Karanlıkta bırakılan Paris suikastı
Kürt hareketinin üç kadın militanının, Paris’in orta yeri denilebilecek bir noktada bulunan KNK Paris temsilciliğinde katledilmesinin üzerinden dört yıl geçti. Türkiye gündeminin keşmekeşi içerisinde neredeyse unutulmuş olan dava, üç kadının katili Ömer Güney’in, cinayet öncesinde de bilinen beynindeki tümör sebebiyle ölmesi üzerine bir kez daha gazete manşetlerine taşındı. Gerçek gazetesinin, Roboski katliamından bu yana uyardığı fakat ne Kürt hevallerimizin ne Türkiye solunun kulak astığı Sri Lanka modelinin hazırlıklarının kritik bir aşaması olduğunu düşündüğümüz bu cinayetin bir bilançosunu çıkartmanın tarih önünde sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz.
Sonda söyleneceği baştan söyleyelim: 2013’ten bu yana hem Türkiye gericiliği, hem de Fransa devleti, cinayetin karanlıkta kalması için elinden geleni ardına koymamıştır. Cinayet ilk gerçekleştiğinde, Gerçek gazetesi “bir numaralı şüpheli kontrgerilladır, derin devlettir, bu olay Çatlı’ların hortlamasıdır” diye bangır bangır bağırırken hem hevallerimizin hem de “muhalif” basının “Çözüm sürecinde öyle şey mi olur? Hadi canım siz de” tarzı içinde, toz kondurmadığı Türkiye devletinin içinden bazı güçlerin burada rolü olduğu bununla doğrulanmış oluyor. Ama sadece bununla kalmıyor. Liberallerimizin ve maalesef hevallerimizin önemli bölümünün rüyalarını süsleyen AB’nin baş aktörlerinden Fransa da bu cinayet faili meçhul değilse de azmettiricisi meçhul kalsın diye hukukun sınırlarını zorlamış, hatta dışına çıkmıştır.Gerçek gazetesi bu tehlikeye de işaret etmişti. 2015 başında, yani olaydan iki yıl sonra yazılan bir yazıda (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sakineden-charlie-hebdoya) şöyle deniyordu: “Sizce Fransa devleti gerçekten bu kadar az şey mi biliyor, yoksa Fransa ve Türkiye arasında, başka kozların da oynandığı pazarlıkların sonucu olarak bu cinayet karanlıkta mı bırakılıyor?” Tetikçi Ömer Güney’in, ilk duruşma görülmeden kısa bir süre önce ölmesinin her iki devlet için de memnuniyet verici olduğu herkesin malumu. Ölümcül bir hastalığı olduğu bilinen Güney’in ölümünün arkasında doğrudan bu devletlerin içinden güçlerin olduğunu düşündürecek bir delile sahip değiliz, bununla beraber sürecin ağırdan alınarak duruşma görülmesinden kaçınılmaya çalışıldığını düşünmek için yeterince sebebimiz var. Duruşma Aralık başında görülecekken ve Güney’in sağlık durumu bilinirken davanın Ocak ayına ertelenmesi de bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Yazının devamında dönmek üzere şimdilik bu konuyu burada bırakıyoruz.
Denilebilir ki, bu devletler madem işe taş koydu, bugüne kadar ulaşılan ve bazıları çok önemli olan ve yazının devamında değineceğimiz bilgilere nasıl sahip olduk? Burada başka bir kritik hususa daha ulaşıyoruz. Türkiye’den olsun Fransa’dan olsun çeşitli gazetecilerin bu konuda yaptığı çalışmaların önemini yadsımamakla beraber edinilen en önemli bilgiler, devlet içi klikler ya da farklı devletler arasındaki çatlaklar sayesinde elde edilmiştir. Bu noktada, cinayet tarihinden itibaren, çeşitli engellemelere rağmen beş ülkede birebir görüşmeler yaparak hazırladığı Triple assassinat au 147, rue La Fayette (La Fayette Sokağı 147 numarada üçlü cinayet) kitabı ile böyle bir bilanço çıkarabilmemize olanak sağlayan Fransız gazeteci Laure Marchand’ın çalışmasının öneminin altını çizmek isteriz. Bu sonuçları derinleştirmeden evvel cinayete ve cinayet sonrasına dair sahip olduğumuz bilgilerle genel bir tablo çizmeye çalışalım.
Tetikçi Ömer Güney kimdir?
Katilin kim olduğuna dair bilgilerle başlayalım. Türkiye doğumlu Ömer Güney’in ailesi 1989’da, yani Ömer Güney henüz 7 yaşındayken Fransa’ya göç etmiş. Güney’in babası Fransa’da siyasi mülteci statüsü alabilmek için, faşist hareketin sempatizanı olmasına rağmen, Türkiye’de baskıya maruz kalan bir Kürt olduğunu iddia ederek iltica talebinde bulunmuş, ihtiyacı kalmadığında ise 2001’de kendi isteğiyle siyasi mülteci statüsünden çıkmış. Bu anekdot oldukça ilginç olmakla beraber Güney’in milliyetçi bir ailenin milliyetçi çocuğu olduğu anlaşılıyor. Güney’in kendisi, evlendikten sonra Almanya’ya taşınarak yedi sene kalmış. Yerleştiği Bavyera bölgesinde onu tanıyanlar da Polat Alemdar hayranı, şövalye yüzüğü takan biri olarak anlatıyorlar. Dahası, her ne kadar Kürt derneklerine girdikten sonraki fotoğraflarında hep temiz traşlı olsa da, Almanya’da bulunduğu dönemde Türkiye’nin Münih konsolosluğundan aldığı pasaportta kullandığı fotoğrafta faşist bıyığı olduğu görülüyor. 2011’de eşinden boşanarak Fransa’ya döndüğü, bu dönemde aile ilişkilerinin kötüleştiği ve beyninde bir tümör olduğunun ortaya çıktığı yani psikolojik olarak altüst olmuş bir vaziyette olduğu belirtiliyor. Psikanaliz ne işimiz ne de buradaki ilgi alanımız, bir tetikçinin yaşadıklarına gözyaşı dökecek halimiz de yok. Fakat bu veriler, hayatı darmadağın olan Güney’in MİT ile ilişkiye geçtiği dönemin 2010-2011 dönemi olabileceğini düşündürüyor.
Her halükârda, 2011 güzünde Paris şehir merkezinde bulunan Ahmet Kaya Kültür Merkezi’ne giderek Kürt hareketiyle ilişkiye geçiyor. Kendini, Kürtlüğünü inkâr eden bir aileden gelen, bu sebeple de köklerini arayan biri olarak tanıtıyor. Paris’in kuzeyinde bir banliyöde oturan Güney, bu ilk tanışmanın ardından evine daha yakın olan Villiers-le-bel’deki derneğe yönlendiriliyor. Bu derneğe gidip gelmeye başlayan Güney, aynı dernekte faaliyet gösteren militanların da aktardığına göre göze girmek ve dikkat çekmemek için her şeyi yapıyor. Samimiyet kurduğu bir militan daha sonra şöyle aktarıyor: “Bu katil, rolünü iyi oynadı, her şeye evet diyordu, çatışmadan kaçınıyordu, hatta biraz korkak buluyordum, size komik gelebilir ama ona bakınca sineğe bile zarar vermez diye düşünüyordum” (Aktaran Laure Marchand, Triple assasinat kitabı, çeviri bizim). Özellikle 7 yaşından beri Fransa’da olduğu için Fransızcayı çok iyi konuşması ve sürücü ehliyetinin olması sayesinde, yalnızca şoförlüklerini yapmak ya da devlet dairelerinde çevirmenliklerini yapmak için dahi olsa Kürt hareketinin birçok önde gelen ismiyle yan yana gelme olanağına erişiyor. Göze girme işini başarıyla yaptığı anlaşılıyor ki, bir noktada Villiers-le-bel’deki derneğin gençlik kolunun başkanı olması dahi öneriliyor. 2012’de, Kürt hareketinin Avrupa’daki genç militanları için Hollanda’da düzenlediği eğitim konferansına bile katılıyor.
Bu noktada Güney’in geçmişine dair önemli iki hususun altını çizmekte fayda var. Birincisi, Fransız istihbaratının Güney’e nasıl yaklaştığı ile alakalı. İstihbarat belgeleri gösteriyor ki, Güney’in DCRI’nin, yani Fransız istihbaratının Fransa’nın içişleriyle ilgilenen kısmının radarına girmesi Mayıs 2012’de, Öcalan’ın özgürlüğü için gerçekleştirilen Eyfel kulesi işgalinde gözaltına alınmasıyla oluyor. Fakat ilginç bir şekilde, istihbarat raporuna “Komalen Ciwan” üyesi olarak geçmesine ve hareketin birçok önemli ismiyle temasta olduğu bilinmesine rağmen anlaşılan o ki Güney’e özel bir ilgi gösterilmiyor. Öte yandan aynı istihbarat raporları Sakine Cansız’ın Fransa’ya girdiği 1998 yılından itibaren kesintisiz biçimde polis takibinde tutulduğunu, Fidan Doğan’ın ise hem polis takibi altında tutulduğunu hem de telefonlarının dinlendiğini gösteriyor.
İkinci husus ise, istibdad rejiminin yükselmeye başladığı koşullarda sadece Kürt hevallerimizin değil, hepimizin ders alması gereken bir husus. Ömer Güney’in Kürt hareketiyle ilişkiye geçmesinden sonra yaşananlar incelendiğinde, Kürt hareketi açısından genel bir dikkatsizlik ve tedbirsizlik hali dikkat çekiyor. Bazı konularda Ömer Güney’in çok şüphe uyandıracak tavırları olduğu anlaşılıyor. En çarpıcı örneklerden birinde, Güney, Kürt hareketinin Avrupa’daki iki numaralı ismi olarak anılan Nedim Seven’in adresini bir başka dernek çalışanına soruyor. Soruyu garipseyen militan cevap vermekten kaçınsa da bunun Güney üzerine daha ayrıntılı gidilmesine yol açmadığı anlaşılıyor. Bir başka vakada ise Güney, bir başka genç militana nereden Kürdistan bayrağı bulabileceğini soruyor. Bu militan da soruyu garip bulduğunu ve bir cevap vermediğini fakat üzerine gitmeye gerek görmediğini belirtiyor. Son örnek ise belki de en çarpıcısı. 8 Ocak’ta, yani cinayetten bir gece önce, yine aynı dernekten bir militanın evinde akşam yemeğinde olan Güney, kendisine bir telefon gelmesinden sonra aceleyle evden çıkıyor. Daha sonra ortaya çıktığı üzere, söz konusu yerel derneğe girip derneğe kayıtlı kişilerin listesini fotoğraflayıp bir dosya aktarma programıyla Türkiye’ye yolluyor. Yukarıda da bahsi geçen Nedim Seven’in bilgilerinin ise, bir aksilik olmadığından emin olmak için üç kere fotoğrafını çekiyor. Ajan değil mi, kim bilir ne tekniklerle içeri girmiştir demeyin. Bir tanesi yandaki kafenin tezgahına bir tanesi ise bir saksının altına bırakılan yedek anahtarlarla giriyor derneğe! 2014’te ortaya çıkan ses kayıtları ise Nedim Seven’in şoförlüğünü yaparken suikast gerçekleştirme şansını birçok kez yakaladığını fakat Ankara’dan onay gelmediği için vazgeçtiğini gösteriyor.
Cinayet ve Sonrası
Yazılacak çok şey ve bunu yapacak kısıtlı bir alanımız varken cinayetin ayrıntılarına girmeyeceğiz. Sadece bir hususu hatırlatmak lazım: cinayet sırasında Ömer Güney 10 kurşun sıkıyor ve tek birini dahi ıskalamadan, on kurşunu da çoğunluğu kafa bölgesinden olmak üzere isabet ettiriyor. Birçok uzmanın da söylediği üzere profesyonel bir tetikçiyle karşı karşıya olduğumuz aşikâr.
Cinayet sonrası, Kürt hareketinden bir militanla kaldığı eve dönen Güney, sabaha karşı kendisine üç kadının öldürüldüğü haberi telefonla iletildiğinde ağlamaya başlıyor. Ardından kendisi de bazı başka militanları arayarak haber veriyor, bulunduğu bölgedeki bir grup militanı ise arabayla alıp insanların toplanmaya başladığı cinayet mahalline götürüyor. Arabada bulunanlar Güney’in büyük bir üzüntü yaşadığına ve öfkeli olduğuna ikna olduklarını aktarıyor. Hatırlanacaktır, cinayetin ertesi gününde gerçekleşen eylemde Ömer Güney’in görüntüleri Med Nuçe televizyonuna yansımıştı. Sonradan öğreniyoruz ki sadece eylem alanında bulunmakla kalmamış, öldürülen kadınlar için yapılan afiş çalışmasına katılıp, eylemin güvenliğini sağlayan grup içerisinde de yer almış. Biz, bunun “katil her zaman olay yerine döner” basitliğiyle açıklanabileceği kanaatinde değiliz. Tek bir cinayetle yetinmek istemedikleri, 2014 yılında ortaya çıkan ses kayıtlarından da anlaşılabilir. Hatırlanacağı üzere, Ömer Güney’in konuştuğu bir MİT yetkilisi, Güney’e “Oraya gizlenip Nedim’e susturucuyla üç tane sıkmak mesele değil. Bunu yaparsın. Bu kolay tarafı. Bunun esas önemli olan tarafı kaçma kurtulma ve yakalanmama” diyordu.
Beyin tümörü sebebiyle, hastaneye yattığı sıralarda sık sık ortadan kaybolan, yani bir kez daha ortadan kaybolmak için bahanesi hazır olan birinin bu yönde hiçbir çabaya girmemesi, bu cinayetin faili meçhul kalacağını umarak cinayetlere devam etmeyi planladığını düşündürüyor. Cinayet gecesi apar topar, dernek kayıtlarından Nedim Seven’in adresini edinmesi de bu düşünceyi güçlendiriyor.
Ömer Güney-MİT ilişkileri
Gerçekgazetesi, cinayetin hemen ardından yayınladığı metinlerde, o dönem geçer akçe olan “Ergenekoncular AKP’yi zor durumda bırakmak için yapmıştır” ya da “Örgüt içi hesaplaşmadır” tezlerine karşı, en kuvvetli ihtimalin bu cinayetin Türkiye’nin derin devleti, kontrgerilla tarafından düzenlenmesi olduğunu belirtmişti. Somut durumun somut analizine dayanan bu tezi, özellikle üç gelişme tartışmaya yer bırakmayacak biçimde kanıtladı.
Öncelikle, cinayetten kısa bir süre sonra, 20 Ocak’ta, Fransız polisinin eline bir mail ulaşıyor. Bu mailin yazarı kendisini Ömer Güney’i yakından tanıyan birisi olarak tanıtıyor ve sonuncusu cinayetten birkaç hafta önce olmak üzere Ömer Güney’in birçok defa Türkiye’ye giderek MİT yetkilileri ile görüştüğünü belirtiyordu. İran’da bulunan bir internet hizmet sağlayıcı üzerinden kurulan bir bağlantıyla (şüphesiz ki sırf bu sebepten mailin İran’dan geldiğini düşünmemek lazım) yollanan mailde, Fransızca okunduğu gibi yazılan bir dil olmamasına rağmen bazı yer isimlerin okunduğu haliyle yazılması ise mailin yazarının Fransız olmadığını düşündürüyor. Bu mail üzerine, Fransız polisi Ömer Güney’in arabasında ikinci kez arama yaparak, Güney’in pasaportunu buldu ve pasaporttaki giriş çıkış damgaları sayesinde maildeki bilginin doğru olduğu ortaya çıktı. Başlangıçta belirttiğimiz, devlet içi ya da devletler arası çatışma sayesinde ortaya çıkan bilgilerin ilk örneğine gelmiş oluyoruz böylece. Koca Fransız devletinin, Ömer Güney’in arabasında yaptığı ilk aramada pasaportunu dahi bulamaması ne kadar da ilginçtir!
Bu istihbarat sonrası yapılan araştırmalarda Güney’in çeşitli seferler Ankara’ya uçtuğu ve 18 Aralık’ta gerçekleşen son yolculuğu sırasında Paris Charles de Gaulle Havalimanı’ndan uçağa binerken kamera kayıtlarında görülmesine rağmen Ankara’da inen yolcular arasında görülmediği ortaya çıktı. Dahası Türkiye’ye gidiş için sabah saatlerinde uçağını kaçıran Güney’e, Ankara’dan bir kişinin Esenboğa Havalimanındaki THY gişesinden hemen birkaç saat sonrası için yeni bir bilet aldığı da ortaya çıkarken, bu bileti alan kişinin kim olduğu tespit edilemedi. Bütün bunlar şüpheleri Ankara’ya yoğunlaştırmanın makul olduğunu gösterirken, asıl kanıt Türkiye devletinin dehlizlerinden geldi.
Hatırlanacağı üzere, 2014’ün ilk günlerinde Ömer Güney’in iki MİT’çi ile birlikte Kürt hareketinin Avrupa’da bulunan belli başlı isimlerine düzenleyeceği suikastları planladığı, daha doğrusu neredeyse planın son bir kez üstünden geçtiği bir ses kaydı ortaya çıktı. Ömer Güney’i tanıyan birçok kişi sesin Güney’e ait olduğunu doğruladı. Böylece MİT ile Güney arasındaki bir ilişki olduğu ayan beyan kanıtlanmış oldu
Son bir veri ise, Hollanda polisinin yaptığı bir araştırmadan geldi. Hollanda polisinin aktardığına göre, Hollanda’da gerçekleşen bir eğitim etkinliğinde diğer katılımcılarla beraber gözaltına alınan Güney’den Fransız numarasını kullandığı telefonla beraber bir de içinde hat bulunmayan Samsung marka bir telefon çıkıyor. İçinde hat bulunmasa da yapılan bir teknik inceleme o telefonda kullanılan hattın 0538’li bir Türk numarası olduğunu ortaya çıkarıyor. Numaranın kullanıldığı yerler, Güney’in Fransız numarasının kullanıldığı yerlerle de birebir örtüşüyor. Bu hat üzerinden yalnızca Türkiye’de bulunan bazı kişilerle görüşüldüğü, bu numaraların ise Güney’in telefon rehberinde kayıtlı olmadığı gibi diğer hattından da bir kez olsun aranmadığı da edinilen bilgiler arasında. Bu hat ile en sık iletişim kurduğu numaraya “dayı” diye hitap eden Güney, bu numaraya dört ay içinde 107 kere mesaj atmış. Cinayetten önce 8 Ocak gecesi de iletişim kurduğu bu numaraya, Hollanda’da gerçekleşen eğitim etkinliğinin açık adresi dahi yollanmış. Burada da bitirirken, Ömer Güney’in telefonuna ve bilgisayarına el koyan Fransız devletinin araştırmasından hiçbir sonuç çıkmazken, bu bilgileri edinmemizi sağlayanın Ömer Güney’in cinayetten birkaç ay önce hasbelkader Hollanda’da gözaltına alınmış olması olduğunu ekleyelim.
Sorumluluk kimde?
Biz, bu kanıtlar ışığında, Ömer Güney ile MİT arasındaki bağlantıdan şüphe edilemeyeceği kanaatindeyiz. Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu bir başka gerçek ise, Fransız devletinin de en azından cinayetin üstünü kapatmak konusunda aktif bir rol üstlendiğidir. Yukarıda saydığımız çeşitli örnekler, çok zorlanırsa Fransız devletinin beceriksizliği olarak da yorumlanabilir. Ne var ki, davanın savcısının dönemin İçişleri Bakanı’ndan Fransız istihbaratının konuyla ilgili otuz dokuz belgesinin gizliliğinin en kısa sürede kaldırılmasını istediği, bunun kabulünün ise ancak bir yıl sonra ve otuz dokuz belgenin yalnızca ikisi için yapıldığı, bu iki belgeden birinin uzunluğu dokuz sayfayken yalnızca dört satırının açıldığı gibi veriler eklendiğinde, Fransa devletinin soruşturmanın ilerlemesinin engellenmesi için aktif bir çaba gösterdiği ayan beyan ortaya çıkıyor. Bu skandaldan sorumlu olan dönemin İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve’ün şu anda Fransa Başbakanı olduğunu da ekleyelim. Bu engellemenin altında, Fransa’nın çıkacak sonuçlar dolayısıyla kendi itibarına zarar geleceğini düşünmesinden o dönem Suriye’de tekfirci-mezhepçi örgütlerin arkasındaki en aktif iki güç olan Fransa ile Türkiye arasında fiili bir iş birliğine kadar çeşitli sebepler yatıyor olabilir. Gerekli verilere sahip değilken buna dair net bir analiz yapabilecek durumda değiliz. Fakat bu suikastın Türkiye’nin derin devletince, kontrgerilla tarafından gerçekleştirilip Fransız devletince korunduğunu düşünmek için yeterli delile sahip olduğumuz kanaatindeyiz.
Nihayet, aslında katilin bir ölümcül hastalık sonucunda hayatını yitirmiş olmasının bu davanın kapatılması için hukuken dahi yeterli gerekçe oluşturamayacağı kanaatimizi belirtelim. Fransa devletinin organları da, Hollanda da Ömer Güney’in MİT’le ilişkisi konusunda bir dizi bulguya erişmiş durumda. Bunun anlamı açıktır: Güney suikastı bir “yalnız kurt” olarak, kafası bozulduğu için yapmış değildir. Arkasında koskoca bir azmettiriciler grubu veya örgütü olduğu anlaşılıyor. Yani bu örgütlü ve planlı bir suikasttır. Fransız devleti kendi toprakları üzerinde, başkentinin orta yerinde böyle faaliyetlere hoşgörüyle mi yaklaşmaktadır? Üst üste terör saldırılarıyla karşı karşıya kalan bir devletin meseleye bu kadar hafifçe yaklaşması daha da anlaşılmazdır. Fransa bir yılı aşkın süredir Olağanüstü Hâl altında yaşıyor. Bu kadar hassas bir dönemde bir devlet bu tür bir suikastı soruşturmaz da neyi soruşturur? Bir kez daha Fransız devletinin Paris suikastının üzerini elinden gelen hızla kapatmaya çalıştığı sonucuna ulaşıyoruz.
Türkiye’de ve Fransa’da geleceğin emekçi iktidarları bütün bu defterleri yeniden açacaklardır. Kimsenin kuşkusu olmasın!