Lenin yazıları (1): Lenin, Bolşevizm ve dünya devrimi
Lenin'in doğumunun 100. yılı için 1970'te basılan Sovyet pulu
21 Ocak 2024, 20. yüzyılın en büyük devrimcisi Vladimir İlyiç Lenin’in ölümünün 100. yıldönümü idi. Devrimci İşçi Partisi bu vesileyle 2024’ü “Lenin Yılı” olarak ilan etmiş ve bir dizi anma faaliyetinin ilki olarak Lenin’in ölüm gününde “100 Yıl Sonra Lenin’in Mirası” başlığıyla çok başarılı geçen bir uluslararası konferans düzenlemiştir. Şimdi, bugünden başlamak ve zamana yayılmış olarak tamamlanmak üzere Lenin üzerine bir dizi yazı yayınlamaya başlıyoruz. 21 Ocak’ta Nâzım Hikmet’in Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim başlıklı otobiyografik romanından, Lenin’in ölümünün Moskova’da duyulduğu andan cenazesinin katafalka konulduğu salonda yaşananlara kadar ilk elden deneyime dayanan birkaç sayfayı aktarmıştık. Daha sonra Sungur Savran yoldaşımızın “Lenin’in Mirası” konferansında yaptığı konuşmanın arka planını oluşturan metni yayınladık.
Şimdi “Lenin Yazıları” üst başlığı ile diziye başlıyoruz. Dizinin ilk yazısı Sungur Savran’ın Marksistler kitabının Sosyalizmin Enternasyonalizmle Sınavı başlığını taşıyan ikinci cildinde yer alan 18. Bölüm’den aktarılan uzunca bir pasajdan oluşuyor. Gerçek sitesinde çok sayıda dipnotu yayınlamak okurun dikkatini dağıtabileceğinden dipnotlarına yer vermiyoruz. Alıntıların kaynaklarını keşfetmek isteyen okur, kitabın ilgili sayfalarına başvurabilir.
Lenin ve arkadaşları, dünya devrimi ve enternasyonalizm konusunda Marx ve Engels’in sadık birer öğrencisidir. (…)
20. yüzyıl başı Marksist hareketinin bu alanda özgün katkılarından biri, emperyalizm teorisi temelinde ortaya çıkar. Bilindiği gibi, o dönem Marksistleri ardı ardına emperyalizm olgusunu teorileştirmeye yönelik bir dizi yapıt vermişlerdir. Lenin’in ünlü Emperyalizm başlıklı çalışması, bu çalışmalar arasında emperyalizmi kapitalist üretim tarzının tarihinde yeni bir aşama olarak nitelemesiyle öne çıkar. Emperyalizm tahlili, Marksizm’in aynı zamanda yeni bir kavramla buluşmasının temelidir: dünya ekonomisi. Yukarıda ayrıntısıyla gördüğümüz gibi, Marx ve Engels’te kapitalizmin bir parçası haline gelmiş olan ülkelerin bütünleşmesinin doruk noktası “dünya pazarı” kavramıyla ifade ediliyordu. Bunun nedeni, ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin esas olarak ticaret aracılığıyla, ikincil düzeyde ise kredi ilişkileri temelinde kurulması idi. Oysa emperyalist dönemde, başta Lenin olmak üzere çeşitli Marksistlerce vurgulandığı gibi, sermaye ihracı, mal ve hizmet ihracına, yani uluslararası ticarete göre hâkim biçim haline gelmekteydi. Özellikle üretken sermayenin (sanayi, madencilik, tarım, ulaştırma vb.) ihracı, sermaye ilişkisinin kendisinin uluslararasılaşması anlamını taşıyordu. Bir başka deyişle, artık uluslar arasında mübadele edilen sadece emeğin ürünleri değildi; emek gücü de farklı uluslardan sermayedarlar ile işçiler arasında mübadele edilmeye başlanmıştı. Üretken sermaye ihracı temelinde, dünya çapındaki ekonomik bütünleşme yepyeni bir düzeye sıçrıyordu. Dünya ekonomisi kategorisi, Marksistler tarafından bu nitel olarak yeni bütünleşme düzeyini ifade etmek için kullanılmaya başlandı.
20. yüzyıl başı Marksizm’inin ikinci bir katkısı, dünya ekonomisindeki bu bütünleşme atılımının etkisiyle, ulusal birimlerin üretici güçlerin daha ileriye doğru gelişmesi önünde artık bir engel haline gelmiş olduğu yolundaki belirlemedir. Kapitalizm, gelişmesinin şafağında, büyük burjuva devrimleri temelinde, ulusal alan içindeki bölünmeleri ortadan kaldırır, ticaretin önündeki engelleri yerle bir eder, ulusal pazarı birleştirir ve kendi gelişmesinin önünü açar. Dolayısıyla ulus-devlet başlangıçta kapitalizmin gelişmesinin önemli bir uğrağıdır. Gelgelelim, sermayenin kâr açlığı ve yayılma hırsı içinde geliştirdiği üretici güçler bir aşamadan sonra ulusal sınırların içine sığmaz. İşte bu aşamaya emperyalizm çağında çoktan ulaşılmıştır. 1919’da kurulan Komünist Enternasyonalin (Komintern’in) Manifestosunda bu nokta şöyle ifade edilmiştir: “Kapitalizmin gelişmesinde muazzam bir itici güç rolü oynayan ulusal devlet, bugün üretici güçlerin ileriye doğru gelişimini engelleyici bir hale gelmiştir.”
Ulus-devletin kapitalizm sınırları içinde dahi üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel haline gelmiş olduğu özellikle Bolşevizm içinde o denli açık bir gerçek olarak kabul edilmiştir ki, 1928’de “tek ülkede sosyalizm”i Komintern’in programı haline getirecek olan (Buharin tarafından kaleme alınmış) metin dahi, kendi yönelişiyle hiç uyuşmamakla birlikte aynı saptamayı yapmak zorunda kalacaktır: metne göre, “[E]mperyalist savaşlar, dünya ekonomisinin üretici güçlerinin emperyalist devletlerin sınırlarını aşacak ölçüde gelişmiş bulunduğunu ve ekonominin, dünyayı bütünüyle kapsayan uluslararası çapta örgütlenmesini zorunlu kıldığını kanıtlamakta.”
Bu iki konuda 20. yüzyıl başı Marksistlerinin kapitalizmin tarihsel gelişme eğilimlerini bütünüyle doğru kavramış olduğu bugün 21. yüzyılın başında açıkça görülebiliyor. Bugün her bir parçasındaki gelişme hızla öteki parçalarını etkileyen bir dünya ekonomisinin varlığı hiç kimse tarafından yadsınamayacak bir gerçeklik olarak ortadadır. Sermaye ihracı dünya ekonomisinin tartışılmaz biçimde hâkim eğilimi haline gelmiş ve meta ihracını da bütünüyle kendine tâbi kılmıştır. Öte yandan, üretici güçlerin gelişiminin ulus-devlet sınırlarını çoktan geride bırakmış olduğu da ortadadır. Bu sadece ulaştırma, telekomünikasyon gibi alanlardaki devrimci değişimlerle ortaya çıkmıyor. Bugün sanayiden tarıma, iletişimden askerliğe hemen hemen bütün alanlarda muazzam bir teknolojik güç haline gelmiş olan uzay çalışmaları ve özellikle uydu sistemleri, sadece tekil ulus-devletlerin değil, dünyanın bile sınırlarını çoktan geride bırakmıştır!
Ancak burada bir uyarı yapmak gerekiyor. Günümüzün liberal “küreselleşme” teorisi ve onu izleyerek solda birçok teorisyen, dünya kapitalizminde yaşanan bütünleşmenin ulusal sınırları bütünüyle anlamsız hale getirdiğini ve ulus-devletlerin işlevini ortadan kaldırdığını ileri sürmektedir. Bolşevik teoride ileri sürülen üretici güçler/ulus-devlet çelişkisinin böyle hayalî iddialarla bir ilişkisi yoktur. Bolşevik teori, önemi ve ağırlığı tartışma götürmez olan ulus-devletlerin, üretici güçlerin daha da ileriye gelişmesinin önünde bir engel oluşturduğunu söylüyor. Oysa liberal teori ulus-devletlerin öneminin ve ağırlığının devam ettiğini yadsıyor. İlki tarihin çelişkilerle ve bunların daha yüksek bir düzeyde çözülmesi ile yol aldığı anlayışına bağlı diyalektik yöntemle çalışıyor. İkincisi ise her temel gelişmenin otomatik olarak kendine uygun biçimler yaratacağını ileri süren işlevselci yöntemle. Burada proleter enternasyonalizmi ile küreselleşmeciliğin (globalizmin) sadece politik sonuçları bakımından değil, teorik öncülleri ve yöntemleri bakımından da bütünüyle farklı olduğunu görüyoruz.
Sosyalizmin kuruluşunun ölçeği
Yukarıda Marx ve Engels’in sosyalist kuruluşun ölçeği sorunu karşısındaki tavırlarını tartışırken, iki düşünürün hayatları boyunca içinde yer almış oldukları örgütlerin programatik metinlerinin sosyalizmin uluslararası niteliğini nasıl berrak biçimde ortaya koyduğuna işaret etmiştik. Aynı şey Bolşevik Partisi ve Lenin için de bütünüyle geçerlidir.
Bolşevik Partisi’nin çoğunluğunu oluşturduğu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1903 tarihli ilk programı, bu konuda Marx ve Engels’in kaleme aldıkları programatik metinleri neredeyse kelimesi kelimesine izlemektedir:
Uluslararası mübadelenin ve uluslararası üretimin gelişmesi uygar dünyanın halkları arasında öylesine sıkı ilişkiler yaratmıştır ki, proletaryanın özgürleşme hareketi mutlaka uluslararası olmalıdır ve uzun bir süre önce de uluslararası hale gelmiştir. Bundan dolayı, Rus Sosyal Demokrasisi [komünist hareketin o dönemdeki adı-SS] kendini dünya proletarya ordusunun bir bölüğü, uluslararası Sosyal Demokrasi’nin bir parçası olarak görür.
Bolşevik Partisi, devrimden sonra 1919 yılında programını yenilemiştir. Bu yenilenme sırasında yaşanan ve tutanaklara geçen bir tartışma, bu yazıda ele aldığımız sorun açısından son derece anlamlıdır. Lenin, kaleme almış olduğu programda dönemi “sosyal devrim çağı başlamıştır” ifadesiyle nitelemişken, kongre delegelerinden biri “sosyal devrim” yerine “uluslararası sosyalist devrim” ibaresinin yerleştirilmesinin daha doğru olacağını ileri sürmüştür. Lenin’in bu değişiklik önergesi karşısında söyledikleri tutanaklara şöyle geçmiştir:
Bence bunu belirtmek gereksiz... Sosyal devrimimiz ancak uluslararası bir devrim olarak zafere ulaşabilir. Ülkeyi çevreleyen ülkelerdeki burjuva yapıyı muhafaza ederek, yalnızca Rusya’da zafere ulaşamaz... [Yine de] yanlış anlamaları engellemek için değişikliğin kabulünü öneriyorum.
Bolşevik Partisi’nin girişimiyle kurulan Komintern’in tavrı da son derecede açıktır. 1919’da kurulan Komintern, dönemin sarsıntılı niteliğini göz önüne almış ve bir program kabul etmemiş, kuruluş Manifestosu ile yetinerek, her konudaki tavrını kongrelerinde alınan kararlarla ve kabul edilen tezlerle kodifiye etmiştir. Tartışmakta olduğumuz konu ile ilgili olarak Komintern’in 1922 yılında toplanan IV. Kongresi, Lenin in kaleme aldığı bir kararda şu satırlara yer vermiştir:
IV. Dünya Kongresi, proleter devriminin hiçbir zaman tek ülke sınırları içinde muzaffer olamayacağını, ancak uluslararası ölçekte ve dünya devrimine ulaşarak zafer kazanabileceğini bütün ülkelerin proleterlerine hatırlatır.
Nihayet, Fransız devrimindeki İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ne nazire olarak 1918’de kabul edilen ve Kurucu Meclis’e sovyet iktidarı adına kabul edilmesi için önerilen “Emekçilerin ve Sömürülen Halkların Hakları Bildirgesi” de, sosyalizmin uluslararası ölçeği konusunda bütünüyle açıktır. Bu bildirgeye göre yeni rejimin amacı şudur:
...toplumun sosyalist temellerde örgütlenmesini ve sosyalizmin bütün ülkelerde zaferini sağlamak... Sovyet iktidarı bu yolda, işçilerin sermayenin boyunduruğuna karşı uluslararası ayaklanması bütünüyle zafere ulaşana kadar kararlı biçimde yürüyecektir.
Programatik metinler böyle. Lenin’in kendisi de teorik ve politik çalışmalarında sosyalizmin kuruluşunun ölçeğini aynen Marx gibi uluslararası olarak tarif etmiştir. Burada okuyucuyu sıkmamak için sayısız pasajdan sadece bir-ikisiyle yetinmek zorundayız. Bunlardan birini Lenin’in, özellikle bugünün “küreselleşme” tartışmaları ışığında önem kazanmış bir çalışması olan Marksizm’in Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm’inden (1916) ödünç alalım: “Sosyalizm... ileri kapitalist gelişme aşamasına ulaşmış ülkelerin proleterlerinin birleşik eylemine bağlıdır.”
Öteki alıntı ise Komintern’in 1920 yılında toplanan İkinci Kongresine ulusal sorun ve sömürgeler konusunda sunulmuş tezlerde yer alır. Lenin burada sosyalizmin genel olarak görevini şöyle tanımlar:
...bütün ülkelerin proletaryasınca genel bir plan temelinde düzenlenen dünya çapında birleşik bir ekonominin yaratılması. Bu yönde bir eğilim, bir bütün olarak kapitalizm koşullarında tamamen berrak biçimde ortaya çıkmış bulunmaktadır ve sosyalizm koşullarında hiç kuşkusuz daha da ileriye doğru gelişecek ve tam bir başarıya ulaşacaktır.
Dünya devrimi kavramı
1920’li yıllarda başlayan ve hâlâ devam etmekte olan tek ülkede sosyalizm tartışmasının Marksizm açısından yarattığı en büyük hasarlardan biri, “dünya devrimi” kavramını sosyalist hareketin ezici çoğunluğunun gündeminden çıkarması olmuştur. Bütün 20. yüzyıl boyunca, “dünya devrimi” Trotskist bir kavram olarak görülmüştür ve hâlâ da büyük çoğunlukça öyle görülmektedir. Hiçbir şey, gerçekten bu kadar uzak olamaz. Elbette, 1920’li yıllardan itibaren “dünya devrimi” Trotskiy ve Trotskistler tarafından savunulmuştur. Ama kavram esas olarak Leninist bir kavramdır.
Dünya devrimi ya da aynı şeyi ifade etmek için kullanılan benzer varyantları (dünya sosyalist devrimi, dünya çapında devrim vb.), 20. yüzyıl başında devrimci Marksistlerin (yani II. Enternasyonal’in sol kanadının) tamamı tarafından uğruna mücadele edilen temel hedefti. Doğrudan doğruya sosyalist inşanın (yukarıda uzun uzadıya belgelenen) zorunlu uluslararası karakteri konusundaki anlayışın bir ürünü olarak, proletaryanın devriminin uluslararası çapta düşünülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Kavram, her ülkenin devrimcilerinin kendi ülkelerindeki devrimi uluslararası bir devrimin bütünlüğü içine yerleştirerek politikalarını buna göre belirlemeleri gerektiğini ifade ediyordu. Marx ve Engels döneminde kapitalizm Batı Avrupa’nın dışında sadece Kuzey Amerika’da yayılmış olduğu için kurucular sadece Avrupa devriminden söz ediyorlardı. Oysa 20. yüzyıl başı Marksistleri, özel olarak da Bolşevikler, yeni emperyalizm olgusu dolayısıyla kapitalizm dünyanın bütününü hâkimiyet altına almış olduğu için dünya devrimi kavramını ön plana çıkartıyorlardı.
Lenin’in kendisi dünya devrimi kavramını o denli sık kullanır ki, bütün alıntıların art arda sıralanması mümkün değil. Ama bu konuda Marksist hareket içindeki yerleşik önyargının gücünü göz önüne alarak bazı örnekleri sıralamak zorundayız.
Lenin, hem Sovyet devrimini dünya devriminin sadece bir ilk adımı olarak görüyor, hem de Sovyet iktidarının ayakta kalmasının nihai güvencesini dünya devriminde buluyordu. Rus devriminin kendi başına ele alınması söz konusu değildi. 1918 Kasım’ında VI. Bütün Rusya Sovyetleri Kongresi’nde devrimin birinci yıldönümünü kutlarken Lenin şöyle diyordu:
Biz dünya proleter ve sosyalist ordusunun bölüklerinden biri, birliklerinden biri olmak zorundayız. Şunu her zaman biliyorduk ki, dünya çapında mücadelenin içinden çıkan devrimi biz başlattıysak, bunun nedeni Rus proletaryasının özel bir erdemi ya da ötekilerden ileri olması dolayısıyla değildi. Tam tersine, yalnızca kapitalizmin kendine özgü zaafları ve geriliği ve askeri stratejik koşulların özel basıncı dolayısıyladır ki olayların seyri içinde öteki bölüklerin önüne geçmiş olduk ve onlar bize yetişene ve isyan edene kadar beklemedik.
Yine aynı kongrede, uluslararası durumu değerlendirdiği bir başka konuşmada ise şunları söyler Lenin (aşağıdaki alıntılarda “dünya devrimi” terimindeki vurgular bizimdir):
Dünya devrimi çok uzak değildir, ama özel bir takvime göre de ilerleyemez. İki devrim yaşamış olan bizler bunu anlayabiliriz. Ancak biliyoruz ki, her ne kadar emperyalistler dünya devrimini bastıramazlarsa da, bazı ülkeler muhtemelen yenilgiye uğrayacaktır, hatta daha büyük kayıplar bile mümkündür.
Devrimin üçüncü yıldönümünde Ekim’in zaferinin aslında dünya devrimine bütünüyle bağlı olduğunu daha baştan bildiklerine işaret eder:
O zaman biliyorduk ki, zaferimiz ancak davamız bütün dünyayı fethettiğinde gerçek bir zafer olacaktır, çünkü işe giriştiğimizde sadece ve sadece dünya devrimine güveniyorduk.
Bu yüzdendir ki, yani devrimin ancak uluslararası düzeyde nihai zaferine ulaşabileceğini bildikleri içindir ki, Bolşevikler korkunç bir iç savaşın pençesinde kıvranırken yeni bir Enternasyonal’i (Komintern) örgütlemeye girişmişlerdir. Çünkü dünya devriminin çıkarları ile Rus devriminin çıkarları birdir. 1919’da Lenin Almanya ile 1918’de yürütülen barış görüşmelerine atıfla şöyle yazar:
Brest barışı döneminde... Sovyet iktidarı proletaryanın dünya çapındaki diktatörlüğünü ve dünya devrimini herhangi bir ulusal fedakârlığın üzerinde tuttu, bu fedakârlık ne kadar büyük olursa olsun.
Dünya devrimi kavramının önemini kavrayan sadece Lenin değildir. O kuşağın bütün Marksistleri için dünya devrimi proletaryanın mücadelesinin vazgeçilmez amacıdır. Bolşevik Partisi’nin 1917 yılındaki bütün kongre ve konferanslarında dünya devrimi kararların tam merkezinde yer alır. Rosa Luxemburg, Ekim devriminden sonra Bolşevikleri birçok konuda eleştirdiği halde şu satırları yazmıştır:
“Bolşeviklerin politikalarında dümeni bütünüyle proletaryanın dünya devrimine çevirmiş olmaları, politik uzak görüşlülüklerinin, ilkeli kararlılıklarının ve politikalarının cesur ufkunun en parlak kanıtıdır.”
Nihayet, 1928’de kabul edilerek Komintern’i tek ülkede sosyalizme bağlayan programın yazarı Buharin de, daha erken bir aşamada, devrimin hemen sonrasında, halka komünizmi anlatmak için Yevgeni Preobrajenskiy ile birlikte kaleme aldığı parti el kitabı Komünizmin ABC’si’nde şöyle demektedir:
“Komünist devrim ancak bir dünya devrimi olarak zafere ulaşabilir... İşçilerin yalnızca tek bir ülkede iktidara gelmiş oldukları bir durumda ekonomik inşa son derece güç olacaktır... [K]omünizmin zaferi için dünya devrimi gereklidir... Komünist işçi hareketi ancak uluslararası bir komünist hareket olarak zafere ulaşabilir.”
Yalıtılmış devrimler
Bütün bunlar Lenin ve düşünce arkadaşlarının proletaryanın bütün ülkelerde aynı anda iktidara geleceğini bekledikleri anlamına gelmez. Lenin’e göre “dünya proleter devrimi... tek bir süreç”tir, ama bir dizi iniş çıkıştan geçen, farklı ülkelerde farklı tempolarda gelişen bir süreç, yani dolayımlardan örülmüş, gerçek bir diyalektik süreç. Lenin 1915’te (daha sonra üzerinde büyük fırtınalar kopacak olan) bir metninde (“Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”), “sosyalizmin zaferinin başlangıçta az sayıda kapitalist ülkede ya da hatta yalnız başına alınmış tek bir ülkede mümkün” olduğunu belirtir (Lenin, 1977b: 342). Nitekim böyle de olmuştur. Ekim devrimi Almanya’da, Macaristan’da, Finlandiya’da, İtalya’da, hatta uzak İskoçya’da çok ciddi devrimci sarsıntılar yaratmış olsa da, sonunda proletaryanın Sovyetler ülkesindeki iktidarı uzunca bir süre boyunca yalıtılmış olarak kalmıştır. Bu durumda soru şudur: sosyalizmin zaferinin ancak dünya çapında sağlanabileceği anlayışında Marx’ın sadık izleyicileri olan Lenin’in ve Bolşeviklerin yalıtılmış devrimler konusundaki tavırları nedir? Bu soru bir bakıma Marx’ın Fransa’da proleter devriminin Britanya’ya sıçramadığı takdirde “bir bardak suda fırtına” olarak kalacağını belirttiği duruma ilişkindir. Marx, Avrupa devriminin eşitsiz gelişmesi bağlamında devrim Britanya’yı fethedemediği takdirde ne olacağını ve ne yapılması gerektiğini hiçbir yerde tartışmamıştır. Ama 1917’den sonra soru bütün yakıcılığı ile Bolşeviklerin gündemine oturduğu için, Lenin ve düşünce arkadaşları bu konuda Marx ve Engels’ten kaçınılmaz olarak bir adım öteye geçmek zorunda kalmışlardır. Bu sorunu tartışırken bütünüyle bilincinde olmamız gereken mesele, bunun bir program sorunu değil, bütünüyle bir strateji, hatta taktik sorunu olduğudur.
Lenin, her şeyden önce bir konuda bütünüyle berraktır. Yalıtılmış devrim, uzun vadede kapitalizmle yan yana barış içinde yaşayamaz. Ya biri ya da öteki galip gelecektir. Bu noktayı defalarca açıklıkla dile getirmiştir. Örneğin Mart 1919’da şöyle demiştir:
Sadece bir devlet içinde yaşamıyoruz, bir devletler sisteminde yaşıyoruz. Sovyet Cumhuriyeti’nin uzun bir süre boyunca emperyalist devletlerle yan yana var olması düşünülemez. Sonunda, ya bir taraf ya da öteki taraf galip çıkacaktır.
Burada taraflardan birinin ötekine üstünlüğünü sağlayacak olan yalnızca askeri güç de değildir. Lenin, proleter iktidarının dünya pazarından kopamayacağını, dolayısıyla kapitalizm karşısında ekonomik olarak da yenilgiye uğrayabileceğini düşünmektedir: 1922’de partinin 11. Kongresinde şöyle demiştir:
Rus pazarı ve tâbi olduğumuz, bütünüyle bağlı olduğumuz, kopamayacağımız uluslararası pazar tarafından bize hazırlanmakta olan bir sınav ile [karşı karşıyayız]. Bu ciddi bir sınav, çünkü burada bizi ekonomik ve politik olarak yenilgiye uğratabilirler.
Bu bütünsel bakış açısından çıkacak sonuç ancak şu olabilir: Tek bir ülkede yalıtılmış proleter iktidarının uzun vadede tek güvencesi, Lenin’in defalarca söylediği gibi, devrimin başka ülkelere, en başta da ileri ülkelere yayılmasıdır. Proleter devletinin, devrimin başka ülkelerde zafere ulaşmasına kadar görevi de ayakta kalmaya çalışmaktır. Lenin daha Ekim devrimi zafere ulaşmadan önce bile bu perspektifi dile getirir:
...şimdi bu koşullar mevcutken, eğer korkutulmaya izin vermezlerse ve iktidarı ele geçirmeyi başarırlarsa, dünyada hiçbir güç Bolşevikleri dünya sosyalist devriminin zaferine kadar iktidarı ellerinde tutmaktan alıkoyamaz.
Brest Litovsk barış antlaşması tartışmasına da Lenin aynı anlayışla yaklaşmıştır:
“Bizim için önemli olan, genel bir sosyalist devrim gerçekleşene kadar ayakta durmaktır, bunu ise ancak barışa imza atarak sağlayabiliriz.”
Rusya Komünist Partisi’nin 1918’de toplanan Yedinci Kongresi şu gizli kararı alır:
“Kongre, Rusya’da zafer kazanmış olan sosyalist devrimin sağlam biçimde yerleşmesi (konsolidasyonu) için tek güvenilir garantiyi, devrimin uluslararası bir işçi devrimine dönüşmesinde görür.”
Elbette, bir yandan devrimi uluslararası bir devrime dönüştürme çabası devam ederken, bir yandan da Sovyet devletini ayakta tutmak temel bir görevdir. Lenin, 1922’de bu görevi şöyle ifade etmiştir:
Düşüncemiz şuydu: Ya uluslararası devrim yardımımıza gelir, ki bu durumda zaferlerimiz bütünüyle güvence altında olacaktır; ya da yenilgi durumunda yine de devrim davasına hizmet etmiş olduğumuz ve deneyimimizin başka devrimlere yardım edeceği bilinciyle alçakgönüllü devrimci çalışmamızı yaparız... Bu bilince rağmen, Sovyet sistemini her koşul altında ve bedeli ne olursa olsun muhafaza etmek için elimizden geleni yaptık, çünkü biliyorduk ki sadece kendimiz için değil, uluslararası devrim için çalışıyorduk.
Görüldüğü gibi, Lenin döneminde Rus devrimcileri sadece dünya devrimini geliştirme çabası içinde olmakla yetinmek gibi bir anlayışa sahip değildir. Aynı zamanda Sovyet iktidarını eldeki bütün olanaklarla muhafaza etmek söz konusudur. Ama yukarıdaki alıntıda vurgulu cümlecikte belirtildiği gibi, Sovyet iktidarının muhafazası da dünya devrimine hizmet etme amacını gütmektedir, işte tek ülkede sosyalizm programı ile birlikte bu bağ kopmuştur.