Rehineler devletinde referandum
Referanduma OHAL koşullarında gidiliyor. Bunun referandumun demokratik bir oylama olmasını ciddi biçimde sarsacağı ortada. Erdoğan ve AKP cephesinden bu kaygıları gidermek bir yana daha da kuvvetlendiren açıklamalar geliyor. Erdoğan, “referanduma OHAL ile gidilmesi çok daha rahat bir zemin hazırlayabilir” sözleriyle OHAL'in ucu açık şekilde devam edeceğini belirtirken, bir başka dikkat çekici açıklama da Sağlık Bakanı Recep Akdağ'dan geldi. Recep Akdağ, OHAL'in demokrasiyi ayakta tutmak ve herkesin özgür iradesiyle oy kullanmasını sağlamak için bir teminat olduğunu iddia etti. Numan Kurtulmuş ise herkesin istediği kampanyayı yapmasının güvencesinin kendileri olduğunu söyledi.
Bu sözlerin gerçek anlamı yaşananlarla gayet açık şekilde gözüküyor. OHAL sadece evet cephesine rahat bir zemin sağlıyor, sadece evet diyenlere teminat oluyor, herkesin istediği kampanyayı yapmasının hiçbir teminatı olmadığı hayır propagandası yapan gence kurşun sıkılmasından, hayır şarkısı söyleyen öğrencilerin gözaltına alınmaya çalışılmasından, hayır bildirileri için toplatma kararı çıkartılmasından gayet açık ve net şekilde anlaşılıyor.
Rehine yargı
Ama mesele OHAL ile de bitmiyor. Açıkça iktidar OHAL'i hayır kampanyalarını bastırmak için kullanırken, bu uygulamalara karşı yargı güvencesinin olmadığını da görüyoruz. Yerel mahkemelerin bildiri toplatması bir yana, Anayasa Mahkemesi (AYM) OHAL'in gerekçesiyle ilgisi alakası olmayan KHK'ların iptali için açılan davayı yetkisizlik gerekçesiyle oy birliği ile reddetmişti. Balık baştan kokar! Anayasa Mahkemesi böylece kendini taca çıkarmış oldu. Anayasa değişikliği maddelerinin yanı sıra, mecliste açık oy kullanılmasının bile tek başına anayasaya aykırılığı apaçık ortada olduğu halde nasıl olsa reddedilecek düşüncesiyle CHP'ye AYM'ye başvurmaması için telkinler yapılıyor.
Belli ki iktidar referanduma giderken çok yönlü bir kuşatma harekâtına girişmiş durumda. Anayasa Mahkemesi’nin de bir şekilde rehin alınmış olduğu görülüyor. Bunun nedenini ilk bakışta kavramak güç. Ancak biraz yakından bakıldığında insanın burnuna pis kokular geliyor. Anayasa Mahkemesi'nin 17 üyesinin 8'i Abdullah Gül döneminde, 3'ü Ahmet Necdet Sezer döneminde, 3 üye de 2010 referandumundan sonra TBMM tarafından atandı. Sadece 3 üye Erdoğan tarafından atanmış durumda. Mevcut Anayasa Mahkemesi üyelerinin 11'i Gülen cemaatinin yargıda atak halinde olduğu ve AKP ile cemaatin birlikte yürüdüğü dönemlerde atanmış bulunuyor. Daha çarpıcı olanı ise AYM Başkanı Zühtü Arslan'ın cemaat yuvası olma iddiasıyla 2015 yılında kapatılan Polis Akademisi'nin eski başkanı olması. Zühtü Arslan ayrıca meşhur 367 kararına da en sert tepki veren ve bu şekilde sivrilen isimlerden biriydi. 2012 yılında Abdullah Gül tarafından YÖK kontenjanından atandı.
Bu bilgileri 15 Temmuz sonrası Türkiye'sinde yan yana getirdiğinizde herkesin aklına aynı şeyin gelmesi kaçınılmaz. Çocuğunun gittiği dershane, bankadaki hesabı, kestirdiği kurban, bağış yaptığı vakıf-dernek yüzünden on binlerce kişinin kovuşturmaya uğradığı, açığa alındığı, ihraç edildiği bir dönemde Anayasa Mahkemesi üyelerinin durumunun hiç de sağlam olmadığını görmek zor değil. Bu durum akıllara Anayasa Mahkemesi’nin FETÖ suçlaması tehdidiyle rehin alınmış olabileceği ihtimalini getiriyor. Bu AYM, Cumhuriyet gazetesi yöneticileri Can Dündar ve Erdem Gül'ün yargılanmasında hak ihlali olduğuna 3'e karşı 12 oyla karar vermiş ve gazetecilerin tutuksuz yargılanmasını sağlamıştı. Ne var ki bu karar 2016 yılının Şubat ayında alındı. Aynı AYM, ama bu sefer 15 Temmuz'dan sonra, OHAL kararnamelerinin anayasaya aykırılığını görüşemeyeceğine oybirliği ile karar verdi. Moda deyimle zamanlama gayet manidar!
Rehine genelkurmay?
Son olarak Yenikapı'nın borsa ve dolar mutabakatçılarından orduyu hâlâ laikliğin, cumhuriyetin vb. güvencesi olarak görenlere de kötü haberlerimiz var. 15 Temmuz'dan hemen önce hazırlanarak mahkemeye sunulan “Fethullahçı Terör Örgütü” çatı iddianamesinde yer alan 5 Mayıs 2015'te (yani darbeden önce) alınmış bir gizli tanık ifadesinde (bu gizli tanığın emekli bir asker olduğu söylenmektedir) darbenin bir numaralı ismi olarak gösterilen Akın Öztürk'ün olası bir darbe girişiminde Hulusi Akar'ın yanında görmek isteyeceği tek isim olduğu, tutuklu general Salih Ulusoy'un Hulusi Akar'a yakın olup olası bir darbe girişimi için kritik olan yerlerde görevlendirildiği, yine tutuklu generallerden Metin İyidil'in Hulusi Akar'ın ekibinde yer alan bir FETÖ üyesi olduğu iddia ediliyor. Gizli tanık ifadelerinin güvenilirliği elbette ki sorgulanabilir. Ancak biz burada Hulusi Akar'ın suçlu olup olmadığına dair bir yargıda bulunmuyoruz, darbe gecesi nerede ne yaptığı konusunda hâlâ sayısız muamma olan Genelkurmay Başkanı'nın durumunun yukarıda bahsettiğimiz Anayasa Mahkemesi Başkanı'ndan bile beter olabileceğinden bahsediyoruz.
Kim bilir, daha hangi kurum ve kuruluşların başlarındaki isimler benzer şekilde rehin alınmış durumda ve başlarında Demokles’in kılıcı sallanıyor.
Anti-demokratik koşullar olduğunda da sandığa gidilebilir!
Halin böyle olduğu bir OHAL altında, giderek tüm milletin rehin alınmak istendiği bir süreçte referanduma gidiyoruz. Referandumun özgür ve eşit bir mücadele olabilmesi için sadece OHAL'in kalkması değil 15 Temmuz'a ve cemaate ilişkin karanlıkta kalanların/bırakılanların da aydınlatılması gerekiyor.
Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç, bazılarının ortaya attığı “referandumda boykot” tutumu olamaz. Referandum, elbette sadece bugünün koşulları dolayısıyla değil, Gezi sonrası halk isyanı ile başlayan delil karartma rejimi, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşanan yaygın yetki gaspı, 1 Kasım 2015 seçimlerinin halkın güvenlik sorunu dolayısıyla “hayalet seçim” haline gelmesi de dâhil olmak üzere, son yılların bütün gelişmeleri sonucunda burjuva anlamında bile bir demokratik sistemde yapılan bir oylama değildir. Ama nasıl 1 Kasım seçimleri aklı başında hiçbir siyasi akım tarafından boykot edilmemişse, referandum da boykot edilemez. Edilirse bu, demokratik meşruiyetin savunulması kisvesi altında istibdad karşıtı oyların azalmasına çanak tutarak istibdada hizmet etmek olacaktır!
Boykot tartışmasına girenlerin arkasında hangi güç var, bilmek zor. Bir iki sekt dışında soldan bu fikri yayan yok. Kimileri de ortalığı bulandırmak için HDP’nin Tayyip Erdoğan’a destek vermek amacıyla “boykot” uygulayacağını fısıldıyor. Oysa HDP’den yapılan her açıklama, HDP’nin tutumunun “hayır” olduğunu gösteriyor.
Sözde “sol” kaygılarla burjuva demokrasisi ile baskı rejimleri arasında ayrım yapmaktan aciz bir miyopluk gösterisine girenlere, yol yakınken bu tarihsel utançtan geri dönmelerini tavsiye ederiz. Bunun dışında boykot teranesinin ak trollerin işi olması ihtimali en yüksek olasılıktır.
Yapılması gereken, evinde oturup “boykot” demenin sözde “solcu” tutumu değil, referandumu mümkün olduğunca özgür ve eşit koşullara kavuşturabilmek için mücadeledir. Bu da işçi sınıfına ve halka giderek istibdadın güçlendirilmiş sınıf tahakkümü anlamına geldiği anlatılarak yapılır!
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Şubat 2017 tarihli 88. sayısında yayınlanmıştır.