Çözülüşünün 30. yıldönümünde Sovyetler Birliği üzerine düşünceler
Aşağıdaki yazı, Devrimci Marksizm dergisinin Yayın Kurulu tarafından, derginin İngilizce yıllığı olan Revolutionary Marxism’in 2021 sayısının (son günlerde yayınlanmış bulunuyor) Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çözülüş ve yıkılışının 30. yıldönümü vesilesiyle yayınlanan dosyasına giriş olarak yazılmıştır. Devrimci Marksist hareketin bu konudaki görüşlerini ifade eden bu yazının bir yoldaşımız tarafından yapılan çevirisini, bu tarihi olayın tam tamına 30. yıldönümü olan 26 Aralık 2021 günü yayınlamanın uluslararası işçi sınıfının gelecekte vereceği mücadeleler bakımından yararını göz önünde tutarak yazıyı okurlarımızla paylaşıyoruz.
Otuz yıl önce, tamı tamına 26 Aralık günü, Sovyetler Birliği’ni oluşturan cumhuriyetler birliğin çözülüşünü ilan ettiler. Bu kansız karşı devrim, Sovyetler Birliği’ne ve dolayısıyla onu oluşturan cumhuriyetlere tüm ağır bürokratik bozulmalarına ve savrulmalarına rağmen işçi devleti karakterini veren bütün özelliklerin yok olmasına yol açan bir zincirleme tepkimenin başlangıcı oldu.
Misketler misali bambaşka yönlere dağılan cumhuriyetler, geleceklerini çok farklı yollar seçerek kurdular. Batıda Baltık cumhuriyetleri, Doğu Avrupa’daki eski işçi devletleriyle beraber Avrupa Birliği’ne katılarak işçi devleti geçmişi namına kalan ne varsa silkip attılar. Doğuda Orta Asya’daki Türki ve Farisî halklar, bizzat bürokrasinin dayattığı demokrasi önündeki engellerle dolu politik biçimine rağmen ilerici unsurlar taşıyan çokuluslu federasyonun çözülüşüyle serbest kalarak yirminci yüzyılda olmadığı kadar gaddarlaşan sözüm ona eski “komünist” liderlerin istibdadı altında kaldı. Yalnız tek bir ülkede, Kırgızistan’da iktidar değişikliği yaşandı. Fakat o değişiklikler de politik hiziplerle iç içe geçmiş mafyanın bazı kanatlarının (kendi de o yoldan iktidara gelmiş) diğer bir kanadı şiddetle iktidardan indirmesinden ibaretti. Diğer diktatörler ülkelerini Kim ailesi yönetiminde benzer biçimde çok önceden yozlaşmış Kuzey Kore’nin trajikomik hâlini andırır biçimde yönetmeye devam ettiler. Fakat eski Sovyet cumhuriyetlerinin hali, işçi sınıfının kazanımlarının hâlâ var olduğu Kuzey Kore’ye göre daha beterdi.
Doğuda ve batıdaki ülke grupları kendi içlerinde görece kader ortaklığı ederken, kuruluş döneminde SSCB’nin tam merkezinde yer alan cumhuriyetler, yani Rusya Federasyonu, Ukrayna, Belarus ve üç Kafkas ülkesi Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan birbirinden apayrı yollara girdiler. Tarihin acı bir tekerrürü olarak Azeriler ve Ermeniler, yirminci yüzyılın başından bu yana Kafkasya’nın veya çevre bölgelerin her büyük toplumsal kriz anında şahit olduğu gibi sınıf mücadelesinde ortaklaşmak yerine birbirlerinin boğazına sarıldılar. Ancak bölgedeki genel gelişme çizgisine esas damgayı vuran unsur, 1990’larda emperyalizmin sadık hizmetkârı Yeltsin zamanında dahi başlamış olan, ancak 21. yüzyılda Putin karşısında daha da sertleşen biçimde, ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmlerinin ortak olarak güttüğü Rusya Federasyonu ve daha küçük cumhuriyetler arasına nifak sokma politikası oldu.
Bu politikanın en önemli sonuçları Gürcistan’da (“Gül Devrimi”, 2003) ve Ukrayna’da (“Turuncu Devrim”, 2004-2005) “renkli devrimler” olarak anılan kitle hareketleri, Gürcistan’ı yara bere içinde bırakan 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı, 2014 Maydan isyanı ve Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna’nın doğusunda Donbas’ta yeni kurulan Donetsk ve Luhansk’taki “Halk Cumhuriyetleri”ne el altından destek vererek isyana karşılık vermesi oldu. Belarus ise bugüne dek kapitalist sosyo-ekonomik ilişkileri eski Sovyet döneminden kalma devlet biçimiyle harmanlamaya çalışan Lukaşenka’nın koyu istibdat rejimi altında iki arada bir derede kalmış vaziyette.
Devlet biçimi, rejim ve farklı ülkelerin jeo-stratejik satranç tahtasındaki konumları bakımından tüm bu çeşitliliğe rağmen, bir olgu hiç tartışmasız öne çıkıyor: kapitalizmin yeniden tesisi tüm ülkelerde toplumsal ilişkilere şeklini veren esas unsur oldu. Bu sebeple bölgenin geleceği açısından önemi tartışılmaz olan emperyalist güçlerle ilişkilerde ne derece fark olursa olsun, bölgesel ve uluslararası alanda tarihsel öneme sahip esas hareket, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber 1917 Ekim Devrimi’nin kazanımlarının ve bilhassa sosyalizme geçiş aşamasındaki bir toplumun sosyo-ekonomik ilişkilerinin yok edilmesi oldu. Bu ilişkilerin temelinde başlıca üretim ve dolaşım araçları üzerinde kamu mülkiyeti, ücretli emeğin özel ekonomik aktörlerce kâr amaçlı kullanımının yasaklanması, merkezî planlamanın piyasaya üstünlüğü, Sovyet bölgesi iç pazarının özellikle dış ticaret üzerinde devlet tekeli ve uluslararası borsalarla bağların kesilmesi vb. aracılığıyla değer kanununun yönetiminden korunması ve en önemlisi tam istihdam yoluyla emek gücünün meta karakterinin ilgası yatıyordu.
Kısacası, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, farklı yollardan ve her ülkede farklı hızla da olsa tüm eski Sovyet bölgesinde işçi devletlerinin çöküşünü de beraberinde getirdi. Bu süreç her zaman hızlı ve barışçıl biçimde yaşanmadı. Karşı-devrimi simgeleyen en önemli olay ordunun 4 Ekim 1993’te Rusya Yüksek Sovyeti’ni bombalaması ve basmasıydı. Devlet Başkanı Yeltsin, hiçbir yetkisi olmaksızın Eylül 1993’te o ana kadar Rusya Federasyonu’nun yasama organı olarak çalışan Yüksek Sovyet’i feshetti. Buna cevaben Yüksek Sovyet’in liderleri parlamento binasını işgal etti, başkanı azletti ve başkan yardımcısı Alexandr Rutskoy’u geçici başkan olarak görevlendirdi. Yeltsin bu gelişmeye orduya parlamento binasını bombalamasını ve basmasını emrederek yanıt verdi. Bunu takip eden, Rusya’yı iç savaşın eşiğine getiren, bir sürü sokak çatışmasına şahit olan ve yüzlerce insanın canına mâl olan on günlük çatışma, Yeltsin’in, yani tartışmasız karşı-devrimci tarafın zaferiyle sonuçlandı. Bu an, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden o yana birliğin en büyük ve kilit konumdaki cumhuriyeti Rusya Federasyonu’nda süregelen karşı-devrim sürecinin zirvesiydi. Başka bir deyişle Birliğin dağılışı beraberinde Ekim Devrimi’nin dünya tarihine en büyük hediyesinin, yani işçi iktidarının bir aracı olarak sovyetin de çözülüşünü getirdi. Böylece Lenin ve Trotskiy önderliğindeki Bolşevik Parti’nin idaresinde Ekim Devrimi’nin ürünü olan işçi devletinin bu en temel bileşeni de ortadan kaldırıldı. SSCB’nin otuz yıl önce 26 Aralık’ta çözülüşünün tarihsel anlamı budur.
Meselenin bu kısmı ayan beyan açık. Asıl araştırılması ve düşünülmesi gereken şey, Rus ya da genel olarak Sovyet proletaryasının, Ekim Devrimi’nin ve bu devrimin yarattığı devletin ürünü olan, yetmiş beş yılı aşkın sürede nesiller boyu Sovyet işçi ailelerinin yaşam tarzlarının bir unsuru haline gelmiş, eşi menendi gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi görülmemiş sosyo-ekonomik kazanımları korumak amacıyla ve sosyalizmin ilk anavatanında kapitalizmin yeniden tesisini durdurmak için neden kollarını sıvayıp kavgaya girmemiş olduğudur. Yirmi birinci yüzyılda yeni devrimler yapacak ve sonrasında yirminci yüzyıldaki öncüllerin hatalarına ve engellerine takılmadan sosyalizmi inşa etmeye soyunacaksak, bu soru Marksistlerin önünde dikilen belki de en önemli sorudur.
Uluslararası sol, akıllara durgunluk verecek biçimde başını öte yana çeviriyor. Kapitalist restorasyonun eski işçi devletlerini vahşice hallaç pamuğu gibi atmasından yana otuz yıl geçti, daha ortada yirminci yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin çöküşünü açıklamaya yönelik ciddi bir çaba yok. Daha önemlisi, geçmişte Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin “uluslararası komünizm”in lideri olduğunu insanı bıktıracak derecede tekrarlayıp duran cenahtan teorik düzeyde tek bir açıklama yok. Halbuki uluslararası komünizmin değil kapitalist restorasyonun önderliğini tam da bu söz konusu parti yürüttü! Unutulmasın ki bir zamanlar sözüm ona komünist kamp içinde bu partinin kanlı bıçaklı düşmanı kesilen Çin Komünist Partisi (ÇKP) de aynı yola girmiştir. Bugün ÇKP hâlâ eski Çin işçi devletinin kır komünü, “demir pirinç kâsesi” ve taşranın hafif sanayiinin yıkıntıları üzerinde kapitalizmin restorasyonunu idare etmekle meşgul. Sovyet ve diğer nomenklaturaların şatafatlı hayat biçiminden istifade edip de hizmet ettikleri sözde komünist partilerin başarılarını övüp duran gevezeler, bu soru karşısında küçük dilinizi yutmuş gibi susuyorsunuz, utanın! Emperyalist ülkelerin ve bağımlı ülkelerin Sovyetler Birliği dağılmadan evvel onun erdemlerini durmak bilmeden öven aydınları, şimdiki sağır edici sessizliğinizden utanın! Tam da bu sessizlik yirminci yüzyıl sosyalist inşa deneyiminin katillerini ele vermiyor mu?
Devrimci Marksizm proletaryaya ve genel olarak insanlığa yönelik işlenmiş bu suç karşısında sessiz kalmadı. Gerek Sovyetler Birliği’nin ve uluslararası alanda işçi devletlerinin çözülüş ve çöküşleri karşısında, gerekse Çin ve benzeri ülkelerde kapitalizmin içten içe restorasyonu konusunda sürekli ve sistemli yayın yaptık. Ekim Devrimi’nin topraklarında sosyalizmin çöküşünden Çin’de işçi devriminin içten içe imhasına kadar bu meselenin her alanına özel sayılar ayırdık. Şu anki dönemin önemli bir eşik noktası olan Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün otuzuncu yılında da Sovyet Devleti’nin çöküşüne, modern tarihteki benzersizliğine, çöküşünün altında yatan sebeplere ve gelecek için önemine dair bir dosya ayırdık. [Bu ifade Rusya’dan RPK ve OKP adlı iki partiden ve Yunanistan’dan EEK’ten yoldaşlarımızın da yazılarını içeren ve bugünlerde uluslararası sitemiz RedMed’de yayınlanmakta olan dosyayı kast ediyor. Bu yazıları Türkçeye çevirmek hiç olmazsa şimdilik mümkün olmadı.]
Dosyanın ilk yazısı tarihsel önem taşıyor. 1991 öncesi dönemin o zaman ardı arkası kesilmeden yalan söyleyen ve çöküşten sonra sesleri kesilen gevezelerinin aksine, hem ilk proleter devletinin ihtişamını ve ilk merkezî planlama üzerine kurulu toplum deneyini hem de Lenin’in partisinin komünist kadroları ve işçileri utanç dolu korkunç bir süreç içinde ezerek dünya devriminin yolundan sapmasını tecrübe etmiş bir aydın olarak Yosif Grigoryeviç Abramson, ilk ve en gelişkin işçi devletinin çözülüşüne giden aşamaları otuz yıldır ilmek ilmek inceliyor. Burada onun sosyalist vatanının parçalanmasının ve yok edilmesinin ardında yatan nesnel ve öznel sebeplere dair ulaştığı sonuçları yayımlamaktan şeref duyuyoruz. İşte Sovyet devletinde bir komünist olarak yaşamış, şimdi geçmişe eleştirel gözle bakarak tüm deneyimi gelecek kuşaklar aynı hatalara düşmesin diye anlamaya ve açıklamaya çalışan bir insan! Ulaştığı sonuçlarla hemfikir olabilirsiniz veya olmayabilirsiniz. Ancak hayata kaşı Marksist tutumun esası burada görülüyor: Yosif Grigoryeviç, hayatın tüm karmaşasıyla dürüstçe ve açık sözlü biçimde boğuşarak Sovyet önderliğinin uzun zaman saklı kalmış suçlarını açığa çıkarıyor. Cesareti ve derin bakış açısıyla taçlanan dürüstlüğü, Yosif Grigoryeviç’i genç Marksistler için bir rol modeli haline getiriyor. Abramson gibi bir yoldaşımız olduğu için gurur duyuyoruz.
Savas Mihail-Matsas ve Sungur Savran yoldaşlarımızın yazılarının her ikisi de Kasım ayında Leningrad’da (Petersburg) düzenlenen bir konferansta tebliğ olarak sunulan metinler. Mihail-Matsas’ın yazısı, çağımızın ve Sovyet devletinin karakterini tartışarak geçmişten geleceğe uzanıyor ve Sovyet devletinin günümüzde güncel önemini dünya çapında koruduğu ve gelecekte de koruyacağı sonucuna ulaşıyor. Sungur Savran ise SSCB’nin ulussuz bir devlet olarak benzersizliğine işaret ediyor ve bu devlet biçiminin sınıfsız topluma giden yolda ulusların kaynaşmasına yönelik enternasyonalist bir programa en uygun biçim olduğunu söylüyor.