Hatip olarak Trotskiy
Senin 1 Mayıslarını gördük!
Uğultularla duyduk
Kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi!
Nâzım Hikmet
20. yüzyılda dünya sosyalist hareketinde üç önder hitabet yetenekleri bakımından belirgin biçimde öne çıkar. Yüzyıl başında Fransız sosyalizminin önderi Jean Jaurès; 20. yüzyılın ikinci yarısında Küba devriminin önderi Fidel Castro; arada Ekim devriminin iki büyük önderinden biri olan Trotskiy.
Eldeki kaynakların gösterdiği farklar şöyle özetlenebilir: II. Enternasyonal’in en görkemli döneminde zaten inanmış kitlelere hitap eden Jaurès, sözünün zarafeti ve konuşmasının ahengi ile öne çıkmıştır. Hitabeti o kadar güçlüdür ki Fransız emperyalizmi, savaşa karşı kitleleri peşinden sürüklemesinden korkarak onu 1914’te savaşın başlamasından birkaç gün önce bir meczuba öldürtmüştür.
Seçtiği politik strateji dolayısıyla iktidar mücadelesi sırasında kitlelere hitap edecek bir gelenekten değil, küçük gerilla birliklerinin komutanlığından gelen Fidel Castro, devrimden sonra bazen yüz binlerce, bazen bir milyon insana Havana’nın Plaza de la Revolución’unda (Devrim Meydanı) hitap ederken, kitleleri üç, dört, beş saat boyunca büyülercesine kendine bağlayan bir güçle konuşmuştur.
Ama her ikisi de sonuçta zaten kendisinin savunduğu davaya inanmış insanlara hitap ediyordu. Bir hatip olarak Trotskiy’i ayıran şaşkınlık verici şey, ikna gücüydü. En olmadık topluluklara hitaben yaptığı konuşmalarda onları anında karşı oldukları fikirlere kazanıyor, hatta o fikirler uğruna seferber etmeyi beceriyordu. İlk tanığımız, devrimden sonra öğrenci olarak bulunduğu Moskova’da onu defalarca dinlemiş olan Nâzım Hikmet olsun.
Nâzım anlatıyor
Nâzım, üniversiteden mezun olunca Türkiye’ye döndüğünde 1924 Ekim ayında Son Telgraf gazetesinde bir dizi yazı arasında Trotskiy üzerine de bir yazı yayınlar. (Bu yazı Devrimci Marksizm dergisinin 20. sayısında okunabilir.) Yazıda Trotskiy hakkında bir üniversiteli öğrenci kadın şöyle der: “Menbaı [kaynağı] bitmez tükenmez bir belagata [güzel söz söyleme sanatı], kısılması imkân haricinde bir sese sahiptir.”
Ama bu yazıda anlatılanlar arasında en önemlisi bir işçinin öyküsüdür:
“Beyazlar Petrograd’ın sekiz kilometre yakınına gelmişlerdi ve üç dört saat sonra şehre gireceklerdi. Bolşevikler için bir tek kurtuluş çaresi vardı: Benim çalıştığım fabrika amelesini beyazlara karşı göndermek. Hâlbuki biz bilâistisna hepimiz Menşevik idik ve inkılâbın başladığı andan itibaren her türlü vatandaş muharebelerine [iç savaş çarpışmalarına] karşı bitaraf kalmıştık… Yine bitaraf kalacaktık… Fakat…
Fakat Troçki fabrikaya geldi… Ve biz beş bin Menşevik, koyu Menşevik amele silahları kaptığımız gibi Bolşevik bayrağı altında cepheye koştuk…
Bu iş nasıl mı oldu? Nasıl olacak! Troçki geliyor dediler! Biz hepimiz, istemeyiz, kahrolsun! diye bağrıştık. Fakat o hiç aldırmadan bilâpervâ aramıza girdi. Fabrikanın büyük meydanında toplaştık. O ağır ağır yürüyerek yüksek duvarın dibindeki bir makine harabesinin üstüne çıktı ve birdenbire bize yüzünü çevirdi. Biz mütemadiyen, defol buradan! diye avaz avaz haykırıyorduk. Ani bir hareketle yırtık eski şapkasını çıkardı. Siyah saçları geniş alnının iki yanından çatık kaşlarının üstüne düştü. Gözleri yandı. Haykırışlar yavaş yavaş kesildi. Hiçbir hareket yapmadan bize bakıyordu. Sustuk. Kımıldamaksızın durdu. Troçki’nin yanan gözleri büyüdü ve ben artık o iki gözden başka bir şey görmez oldum… Sonra bir anda o iki muazzam ocak gibi yanan gözler körüklenmiş gibi parladı ve binlerce çanın haykırmasını andıran bir uğultu kulaklarımda inledi:
-Yoldaşlar… Düşman 8 kilometre yakında, inkılâp tehlikededir. Silah başına!...
Ne oldu bilmiyorum, meydanı dolduran beş bin kişi, beş bin Menşevik amele emre itaatkâr bir ordu gibi soldan döndü ve Troçki’nin parmağıyla gösterdiği kapıdan fırlayarak dışarıda hazırlanmış olan silah dolu kamyonlara hücum ettiler ve cepheye gittiler… Ben o günden beri Bolşevik Fırkasının azasıyım ve beş bin amelenin hepsinde bugün vatandaş muhaberelerinden kalan bir iki yara vardır!”
Dünyayı sarsan konuşmalar
Trotskiy’in kitleleri ikna etme yeteneğinin en canlı tanıklarından biri, Ekim devrimini, içinden yaşayarak anlattığı Dünyayı Sarsan On Gün kitabıyla ölümsüzleşen Amerikalı komünist gazeteci John Reed olmuştur. Ekim devriminin hemen öncesinde Petrograd İşçi Sovyeti’ndeki tartışmaları anlatırken şöyle yazıyor Reed:
“Sonra Bolşevikler adına Troçki bir fırtına gibi coşan alkışlar arasında kürsüye çıktı. Zayıf, sivri yüzü hınzırca bir ifade aldığı zaman sanki bir şeytandı.”
Düşman askerlerini devrime kazanmak
Trotskiy’in bu yeteneği sadece büyük işçi kolektiflerine hitap ettiğinde ortaya çıkmıyordu. En olmadık toplulukları hitabet yeteneğiyle ikna etmeyi başarıyordu. Bunun bir örneği, Şubat devrimi sonrasında sürgünde olduğu ABD’den dönerken Britanya devletinin esir kampına düştüğünde yaşanmıştır. Britanya’nın esir kampında kim olur? “Düşman” Almanya’nın askerleri. Trotskiy ise Britanya’nın müttefiki olan Rusya’nın vatandaşıdır ama devrimci olduğundan esir alınmıştır. 800 Alman askeri karşısında, üç yıldır o ülkeyle şavaşmakta olan Rusya vatandaşı üç-beş devrimci! Patlayıcı madde! Ama Trotskiy, bu askerlere söylevler vermiş, Rus devrimini, işçi ve asker sovyetlerini, Lenin’i ve elbette Alman ulusunun büyük evladı Liebknecht’i anlatmıştır. Hayatım kitabında, “Orada bulunduğum bütün bir ay sürekli bir kitle toplantısı gibiydi” diye yazar. Sonunda Petrograd Sovyeti, 1905’teki başkanını kurtarmak için Rus hükümeti üzerinde baskı uygulayınca Trotskiy salıverilir. İngiliz komutan, Alman askerlerini devrimci komünistler hâline getirmeye başlayan Rus devrimcisinden kurtulduğuna mutlaka çok memnun olmuştur!
“Asker kaçağı yoldaşlar!”
Trotskiy Kızıl Ordu başkomutanı iken bir hatip olarak yetenekleri elbette devrimin çok işine yaramıştır. Askerlere yaptığı moral konuşmaları arasında bir tanesi komik insani özellikler taşır. Kızıl Ordu’ya asker alımı için zorunlu askerlik başladıktan sonra, savaş tiyatrolarına uzak bölgelerde yaşayan genç köylüler arasında, biraz da meselenin ciddiyetini kavrayamadıkları için göreve gitmeyenler vardır. Bunlara resmi terminolojide “asker kaçağı” denir. Bir bölgede Savaş Komiserliği bunları bulur, kitlesel olarak bir kışlada toplar. Trotskiy bölgeden geçiyor olduğu için bunları görmek ister. Yardımcıları karşı devrimci bir tepkiden korkarlar ama o ısrar eder. 15 bin asker kaçağı açık havaya çağırılır. Trotskiy bir masanın üzerine fırlar ve konuşmaya başlar: “Asker kaçağı yoldaşlar!” Konuşma bir buçuk saat sürer. Sonrasını Trotskiy’den dinleyelim:
“Onları kendi gözlerinde değerli kılmaya çalıştım; sözlerime son verirken, devrime olan bağlılıklarının işareti olarak ellerini kaldırmalarını söyledim. Yeni fikirler gözlerimin önünde bulaşmaya başlıyordu onlara. Gerçek bir şevk içine girmişlerdi; beni aracıma kadar getirdiler, gözleriyle yercesine bakıyorlardı bana; daha önce olduğu gibi korkuyla değil, coşkuyla; en yüksek perdeden bağırıp duruyorlardı. Neredeyse gitmeme izin vermeyeceklerdi. Sonradan biraz gurur duyarak öğrendim ki, onları terbiye etmenin en sağlam yollarından biri, ‘Trotskiy Yoldaş’a ne vaat etmiştin?’ diye sormak olmuş. Sonraları, Ryazan ‘asker kaçakları’ cephelerde gayet güzel çarpıştılar.”
Şeytan ve yılan
Bolşevik devrimini Menşevik işçilerle savunmak, düşman askerini devrimci yapmak, asker kaçağından kahraman yaratmak. Jaurès ve Castro’nunkinden biraz daha zor değil mi? Bizde ne derler? Tatlı söz yılanı deliğinden çıkartırmış!
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Aralık 2015 tarihli 74. sayısında yayınlanmıştır.