi biçimde arttırıyor. Nitekim Erdoğan ve AKP yönetimi de bu durumu muhalefet aleyhinde “istikrarı bozmak istiyorlar” savıyla kullanıyor.
Ekonomik krizi tetikleyecek unsuru bugünden kestiremeyebiliriz, ancak kapitalizmin bilimsel analizi bize krizlerin komplolardan değil sermaye birikiminin yapısal çelişkilerinden ileri geldiğini göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki olası bir ekonomik kriz de tam bu anlamda dünya kapitalizminin yaşadığı büyük depresyonun kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Nasıl dün 2001’de Ahmet Necdet Sezer’in anayasa kitapçığını fırlatması krizin nedeni değil sadece tetikleyicisi idiyse, yarın da ekonomik kriz hangi olayı takiben patlak verirse versin krizi yaratan bir bütün olarak burjuvazinin birikim ve kâr hırsından başka kural tanımayan kapitalizmin kendisi olacaktır. Dolayısıyla olası bir ekonomik krizde işçi ve emekçilerin bağımsız bir siyasal hat izlemesi elzemdir. Burjuvazinin iç savaşında kim galip gelirse gelsin ilk işi kıdem tazminatını kaldırarak, işçi simsarlığı bürolarını yerleştirerek, bölgesel asgari ücret uygulamasına geçerek krizin faturasını, işsizlik, yoksulluk ve açlıkla emekçi yığınların üzerine yıkmak olacaktır.
İşin sonunda, ister muhaliflerini alt eden bir diktatör imajıyla Erdoğan’ın, isterse yeni Türkiye’nin temsilcisi sıfatıyla Sarıgül’ün uygulayacağı politikalar esas olarak aynıdır. Sadece CHP ve Sarıgül’ün değil, faşizmin bir yükseliş trendine girme olasılığı hafife alınmamalıdır. Dolayısıyla da sınıf saldırısının alacağı biçimler açısından Erdoğan’sız seçeneğin en az Erdoğan’ın pratiği kadar baskıcı biçimler alabileceği görülmelidir.
Burjuvazinin iç savaşı bir yandan düşman kampını hiç olmadığı kadar zayıflatırken, bir yandan da sınıf mücadelesi açısından hiç olmadığı kadar güçlü karşı-devrimci girdaplar yaratmıştır. Gezi ile başlayan halk isyanının kapsadığı kitlelerle büyük bir tehdit altında olan emekçi yığınlar bu toplumun ezici çoğunluğunu oluştururken, sömürücü azınlığın içindeki çatışmada burjuva demokratik mülahazalarla taraflaşma sınıf mücadelesi açısından cinayettir.
Karşı devrimci girdaplara kapılmamak için mevcut durumda tek geçerli şiar “Hepsi Gitsin!”dir.Burjuvazinin kendi içindeki çatışmalardan kaynaklan bir siyasi krizi kapitalist devletin bütünsel bir krizine çevirebilmek ancak işçi sınıfının sürece bağımsız ve hegemonik bir güç olarak katılmasıyla mümkündür. Bu da İslamcısı, faşisti, sosyal demokratı, liberaliyle burjuvaların hepsi gittikten sonraki tek gerçekçi alternatifi ve işçi sınıfı ve sol için anlamlı tek hedefi doğrudan göstermektedir: İşçi emekçi hükümeti!