Kıbrıs dosyası 4: “Solomu düşerken” Kıbrıslıların gerçek dostları kimlerdir?

Şovenizme hiç dokunmadan yaşamayı bilmiş iki kadına, anneme ve Faize Özdemirciler’e… 

 

 

bayraklarla bağlanmıştır

basiretimiz, mazeretimiz gül.

doğumuz, yok. batımız yok, hep

kuzey, hep güney… mezar değil

ev olsun diye inşa edilen kerpiç

metinler ey… ey torbalarda

denizini özleyen kum, ey telde

gerilen sınır, sınırda donan kan.

geçip gidiyoruz ölübölgeden

hantalca, biraz toz ardımızda,

biraz duman…

-Faize Özdemirciler

 

 

Çocukluğuma dair hafızamda fotoğraf karesi olarak kalmış bir hatıradır Kıbrıs’ta sınırda bayrak direğine tırmanırken vurularak öldürülen Solomu. 4 yaşındayken Türk ordusunun bombaladığı Mağusa’dan kaçan Solomu hakkında Türk şovenizminin aklında kalan tek şey, bayrak direğine tırmanırken ağzında sigarası olmasıydı. Ağzında sigarası olması fazladan küstahlıktı… Yalnızca Solomu değil. Yerlerde sürüklenen ve silah dipçikleriyle dövülen Rumları da hatırlıyorum… Bir insanın, çocukluğundan aklında kalan fotoğraflardan birkaçını anlatacağım, “göçün zafer sayıldığı bir ada”dan doğusu ve batısı olmayan ülkeden bir hikâye.

Kürdistan’da bayrak vakası yaşandıktan sonra bu hatıra hortladı. Kıbrıslıların tümü Kürdistan’daki olaydan sonra Solomu’yu hatırladı. Kürdistan’da ve Kıbrıs’ta Türk bayrağının işinin ne olduğu çocukken sorabildiğiniz bir soru değildir muhtemelen. Ama biri bayrak direğine tırmanırken öldürülüyorsa ve o fotoğraf hafızanızdan hiç çıkmıyorsa, o soruyu da başka soruları da sorarsınız.

Çocukken en çok mevzilerdeki “mazgal delikleri” ve kum torbaları ile Lefkoşa’nın sınır bölgelerinde apartmanların duvarlarında hâlâ duran kurşun delikleri ilgimi çekerdi. Duvarlardaki kurşun deliklerinden “eski kuşaklar”ın iç sıkıntıları ve baş ağrıları “yeni kuşaklar”ın beyinlerine aktı durdu ve birikti. Eski kuşaklar beyinlerimize bir kâbus gibi çöktü. Lefkoşa’da sınırda yer alan bazı mazgal deliklerinden güney Kıbrıs’a bakmak çocukken hoşuma giderdi. Mazgal deliğinin yarattığı bakış açısıydı güzel olan. Sinema kamerasına benziyordu. Mazgal deliklerinden bakarak insansızlaştırılmış tampon bölgelerde, dikenli tellerin, mavi-beyaz Birleşmiş Milletler barikatlarının, boş nöbet kulübelerinin, rüzgârın, çalıların ve ölü toprağın filmini çekebilirsiniz. Bu yüzdendir ki Kıbrıslılar sınırda nerde “fotoğraf çekmek yasaktır” tabelası görseler, gidip önünde fotoğraf çekerler. Filmini çekemiyoruz bari fotoğrafını çekelim demektir bu.

Solomu’nun öldürüldüğü zamanlarda çokça “faşistler” ve “motorluların sınıra gittiği”ne dair şeyler duyardık. Bu iki şey beynimde kodlanmıştı. Korktuğumu hatırlamıyorum. Aslında sınıra yürüyen Yunan milliyetçilerinden çok Türk milliyetçileri korkmamızı isterdi. Belirtmek gerekir ki bölünmüş ve işgal altında olan bir ülkede sınıra yürüyenlerin “milliyetçiliği”nin karakteri ile uğraşırken işgali unutan, karşı tarafın milliyetçiliğini işgali unutturmak için kullanan solun ve liberallerin unuttuğu işgalin ve sınırın olduğu bir iklim, diğer bütün iklimlerden farklı olarak milliyetçiliğin normalden hızlı birikim sağlamasına olanak sağlar. Türk bayrağını indirmek için bayrağa tırmananın karakterinden çok, sorulması gereken soru Türk bayrağının Kıbrıs’ın ortasında ne işi olduğuydu! 

O günün şovenist ortamında çocuk yaşta korkmama sebebim propagandanın başarısız olması değildi. Şovenizmin bizi korkutmasına izin vermeyen, milliyetçilikle hiç işi olmamış ve küçük yaşta bize, meğer biz bilmeden enternasyonalizmi ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı meselelerini öğretmeye başlamış olan bir annenin çocuğu olduğumdandır korkmamam...  Sonradan Türkler ve Rumlar hakkında “öcü” ve “canavar” hikâyeleri anlatılarak büyütülen çocuklarla karşılaştığımda annemin değerini daha iyi anladım. Şair’in dediği gibi “bu yazlar türktür dediler, bu kışlar rumdur dediler/ kan yazdılar kin yağdırdılar bayrak kustular”…

Rumların tünel kazarak Girne’den çıkıp kendilerini öldüreceklerine inanan çocuklar vardı. Pazar vaazlarında halka Türk ordusunun tünel kazarak Limasol’dan çıkacağını anlatan papazların olduğunu da sonradan duydum. Daha sınır kapalıyken güneye giden bir Türk Kıbrıslının Rum dostunun evinde misafir edilirken çocuğunun bu misafirin durmadan arkasında dolaştığını anlatmışlardı. Babası çocuğa sormuş, neden etrafında dolaştığını. Çocuk da okulda Türklerin kuyrukları ve boynuzları olduğunu söylediklerini aktarmış. Şair’in dediği gibi, “göçün zafer sayıldığı bir adada/ mübadele sözcüğü kadar eski” bir şovenizm…

Memuriyet temposuna bağlanmış geçit törenlerini, milli mücadele ve şehitler haftalarını da bu hikâyenin bir kenarına eklersek, rutine bağlanmış şovenizm ritüellerinin can sıkıntısından başka bir his doğurmadığını hatırlıyorum çocukluğumdan… Büyürken şovenizm mevzusunda Solomu’nun düşüşünden daha büyük etki yaratan bir olay varsa, o da S-300 Füze kriziydi. İlkokuldaydık ve öğretmenimiz ödev vermişti: S-300’ler hakkında dosya hazırlayacaktık! Hayatımda hazırladığım ilk politik rapor oydu. İlkokul çocuğuna askeri sanayi ve silahlanma üzerine ödev vermenin mantığını tartışmayacağım, ama hafızamdaki fotografik seçiciliğe dayanarak söyleyebilirim ki bugün komünist olmamda o gün silahlanma üzerine yaptığım ödevin etkisi büyüktür. Çocuklara silahlanma üzerine verilecek bir ödevin şovenizm doğurması muhtemeldir, ama enternasyonalist bir anne o ödevden de barış çıkarmasını bilir. O gün bugündür de silah sanayisi ve militarizm en büyük ilgi alanım olarak kaldı. Bir çocuğu S-300’lerle korkutmaya çalışırsanız varacağı yer şovenizm olacak diye bir kaide yok, o çocuk Karl Liebknecht’e de varabilir!

Göçün zafer sayıldığı adada mübadele sözcüğü kadar eski bir enternasyonalizm

Çocukluk bitti. Yıllar geçti. Limasol’a bir Rum yoldaşımla buluşmak için gittim. Annemin büyüdüğü evi bulmak için saatlerce aynı sokaklarda dolaştık, annemin tarif ettiği evi bulamadık. Şehri gezdirdi, stadyumu gördüm. Savaşta bu stadyum esirlerle doluydu, dedi. Annem Lefkoşa’ya döndüğümde stadyumu görüp görmediğimi sordu. Savaşta orda esirdik, dedi. Neden daha önce anlatmadığını sordum, “bizim trajedimizle sizin gelişiminizin önünü tıkamamak için” dedi. Yani eski kuşakların yeni kuşakların beyinlerine çökmemesi için…

 Dördüncü Enternasyonal’in Yeniden Kuruluş Koordinasyonu’nda EEK’ten yoldaşım Kıbrıslı Kostas’ın savaşta kaybolan ve mezarı çok sonradan bulunan amcası ile ilgili yazdıklarını okuduğumda yukarıdaki kişisel hikâyeyi anlatmak istedim. Çünkü eski kuşakların yeni kuşakların beyinlerini zapt etmesi için fazla çaba harcamasına gerek yoktur Kıbrıs’ta. Birkaç savaş hikâyesi, savaşta öldürülmüş ve “kaybolmuş” aile bireyleri, okulda verilen eğitim, burjuva politikasının “çakıl taşı”na yüklediği milli değerler eski kuşakları ölümsüz kılar. Oysa Kostas’ın anlattığı hikâyenin bende uyandırdığı tek duygu: Kayıpların kemiklerine kızıl bayrak sarabilecek, göçün zafer sayıldığı adada mübadele sözcüğü kadar eski bir enternasyonalizmin tohumları da serpilmiştir…

“1974’ten beri 20 yaşında olan Andreas Amcam”diyordu Kostas ve devam ediyordu: “Mezarında bulunan kalıntılarından geriye kalan birkaç gözlük, tarak ve madeni para annesi ve kız kardeşine verilmiştir. Böylece onlar da 33 yıldır onun beklentisiyle masaya koydukları fazladan tabağı dolaba kaldırıp, karalar içinde yasını tutabilmişlerdir. Her Kıbrıslı aile için geleneksel olan bir dramdır.” Savaşta kaybolan ve mezarlarına yeni yeni ulaşılan binlerce insan için şöyle diyordu: “Bu tip her keşif, faşistlerin milliyetçi ve Türk düşmanı nefretlerinin yükselmesine yol açmaktadır. Bulunan her mezar bizim için bizim kapitalizme ve onun barbarlığına karşı olan nefretimizi körükler ve bizim kapitalizmin çöküşü için Ege denizinin her iki yakasını da kapsayan enternasyonalist bir mücadele yaratma azmimizi artırır. Ölenler, ister kayıp ister bulunmuş olsun, şu ya da bu etnik grubun zaferiyle değil ancak Ege ve Akdeniz’in kızıla boyanmasıyla huzura kavuşacaklardır.”

21. yüzyıl sömürgeciliğin, emperyalizmin ve Stalinizmin biriktirdiği bütün ulusal sorunları önümüze peşi sıra diziyor. Enternasyonalizm ve Leninist uluslar politikasının doğru bir kavrayışı dışına çıkıldığı an şovenizm yükseliyor. Yurtseverliği bir an olumlamaya görün, gericiliğe doğru bir adım atmaya görün, karşı devrimin yamyamlığının parçası oluveriyorsunuz. Olağan zamanlarda yaşamıyoruz. Kapitalizmin refah dönemlerinde yıkıcı etkisi olmayan incecik fayların sarsıntıları, bugünün depresyonunda yeryüzünü tarumar etmeye ve mezbahaya çevirmeye hazır! Bugün uluslararası sol, Ukrayna konusunda öyle bir bataklığa saplanmış ki liberallerce çağdışı ilan edilen Leninist politika anlaşılır bir şekilde ortaya konmadığı ve reel politikanın aktörü olamadığı takdirde 20. Yüzyıl nasıl ki “aşırılıklar çağı” olarak anılıyorsa 21. Yüzyıl “yamyamlık çağı” olarak anılacak!    

Solomu düşerken Kıbrıslıların gerçek dostları kimlerdir?

uzak kıtaların tuzaklarına kaptırdığımız

kollarımız bacaklarımız var bizim!

bayraklarla bağlanmıştır basiretimiz

mazaretimiz ya istiklâl ya da kir…

-Faize Özdemirciler

 

Kıbrıs’ta sendikalar Türkiye’de ne kadar liberal varsa hepsini sefer sefer Kıbrıs’a topladılar. Mehmet Altan ve türevleri Kıbrıs’a doluştu. Kıbrıslıları Avrupa Birliği konusunda eğitmek için Türk liberalleri ve Kıbrıs sendikaları birlikte iş pişirdiler! Kıbrıslıların işgal altında oldukları, ülkesizleştirildikleri, sömürge oldukları için değil, TC’nin AB’ye girişinin önünde sorun olarak gördükleri için Kıbrıs Sorunu’nun emperyalist çözümünü savunan, Kıbrıs’ı Türkiye’nin sırtında bir kambur olarak gören ne kadar şovenist liberal varsa Kıbrıs’a dolduruldu.

Altan biraderlerin Kıbrıs üzerine yazdıkları yazılarda kullandıkları çok aşağılık sömürgeci bir tabir vardır. Uçaklarda bile anne-babalara oksijen maskesini önce kendinize sonra çocuğunuza takın uyarısı yapıldığını yazarlar ve Türkiye’nin ısrarla oksijen maskesini önce Kıbrıs’a taktığını söylerler. Birçok kez bu benzetmeyi Altan biraderlerden okudum. Onlar bu benzetmeyi yaparken iyi bir fikir ortaya attıklarını sanırlar ama sömürgeci liberal ikiyüzlülüklerini gösterirler. Kıbrıs’ı ayrı bir ülke olarak kabul etmezler. Tek dertleri Kıbrıs’ın Türkiye’nin AB yolunda sorun çıkarmaması. İşte bu tür sömürgeci aydınları Kıbrıs’a doluşturup ideolojik manipülasyonların önünü açanların,  AB emperyalizminin açık ve gizli destekçi ve propagandistlerinin tavırlarını ne Libya savaşı ne Ukrayna’daki katliamlar değiştirdi. Libya bombardımanından hemen sonra Brüksel yoluna dökülmüştü sendikacılar, Ukrayna’daki Odesa katliamından sonra da Lefkoşa’da AB festivali yapıldı!

“Asılacaksan İngiliz ipiyle asıl” sözünün muteber olduğu bir ülkede emperyalizm hayranlığını ne Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerinde sallanan AB balyozu ne de yeni büyük savaş için başlamış olan silahlanma kampanyası değiştirir. İkinci dünya savaşında Britanya askeri olmak için sıraya girenler AB emperyalizmi için sivil toplumcu olma sırasına girdi. Genellediğimiz bu kesimler, Kıbrıs’ın değil bütününü temsil edecek nicelik veya niteliğe, kendi kendilerini temsil edecek bir güce dahi sahip değildirler. İnsanlığın barbarlıkla sosyalizm arasında seçim yapmak zorunda kaldığı zamanlarda bu güçlü görünenler aslında en çaresizlerdir, çünkü kaybedecek çok şeyleri var. Emperyalizmin normal işleyişi yerini kıyma makinesine ve yamyamlığa bıraktığında, sivil toplumculukla, AB’nin kültür ve insan hakları projeleriyle Brüksel’deki kukla bürokratlar ilgilenmeyecek. O zaman Alman, Fransız, Amerikan silah tekelleri ile banka müdürleri konuşacak… O ayrıma çoktan geldik. Banka müdürleri konuşmaya başladı, silah tekelleri de söz istiyor. Yirmi yılı aşkın bir süredir siyaset sahnesinde yerini alan sol liberalizm, bu süre zarfında AB emperyalizminin Kıbrıs’taki işgale son vereceği beklentisiyle hareket etti. Anlaşılan şu ki bu beklentinin sonu yok. Ulusal sorunların emperyalizmin kuracağı dengeler ile geçici çözümlere kavuşturulması hattında ilerleyen bir liberalizmin hareket alanı kalmamıştır. Çevremizde yangın yerine dönen bütün ulusal sorunlar silahlı hareketlere dönüşmektedir. Faşizmin Avrupa genelinde ciddi bir ilerleme kaydettiği bir dönemde, son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Kıbrıslı faşist parti ELAM’ın da oylarını ikiye katladığını hatırlandığında, ortada durarak denge kurmaya çalışmak intiharda ısrardır. Kritik dönemler, ateşin çıplak elle tutulduğu zamanlar, depresyon dönemleri, savaş, devrim ve faşizmin iç içe geliştiği dönemler gerçek dostlarla sahtelerini birbirinden ayırmamıza yarar.

Solomu’nun öldürüldüğü sınır olaylarının olduğu zaman da böyle zor zamanlardandı. Her şey güllük gülistanlık olduğunda insanlığı tek temsil edenin kendileri olduğunu ilan eden liberallerin, en basit gerginlikte nasıl insanlıktan çıktıklarını görelim…

Solomu’nun katili Ahmet Altan!

 “Liberal” genellemesinin reddedilen ve karmaşaya dönüşen bir yanı vardır. Liberal derken siyaseti ele alma biçiminden bahsediyoruz. “Liberal” kelimesini birbirine küfretmek için kullanan onca sol liberal akım, kendi varoluşlarıyla birlikte bu kavramı da anlamsızlaştırdılar. Neoliberalizme cepheden karşı çıkan liberallerden tutun da ulusal liberal veya geleneksel Alman liberalizmi diye anılan Ordoliberalismus’a kadar liberalizmin ekonomik programı geniş bir alanı kapsar. Birine küfretmek istiyorsanız, küfredin! Ona liberal veya faşist demeniz kavramları ve teorileri anlamsızlaştırır. Sonucunda da faşizm ayaklarını vura vura gelirken siz hâlâ birileri birilerine küfrediyor sanırsınız.  

Ulusal sorunlarda liberalizmin belirleyici yönü, politik programında savunduğu var sayılan insan hakları, halkların kardeşliği, dillerin ve kültürlerin eşitliği vb. gibi genel ilkeleri birden rafa kaldırmasıdır. Bunu yaparken eşitsizleri eşitleyerek, güçsüzle güçlüyü, ezenle ezileni eşitlemekte ulusal düşmanlıkları körüklemektedir. Ayrıca sivil toplumun genişlemesi ve devletin daraltılması için edilen sözler, devletin toplumsal ilerlemenin önündeki engel olduğu yönündeki ideolojik inanç yerini liberallerin kendilerini devletle özdeşleştirmesine varmaktadır.

Türk liberalleri için Kıbrıs bir ülke ve üzerinde insanların yaşadığı politik bir mekân olarak algılanmadı. Onlar için Kıbrıs ya TC’nin AB üyelik sürecinde bir engel ya da TC’nin adı konmamış ili olageldi. Son zamanlarda ise Kıbrıs onlar için sadece doğal gaz ticaretinde boru döşeme meselesidir. Kıbrıs üzerine dönen tartışmanın ekseni boru liberalizmine oturmuş durumda.

İnsan hakları veya insan canı belirleyici anlar geldiğinde onlar için hükümsüzdür. Cengiz Çandar bugün bile Irak savaşını savunan, Reyhanlı katliamı için “zayiat” demekten çekinmeyen ve aktif dış politikanın cilveleri olduğunu söyleyen bir boru liberalidir.

Altan biraderler öyle veya böyle Kıbrıs’ta sunulmuş, AB propagandistliği ve TC’nin suçlarını unutturma işlevini yürütmüş sömürgeci aydınlardır. Solomu öldürüldüğü zaman Ahmet Altan’ın şovenist saldırganlığı dinmemiştir. Şöyle yazıyordu: 

Bizim bayrak direğine çıkmaya çalışan zavallı bir aptalı öldürecek kadar kendimizden geçerek şiddete teslim olmamızdan yararlanıp, Kıbrıs’taki olayları tırmandıran Yunanistan’ın da, hiçbir ültimatonumuza kulak asmayan Suriye ile İran’ın da gözü kesiyor Türkiye’yi… Bizim ile savaşmaktan çekinmedikleri gibi tam aksine, Türkiye’yi bu halde yakalamışken bir savaşa girmek ister gibi davranıyorlar.”(Aktaran: Yelda, Çoğunluk Aydınlarında Irkçılık, Belge yay. s.187)

Devletten “biz” diye bahseden, hazır Solomu’yu öldürdük, elimiz alıştı, İran, Suriye ve Yunanistan’la üç cephede savaşabiliriz, diyen bir şovenizme bürünüyor. 

Aydın Engin ise şöyle yazıyor:

“Bugün Kıbrıs’ta ağzında sigarası ile bayrak direğine tırmanıp Türk bayrağını indirmeye çalışan budala Rum milliyetçisinin kanının hesabını sormaya kalkanlar, önce, Yunanistan’dan Kıbrıs’a yığışıp, motosikletlerle sınır delme eylemine kalkışan, faşist sürülerini yönelten, yöneten, kışkırtan ve destekleyen Yunan gericiliğinin elebaşlarına yönelseler doğru iz üstünde olurlar.” (agy s.188)

Ahmet Altan da Aydın Engin de Kıbrıs’ın ortasında, başka bir ülkenin ortasında, Türk bayrağının ne aradığını sorma zahmetini girmediler. Çünkü kendi toprakları olarak görüyorlar Kıbrıs’ı. Eleştirmeye kendi devletlerinden başlayacak ne politik bilinç ne de halkların zarafetine sahipler, çünkü onlar kalem sallarken kılıç şaklatıyorlar, sadece “Türk ulusal çıkarları” için yazıyorlar. İlk eleştirdikleri de düşman! Ülkesi işgal edilenle işgalciyi eşitlemek sadece liberallerin aldığı bir tavırdır.  Türk işgalinden önce Yunan milliyetçiliğini görmek Kıbrıs’ta Türk liberallerin almaya alışık oldukları tavırdır. Kendi devletini eleştirmek aklına bile gelmez, çünkü devletten Ahmet Altan gibi “biz” diye bahseder. Kıbrıs’ın ortasında Türk bayrağı sömürgeci bir bayraktır, Türk liberallerinin işlevi de sömürgeci aydınlar olarak yerli halka bunu unutturmak, TC sömürgeciliğini aklamaktır.

Zor, kritik kararların alındığı, şovenizmin göndere çekildiği zamanlarda liberallerin nasıl savaş çığırtkanı olduklarını Solomu’nun katli ile anlatmaya çalıştık. Altan biraderler tiplemesindeki liberallere sömürgeci aydın denir. Sömürge insanına onları çok uzun yıllarda sevdirdiler. Kıbrıs’ı kullanarak Türk medyasında kariyer yapan o kadar sömürgeci aydın var ki! Onlar için bizim hayatlarımız kariyer imkânıdır ve sömürgedeki ikiyüzlü küçük burjuvaları elleriyle koymuş gibi bulup “sevgi ilişkisi”ni geliştirirler. Bu sevgi, sömürge insanının bağımsız olamayacağının ideolojik propagandasının parçasıdır. Sömürge insanının hafızası zayıftır, nasıl kullanıldığını da aşağılandığını da hemen unutur. Çünkü unutmak hatırlamaktan hem daha kolay hem daha kârlıdır. Sömürgeci aydınları sömürge insanının beyninden ve kalbinden sökmek sanıldığı kadar kolay değildir. Sömürge insanı acı gerçekleri duymaktan da hoşlanmadığı için, yalan söyleyen sömürge aydınını, kendisini kullandığını bile bile, acı gerçekleri hatırlatan enternasyonalistlere tercih eder. Çünkü Cezayirli devrimci Frantz Fanon’un vurguladığı gibi “sömürgecilik sömürgeleştirdiği insanı kişiliksizleştirmekle kalmaz, toplumun tüm yapısı da kolektif bir düzeyde kişiliksizleştirilir. Böylece sömürgeleşmiş halk, varlığını sömürgecinin varlığına borçlu olan bir bireyler topluluğuna indirgenir.” Sömürgeci aydın da bu süreçte köprü rolü oynar. Sömürge insanının sömürgecisiyle kurduğu çelişik ilişki sömürgesizleşme için “ilk kurşun”un atıldığı an’a, sömürge insanının kendi suratındaki maskeyi yırtmaya cesaret edeceği maddi koşulların oluşmasına kadar sürer.

Enternasyonalizmin hafızası

milli hisleri kasten kabarık tutulan

viranelerin bekçileri, alın pis sularınızı

çekilin derelerimin yatağından. parti

merkezlerinde pinekleyen zavallı

umut efendi! al beyaz güvercinlerini,

uç git sen de başımdan! defol ihanete

mani olamayan uçurum! sol, sonra

öl! sarıysan ve ovaysan bu yakışır

sana mesarya. uzak ülkelere

hayranlığı artmamış kimse kalmadı

senden başka. kalk ve uç! büyük işler

seni bekliyor gregor samsa…

-Faize Özdemirciler

İçine doğduğumuz koşullar şovenizmin bataklığıydı. Yunanistan’daki yoldaş partimiz EEK’ten Kıbrıslı Kostas yoldaşımın kayıp amcasının kemiklerine sardığı kızıl bayrak bana egemenlerin bizi nasıl şovenistleştiremediğini hatırlattı. Haddimi aşarak biraz kendimden bahsettim. Kaldı ki şovenizme fazla bulaşmadan büyümemizi sağlayan bir annenin çocuğunun böyle bir durumda anlatacağı fazla kişisel hikâye de yoktur. Kıbrıs diğer ulusal sorunlarla birlikte yeryüzünü savaşların ve şovenizmin bataklığına çevirmeye haiz. Bu durumda enternasyonalizmin somut olarak nasıl nefes alıp verdiğini ortaya koymamız şart.    

Liberallerin savaş çığırtkanlıklarını ve insan hayatı karşısındaki iki yüzlülüklerini yukarda göstermeye çalıştık. Aynı tarihsel koşullarda başka bir tarihte devrimci Marksistlerin nasıl tavır aldıklarını aktarmak bir zorunluluktur.

Aşağıdaki yazı DİP’in öncülü “Sınıf Bilinci” dergisinden alınmıştır. Metinde de görüleceği üzere Kıbrıs ve Kürdistan sorunları ile burjuvazinin sınıf taarruzları bir arada geliştiği gösterilmekte ve sorunlar birbirinden soyutlanmadan bir arada bütün olarak ortaya konmaktadır. Aynı zamanda Kıbrıs’ın küçümsenemeyecek oranda Yunanistan’la Türkiye arasındaki hem devrimci hem de karşı-devrimci ilişkiler için, hem savaş için hem de barış için köprü olduğu ortaya konmaktadır.

Bugün ulusal sorunların dünya siyasetine yeniden şekil vermeye başlaması üzerine ağzına “ulusal sorun” kavramını almaktan itina ile uzak duran “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı reddeden uluslararası sol gelenekler bile birden sadece ulusal sorunlardan bahseder oldular. Çünkü reel politika mecbur bırakıyor. Ama bunu yaparken Leninist uluslar politikasının içi hiç olmadığı kadar hızlı boşaltılıyor. Ukrayna’nın allak bullak ettiği uluslararası sol başka tarafa bakacak halde değil. Kıbrıs’taki sorun ise tüm zincir içerisinde sadece ince bir halkadır. Çok daha kalın ve belirleyici halkalarla birlikte savrulmaktadır. Kıbrıs’ı kavramak bütünü kavramakla alakalıdır. Bütün de tarihin, teorinin ve konjonktürün bir araya gelmesiyle anlaşılabilir.

Kıbrıs hem enternasyonalizm cephesi için hem de emperyalizm cephesi için sadece bir mevzidir. Mevziye hapsolmak ölmektir. Bir mevzii açılacak başka mevzilerle genişletmek ve cepheye dönüştürmek şarttır. Kıbrıs, dünya denizlerinin %1’ini oluşturan Akdeniz’in en stratejik noktasında bir savaş gemisidir. %1’in ortasında bir nokta olan Kıbrıs’ı yanlış kavramak bile dünya devriminin bir cephesinde yenilmek için yeterlidir. O yüzden Kıbrıslıların hem gerçek dostlarını tanıması gerekir hem de dünya devrimi partisini inşa etme iddiasıyla hareket eden devrimcilerin Kıbrıs’ı burnundan sıkıca tutabilmesi gerekir…

    

“Hem taksim, hem ölüm!”

Hepimiz biliyoruz, 90’lı yıllarda her hükümet kuran, kutsal topraklara hacca gider gibi, daha işin başında OHAL bölgesine bir ziyaret yapmıştı. Kürt illerinin dayanılmaz cazibesi “Kürt sorunu yoktur” buyuran Ecevit’i de büyüsü altına almış olmalı ki, biliyorsunuz hazret daha güvenoyu almadan soluğu Diyarbakır’da almıştı. Birkaç ay evvel sınırötesi operasyon sırasında ordunun oraya yerleşmesi gerektiğini söylediğine göre, bir gözü de Güneydeydi bu yolculuk sırasında. Sonunda, Diyarbakır’ın yoksul mahallelerinin tozu ayağından silinmeden, Ecevit Kıbrıs’a da gitti. Sanki başbakan yardımcısı değil sömürgelerden sorumlu bakan. Amacı Kıbrıs’ı resmen sömürgeleştirmek!

Ecevit’in sekiz bakan ve Hava Kuvvetleri Komutanını yanına alarak Türk ordusunun Kıbrıs’a çıkışının 23. Yıldönümünde bir yeni çıkartma yapmasını kimse hafife almasın. Yıllardır pişirilmekte olan, bugün değilse bile önümüzdeki aylarda ilan edilecek gibi görünüyor: Ecevit’in hafta içinde açıkladığına göre, Kuzey Kıbrıs Türkiye ile “kısmen” bütünleşecek. Türkiye Cumhuriyeti bir deniz aşırı sömürge edinmeye doğru adımını atıyor. 1950’li yıllarda, mesela 6-7 Eylül vahşetinde, Menderes’in lumpen kitlelere bağırttığı “Ya Taksim, Ya Ölüm!” sloganı vardı ya, işte oraya doğru yürüyoruz! “Yavru vatan” edebiyatından yavru sömürge gerçeğine!

Kimse “milli çıkarlar”a sığınmasın. Kıbrıs’ın sömürgeleştirilmesinin kime yarayacağını anlamak için geri dönüp son 23 yılda olan bitenleri hatırlamaktan başka bir şey yapmaya gerek yok. 1980 öncesinde Kuzey Kıbrıs MHP faşistlerinin bir üssü işlevini görüyordu. Son yıllarda ise kontrgerillanın Kuzey Kıbrıs’la ilişkisi basında defalarca işlendi. Abdullah Çatlı’nın, Tarık Ümit’in, Topal’ın vb. Kıbrıs ilişkileri, bir türlü çözülemeyen Kıbrıs’taki banka ortaklığı vb. Batista’nın Küba’sı ABD için neyse Kıbrıs’ın da Türkiye için o olacağını gösteriyor. Kıbrıs o kadar çete yuvası olmuş ki, belki unutulmuştur, Olof Plame’nin, önce PKK’nin sırtına yüklenmeye çalışılan cinayetinin asıl faillerinin apartheid Güney Afrikası ile Kıbrıs arasında paylaşıldığı haberi basında günlerce manşetlerden inmemişti. Nihayet son yıllarda faşistlerin bozkurt işaretiyle, linç eylemleriyle, şarkıcı otobüslerine düzenledikleri saldırılarla adada terör estirmeye başladıkları biliniyor. Öyleyse durum açık: Kıbrıs turizm kapitalistlerinin yanı sıra mafyanın, çetelerin ve faşistlerin cenneti olacak. Acaba Burak Kut yine yanına bir Yunan şarkıcısı alıp yine Kıbrıs’a giderse otobüsüne saldıran şahsen Ecevit mi olur?

Türkiye’nin halklarına gelince, onlar için Kıbrıs’ın sömürgeleştirilmesi girişimi çetelerin ve faşistlerin bir üsse güvence almasının dışında bir de savaş tehlikesi getiriyor. Bakın daha kısa süre önce Türkiye hükümeti 12 mil meselesini “savaş nedeni” sayacağını ilan etmişti. Geçen yaz ise bir miktar yeşilliğin dışında kimsenin yaşamadığı Kardak dolayısıyla savaş tehdidinde bulunmuştu. Şimdi Türkiye 12 mil değil 40 mil mesafeye uzanırsa, bu kez yüz binlerin yaşadığı bir adaya bayrağını dikerse, bunun savaşa yol açmayacağını kim garanti edebilir? Korkulur ki hem “taksim”, hem de bol bol ölüm olacak!

Tesadüf bu ya, tam Kıbrıs’ı ilhak planları ortaya atılırken, hükümet memurlara verdiğini, başka emekçilere ise hiç vermediğini zamlarla geri aldı. Ecevit bunun üzerine pek dokunaklı bir laf etmiş: “Halkımızın cebini yakan zamlar” demiş, “benim yüreğimi yakıyor.” Ecevit’in yüreği yok ki yansın! Yalnız bir demagojisi daha var. Bu zamlarla elde edilen paranın halkın çıkarına kullanılacağını söylüyor. Halkın dikkatini çekelim: korkulur ki, paralar, kirli savaştan sonra, yakında bir de Kıbrıs’a, Güney’e ya da ikisine birden gidecek!

[Sınıf Bilinci dergisi Yaz 1997 sayı 18 “sınıf belleği” köşesi s. 19-20]