Liberalizm ve Demokrasi
Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham
K. Marx
Demokrasiyi kesin olarak tanımlamak hiç şüphesiz zordur. Demokrasi, en genel haliyle bakıldığında, yöneten-yönetilen özdeşliği olarak tanımlanabilir.[1] Bu özdeşliğin modern/liberal biçimini, milletin bütün bireylerini eşit ölçüde kuşatan bir tür “halk egemenliği” ya da “halk iktidarı” olarak görmek mümkündür. O halde, demokratik bir düzen, halk iktidarını ya da egemenliğini mümkün hale getiren kurumsal bir düzenlemeye işaret eder. Burada kurumsal düzenleme ile kast edilen şey, temsili bir hükümet (halkın temsili), özgür ve genel/eşit oy hakkı, ifade-toplanma-örgütlenme ve basın-yayın özgürlüğüdür. Bütün bu hakların temeli itibarıyla “yasal eşitliğe” ve “mülkiyet hakkına” dayandığını ifade etmek yanlış olmaz.
Yasal eşitliğin bir kurum olarak ve egemen bir anlayış (ideoloji) olarak yerleşmesi, yani birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan farklı bireylerin evrensel insan kategorisi altında birer yurttaş haline gelmeleri, sermaye ve pazar ile yakından bağlantılıdır. Pazar, birbiriyle hiç ilgisi bulunmayan, yani ortak paydadan yoksun nesneleri aynı ölçü birime sahip (dolayısıyla mübadele edilebilir) metalar haline getirir. Piyasa, farklılıkları aşındırır ve farklı nitelikleri birbirine tercüme edilebilecek nicelik farkları haline getirir.Dolayısıyla hiyerarşik örgütlenme biçimleri (geleneksel toplumsal düzenler) pazar karşısında zayıflayıp anlamsızlaşır; toplumsal statüler yapay birer ilaveye dönüşür; evrensel insan doğası görünür hale gelir; sonuçta yasal eşitlik, yani halk (demos) karşı konulamaz temelli bir kavram konumuna yükselir.Emek-gücünün toplumsal zenginliğin kaynağı haline gelmesi ve bu güce sahip olanların özel mülk sahibi (kişi) sıfatıyla demos’a ve politik birliğe dahil olmaları bu konuda belirleyici öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, kapitalist üretim tarzının, pazarın ve bunları politik bir biçime kavuşturan liberalizmin demokratik bir doğaya sahip olduğunu ifade etmek mümkündür.
Fakat bu durum, kapitalizm/liberalizm ile demokrasi arasında dolaysız bir ilişki kurmamıza olanak tanımaz. Demokrasinin kapitalizmden önce hiçbir yerde ortaya çıkmamış olması bizi yanıltmamalı. Demokrasiyi burjuvazinin (dolayısıyla sermayeye göre vaziyet almış liberal politik düzenin) dolaysız bir ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Aksi halde Çin Halk Cumhuriyeti dünyanın en demokratik ülkesi olurdu. Şunu ifade etmek gerekir: Demokrasi, kapitalizmin çelişkilerinden doğmuştur. Başka bir deyişle, emek-sermaye çelişkisinin bir ürünüdür. Demokrasi, kapitalizme özgü, onun doğal ve olumlu bir sonucu değildir. Aksine, sermayenin diğer yüzüne, yani ücretli-emeğe ve onun sınıfsal eylemine dayanan bir üründür. Demokrasi, sermayeye/burjuvaziye karşı verilen sınıfsal mücadelenin bir sonucudur.Bu diyalektik süreç göz ardı edildiğinde, insanın özgürleşmesi için liberal demokrasinin daha da genişletilmesi gerektiği sonucuna ulaşılır ve haliyle kapitalizm bu genişlemenin teminatı olarak görünür.[2]
İşçi sınıfına yaptığımız vurgu, kırsal protesto geleneğini ya da onu hatırlatan yaban muhalefet biçimlerini dışarıda tutmak içindir. Mutlak olumsuzlamadan kuvvet alan yıkıcı kitle hareketleri belirsiz/romantik özlemlerin bir ifadesidir. Bu nedenle, demokratik bir örgütlenme biçimiyle uyumlu olmadıklarını, en azından onunla doğal bir ittifak içinde düşünülemeyeceklerini ifade etmek mümkündür.
Bu konuya değinmemizin nedeni, işçi sınıfının demokratik hareketine eşlik eden o eski bölünmeyi tekrar gündeme getirip yarayı kaşımak değil. Amacımız, kapitalist üretim tarzında meydana gelen dönüşüm ile demokratik örgütlenme biçimine katkı yapmayan yıkıcı protesto geleneği arasındaki ilişkiye işaret etmek.
Kapitalist üretim tarzında gerçekleşen dönüşümü kısaca “postfordizm” olarak adlandırmak mümkündür. Bu dönüşüm kendisini daha çok a) çokuluslu sermayenin hareket kabiliyetini artırmasıyla, b) üretim teknolojilerinde yaşanan gelişmeyle, c) mal, sermaye ve finans piyasalarının serbestleşmesiyle, ç) ücret ve çalışma ilişkilerinde yaşanan kuralsızlaşma ve güvencesizleşmeyle, d) gelirlerin kitlesel olarak düşme eğilimi göstermesiyle vs. gösterir. Bu esnek üretim tarzı, diğer sonuçları bir yana, ücretli-emeğin çeşitlenmesine yol açmıştır. Vasıflı kol işçileri, vasıfsız kol işçileri, sınıflandırılamayan kol işçileri, ustabaşılar, büro çalışanları, sınıflandırılamayan satıcılar, idareciler, memurlar, serbest meslek sahipleri, ama en önemlisi işsizler ordusu… Bu çeşitlenmenin doğal sonucu, esnek emek piyasası, düşük ücret, sosyal güvenceden yoksun çalışma hayatı, dolayısıyla örgütlenme ve birleşme yeteneğinde azalma, dağılma ve parçalanmadır.
Bütün bu gelişmeler, devletin iktidar tekniğinde önemli değişikliklere yol açmıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkün:
1. Neo-liberal devlet iktidarının temel özelliği, çok uluslu şirketlerin önündeki engelleri ortadan kaldırmasıdır. Bu durum, sermayeye doğrudan yardım ve borç kapatmalarının yanında, vergi, çevre, enerji, emek, toplum, maliye ve para politikaları aracılığıyla sermaye birikimine hizmet eden bir devlet iktidarına yol açar.[3]
2. Bu iktidarın göze çarpan önemli bir özelliği, demokrasinin en önemli sacayaklarından birini oluşturan özgür seçimlerin içini boşaltmasıdır. Günümüzde seçimleri pazarlama tekniklerinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Yurttaşlar kampanya pazarlama stratejileri tarafından yönlendirilirken, politik hayat giderek medya ve pazarlama başarısına indirgenir. Yani, halk iktidarını mümkün kılan en önemli araçlardan biri manipülasyona yenik düşer.[4]
3. Bu gelişmeyle bağlantılı olarak, anayasaya uygunluk, yasal eşitlik, politik ve sivil özgürlük ve özerklik gibi temel ilkeler maliyet/kar oranları ve verimlilik piyasa ölçütleri ile yeniden değerlendirilir. Neoliberal devlet iktidarı, bu haliyle biçimsel liberal ilkeleri muhafaza eden bir tür “tüccar demokrasisi”dir.[5]
Demokrasinin siyasal gövdesini haşat ettiği yetmiyormuş gibi, neoliberalizm bir de kendi emellerine alet etmek için terimi gasp etmektedir; bunun sonucu olarak, vaktiyle sağın denetimsiz sermaye aracılığıyla yönetişim anlayışını anlatan alaycı bir terim olan “piyasa demokrasisi”, artık kendi kendini yöneten halkla hiç ilgisi kalmayan bir siyasal biçimin olağan sıfatı haline gelmiştir.[6]
4. Bu listeyi uzatmak hiç şüphesiz mümkündür. Ama en önemli sonuç, bütün bu gelişmelerin, liberal/biçimsel demokratik ilkelerle beslenen dizginsiz ve pervasız bir yürütme ve idare kuvvetini meşru hale getirmiş olmasıdır. Neoliberal devlet iktidarının bir yüzü hukuk devleti iken, diğer yüzü Putin, Sarkozy ve Erdoğan gibi yarı tanrılardır. Politik sorunların hukuki birer sorun haline getirilmesi ve hukukçularla mahkemelerin politikada giderek belirleyici hale gelmesi, aslında teknokrasiyle yoğrulmuş buyurgan bir devlet iktidarına işaret eder. Esnek üretim tarzına, yani toplumsal parçalanmaya ve çeşitliliğe eşlik eden devlet iktidarı yanılsamaya yol açar: Devlet iktidarı, bugün her zamankinden çok daha yoğun ve merkezidir.
Toplumsal alan ve doğa koşullarının sermaye koşulları emrine giderek daha fazla girmesi (“ticaretleştirilmesi” ve “metalaştırılması”) toplumsal ilişkilerin baştan sona devletleştirilmesine paralel sürmekte, neoliberal özelleştirme ideolojisi bunun yalnızca üstünü örtmektedir… Bu nedenle tüm neoliberal “özelleştirme” ve “kuralsızlaştırma” piyasa retoriğine karşın, ulusal “güvence devletinden” uluslararasılaşmış “rekabet devletine” geçiş, toplumun baştan sona devletleştirilmesinde yeni bir dönemden başka bir şey ifade etmemektedir. “Kuralsızlaştırma” genel olarak düzenlemenin yeni biçimlerinin yerleşmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle devlet müdahalesinin biçimleri değişmiş olsa bile, devletin toplumdan geri çekilmesi söz konusu değildir… Bu durumda genel olarak, neoliberal dönüşüm sırasında gerçekleştirilen özelleştirmeye “genişletilmiş devlet”in yeni bir şekillenmesi ve yayılması olarak bakılabilir.[7]
Neoliberal hükümetin diğer bir önemli özelliği, liberal ideolojiye kaynak oluşturan devlet-toplum ayrımını sürekli gündemde tutması, Ellen Meiksins Wood’un deyişiyle, “yeni sivil toplum tarikatına”[8] can vermesidir. Sivil toplum tarikatı, toplumsal parçalanmanın, çeşitlenmenin, farklılığın ve çokluğun ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumsal ilişkilerin, deneyimlerin, yaşam biçimlerinin ve kişisel kimliklerin çeşitlenmesi, farklılığı esas alan muhalefet biçimlerini teşvik etmektedir. Neoliberal hükümete gösterilen bütün tepkileri aynı kapta eritmek şüphesiz imkansız; yelpazeyi yeni toplumsal hareketlerden başlatıp mutlak olumsuzlamadan kuvvet alan radikal hareketlere kadar genişletmek mümkün. Ancak ortak noktaları, devletten uzak bir yerde mevzilenmeleri, bürokrasiye ve hiyerarşiye hiç bulaşmayan özerk bir politika yürütme amacı taşımalarıdır. Bu muhalefetle yeni özgürlük ve eşitlik biçimlerinin yaratıldığını inkar etmek elbette mümkün değil. Nitekim, birçok politik düşünür, kavrama direnen, ele avuca sığmayan ve her türlü hesabı daha baştan başarısızlığa mahkum eden bu çokluğu demokrasinin artı hanesine kaydedilecek bir kazanç olarak resmetmektedir. Ama bu dağınıklık, devlet-toplum ayrımının analitik bir ayrımdan başka bir şey olmadığı gerçeğini gizlemeye yardım etmektedir. Bu durumu göz önünde bulundurmak gerekir. Dağınıklık, sivil toplumun aslında devlet aygıtıyla biçimlendirilen bir alan olduğu gerçeğini unutturmaktadır. Aynı dağınıklık, neoliberal idareye karşı yönelecek muhalefeti rastlantıya bağlı anlık buluşmalara mahkum etmektedir. En önemlisi, farklılığı esas alan muhalefet biçimleri, demokrasinin temel olarak emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükseldiği gerçeğini gizlemektedir.
“Siyasi” ve “iktisadi” alanları ya da devlet ile sivil toplumu ayıran kapitalist toplumda, baskıcı kamusal gücün daha önce olmadığı kadar merkezileştiği ve yoğunlaştığı bir gerçektir… [İ]leri kapitalist toplumlarda, eskiden kullanıldığı anlamda –devlet gücü, partiler ve bunlara muhalefet anlamında- “siyaset” giderek artan ölçüde gözden düştükçe, bu tür baskılar mücadelenin ana odağı haline geliyor. Ama bu baskılar, sivil toplumdan kaynaklanan şeyler olarak değil, sivil toplumdaki bozukluklar olarak değerlendirilmektedir. İlkesel olarak baskı devlete ait bir şeydir ve sivil toplum, özgürlüklerin köklerinin olduğu yerdir… [Halbuki] sömürü ve egemenliğin, sivil toplumun dışında, ona yabancı ve düzeltilebilir bir bozukluk değil, sivil toplumun özü olduğu gözlerden kaçırılmaktadır.[9]
Demokrasi, aslında burjuva devletin sınıfsal yapısını değiştirmek üzere harekete geçen bir politikanın ürünüdür. Bu gerçek göz ardı edildiğinde, demokrasi sivil inisiyatifin, tartışmanın, müzakerenin ya da anlaşmanın bir ürünü gibi görünür. Şunu unutmamak gerekir ki, ülkemizde yıllardır resmi devlet ideolojisine/Kemalizme muhalefet eden ve ona karşı sivil siyaseti önerenler, son on yıl içinde öncelikle devlet aygıtını ele geçirmiş ve kendi hakikatini, “ileri demokrasi”yi inşa etmiştir.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Bugün demokrasi, neoliberal politikanın hukuk devleti anlayışıyla, yeni toplumsal hareketlerin ılımlı hak ve özgürlük talepleriyle ya da duruma göre romantizmden beslenen sözde radikal hareketlerle doldurulabilecek boş bir bavul gibi duruyor. Demokrasi boş bir gösterendir. Tekrar somut bir şeyler gösterebilmesi, parçalanmış toplumsal muhalefetin sınıfsal bir zemin etrafında toparlanmasına bağlıdır.
[1]Bkz. Carl Schmitt, Parlamenter Demokrasinin Krizi, çev. A. Emre Zeybekoğlu, Ankara: Dost, 2006, 31.
[2]Ayrıntılı bilgi için bkz. Göran Therborn, Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, çev. Şirin Tekeli, Ankara: V, 1989, 51 vd.
[3] Wendy Brown, “Artık Hepimiz Demokratız”, Demokrasi Ne Alemde?, çev. Savaş Kılıç, haz. Eric Hazan, İstanbul: Metis, 2010, 54.
[4] Bkz. a.g.e., 54.
[5] Terim için bkz. Daniel Bensaïd, “Daimi Skandal”, Demokrasi Ne Alemde?, çev. Savaş Kılıç, haz. Eric Hazan, İstanbul: Metis, 2010, 27.
[6] Brown, a.g.e., 55.
[7] Joachim Hirsch, Materyalist Devlet Teorisi: Kapitalist Devletler Sisteminin Dönüşüm Süreçleri, çev. Levent Bakaç, İstanbul: Alan, 2011, 167-68.
[8] Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, çev. Şahin Artan, İstanbul: İletişim, 2003, 285.