Hikmet ve Hikmet
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile
Nâzım Hikmet, “Otobiyografi”
Hikmet Kıvılcımlı ilgili son yazımıza geldik. Bu yazıda göreceğiz ki, Türkiye’de komünizm 1930’lu yıllarda bambaşka bir yola girme şansını yakalamış ama bu şans kaçmıştır. Ancak daha oraya girmeden bir önceki yazımızda değindiğimiz bir konuya çok yeni düşen bir aydınlığa değinmemiz yararlı olacak.
Şeyh Bedreddin İhtilali karşısında Kıvılcımlı
Bir önceki yazımızı (“Hikmet Kıvılcımlı: Bir Ön Eleştiri”) okuyan bazı okurlarımız hatırlayacaklardır. Kıvılcımlı’nın en önemli teorik tezi olan ve Tarih Tezi’nin belkemiği rolünü gören “tarihsel devrim” tezine, özellikle Selçuklu-Osmanlı geleneğine uygulanmasına ilişkin temel bir teorik eleştiri yapmıştık. Meraklı okur, yazının “Tarih Tezi’nin dehlizleri alt başlığıyla açılan bölümünün başlarında bu eleştiriyi okuyabilir. Çok kısaca özetlersek, eleştiri Kıvılcımlı’nın ta İstanbul’un fethine kadar Osmanlı’yı “barbar” saymak anlamına gelen bir biçimde fethi “tarihsel devrim” saymasına itiraz ediyor, Osmanlı’nın, hatta ondan önce Selçuklu’nun dahi sınıf toplumunun bütün özelliklerini geliştirmiş olduğunu ileri sürüyorduk. Evet, Türkmen göçebe aşiretler vardı, fetih sürecinde oynadıkları rol de önemliydi, ama bu, Fatih’in kendisi için de “barbar” nitelemesine izin vermezdi.
Bu eleştirinin bir uzantısı olarak da bizce o çağda Anadolu’da ve Balkanlar’da esas devrim dinamiğinin tam da bu sınıf toplumunun hâkim sınıfları ile komünal bir yaşamın bazı yönlerini devam ettirmekte olan göçebe aşiretler arasındaki çelişkiler olduğuna işaret ediyorduk. Gayet temkinli biçimde şöyle yazmıştık:
“Bunun kaçınılmaz bir sonucu, Tarih Tezi’nin mantığının Anadolu’daki gerçek devrimlerin, birer toplumsal devrim olan 1240 Babaî İhtilali ile 1416 Şeyh Bedreddin İhtilalinin, birer tarihcil devrim olamayacağıdır. Çünkü ezilen ve sömürülen sınıfların hâkim sınıflara karşı (erken komünist, proto-komünist) ayaklanmalarıdır. Biz Hikmet Kıvılcımlı’nın tarih tezini sergilediği çalışmalarına hâkim olmadığımız için bunu ihtiyatla söylüyoruz. Bu yüzdendir ki, Anadolu’daki gerçek devrimler olarak adlandırdığımız Babaî İhtilali ile Şeyh Bedreddin İhtilali’nin “Tarih Tezi” ile değil “Tarih Tezi’nin mantığı” ile çeliştiğini söyledik. Doktor’un bu iki devrimle ilgilenmemiş olması bize mümkün görünmüyor. Ama Tarih Tezi hakkında epey bir şey okuduğumuz halde hiçbir yorumcunun Doktor’un bu konudaki fikirlerine değindiğini görmedik. Dolayısıyla şimdilik bunu geçici bir eleştiri olarak formüle ediyoruz.”
İhtiyatlı konuşmakta haklıymışız. O yazının yayınlanmasının ertesinde Marksist tarih alanında Balkanlar ve Anadolu üzerine derinlemesine çalışmalar yapan dostumuz Alp Yücel Kaya yolladığı bir notta, başka önemli bazı mülahazalar belirtmenin yanı sıra, bu tartışmaya ışık tutabilecek bir belgeye dikkatimizi çekiyordu.
Kıvılcımlı gerçekten de Şeyh Bedreddin üzerine kapsamlı bir çalışma yapmış ve bunu 1960’lı yıllarda kendisinin çevresiyle birlikte yayınladığı Sosyalist dergisinin 20 Ocak 1966 ile 22 Aralık 1970 tarihleri arasında yayınlanan 1-7. sayıları boyunca tefrika etmiş. (http://www.turkiyedireniyor.org/hikmet-kivilcimli-kadi-israiloglu-simavnali-seyh/) Türkiye Direniyor internet sitesi de bunu yayınlamakla gayet iyi bir şey yapmış. Şimdi artık bir önceki yazıda “geçici bir eleştiri” olarak formüle ettiğimiz fikirlerimizi bir adım ileri taşıyabiliriz.
Bir kere, açık biçimde söylemek gerekir ki Kıvılcımlı Şeyh Bedreddin ayaklanmasını açıkça toplumsal devrim olarak sınıflandırıyor: “Tarihsel devrim yerine sosyal devrimi geçiren en şuurlu ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı olan modern çağın ilk en önemli müjdecisidir.” Bu, son derecede memnun edicidir. Doktor, tarih konusundaki engin bilgisiyle Şeyh Bedreddin’in geçmişine, atalarına ilişkin çok ayrıntılı bilgiler sağlıyor bize. Devrim konusunda yazdıkları çok daha sınırlıdır ve bugünkü bilgilerimize yeni bir şey katmıyor.
Bunu söyledikten sonra ortada iki sorun kalıyor. Bunlardan biri Kıvılcımlı’nın şu iddiasıdır: “Şeyhin zamanına dek medeniyetler, dıştan gelme barbar akınlarının tarihsel devrimi ile yıkılırlardı. Şeyhin zamanındaki Aksak Timur akını o çeşit dıştan yıkıcı devrimlerin en sonuncusuydu.” Bilindiği gibi Şeyh Bedreddin ve Aksak Timur’un paylaştığı zaman 14. yüzyıl sonu-15. yüzyıl başı olarak özetlenebilir. Bedreddin İhtilali 1416 yılında patlak vermiştir (bu tarih bazen 1418 veya 1420 olarak da veriliyor). Kıvılcımlı 15. yüzyılın ortasına rastlayan İstanbul’un fethini diğer çalışmalarında bir tarihsel devrim olarak sunduğundan burada “son dıştan yıkıcı devrim”in Aksak Timur’un istilası olduğunu söylemesi bize bir çelişki gibi geliyor. Bunu yapmasının nedeni de aslında yazımızda işaret ettiğimiz gibi, şayet Bedreddin İhtilali bir toplumsal devrim ise Osmanlı’nın bir sınıf toplumunun devleti olduğunun kaçınılmaz olarak teslim edilmesi gerektiğidir muhtemelen. Sözünü ettiğimiz tefrikanın 1966-1970 arası yayınlanmış olması Kıvılcımlı’nın yazıyı hangi yıllarda yazdığına dair bir delil sağlamaz. Zira bu yıllarda Fuat Fegan ile birlikte çalışarak birçok yayınlanmamış eski makalesini ve kitabını yayınlanabilir hale getirmektedir. Dolayısıyla yazı çok daha eski bir tarihte kaleme alınmış olabilir. Yazının kaynakları bizim görebildiğimiz kadarıyla eskidir. Ama ne zaman yazılmış olursa olsun yazıdaki yargılar Tarih Tezi’nde bir yarığa işaret etmektedir bizce.
İkincisi, Babaî İhtilali (1240) yine açıkta kalmıştır. Oysa o ihtilalle Bedreddin İhtilali birbirinden bütünüyle bağımsız değildir. Bu ikisi arasında, Selçuklu’ya karşı yapılan ihtilalin mirasını temsil eden Sarı Saltuk’un çok büyük kitlesiyle Balkanlar’a yerleşmiş olması dolayısıyla ortaya çıkan çok önemli halkanın da gösterdiği gibi bir gelenek bağı, bir tarihsel miras aktarımı ilintisi vardır. O yüzden de ikisini birbirinden keskin biçimde ayırmak mümkün değildir. Umuyoruz ki, bir süre sonra da Kıvılcımlı’nın Babaî İhtilali üzerine bir çalışmasını da keşfedebiliriz.
Alp Yücel Kaya’ya hem kendi adımıza hem de Kıvılcımlı’nın bu yazısı konusunda bu vesileyle bilgilenecek olan okurlarımız adına teşekkür ederiz.
Bu yazının konusuna geçmeden önce yazıda tartışacağımız meselelerle ilgili ironik bir noktaya değinelim. Kıvılcımlı bu yazısında Nâzım’ın “Şeyh Bedreddin Destanı” şiirinden bazı mısraları alıntılarken Nâzım için “devrimci şairimiz Nâzım Hikmet” yazar. Bunun neden ironik olduğu, yazı ilerledikçe ortaya çıkacaktır.
Bir Balkan trajedisi
Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrenecek çok şeyimiz var. Ama sadece bir komünist ve bir Marksist teorisyen olarak değil. Hatalarından da. İnsani zaaflarından da. Nâzım Hikmet ile ilişkilerinden de.
Ama önce konuya aşina olmayan okura 1971 Nisan ayı sonunda Kıvılcımlı Türkiye’den çıktıktan sonra Ekim’deki ölümüne kadar geçen altı ay boyunca yaşanan drama, hayır trajediye ilişkin bir arka plan çizmeliyiz ki, ondan sonra yazacaklarımız gerçek anlamını kazansın. Doktor, yanında iki yardımcısı ile birlikte yurtdışına çıktığında prostat kanseri artık terminal safhasına gelmiştir. Kendi deyimiyle bütün bu dönemi “kan işeyerek” ve zaman zaman dayanılmaz ağrılar çekerek yaşamıştır. Kıbrıs ve Lübnan’dan püskürtüldükten sonra Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler içindeki Suriye’ye, oradan Varşova Paktı üyesi “komünist” Bulgaristan ve Doğu Almanya’ya gider. Oradan Batı Almanya’ya ve Paris’e püskürtülünce Yugoslavya’ya geçer. Bir ara “komünist” Arnavutluk sınırına dayanır ama onlardan da red cevabı alır. Sonunda Yugoslavya’da biraz daha ihtimam görür ama kısa süre içinde hayata gözlerini yumar.
Ne olmuştur? Doktor, ölüm döşeğinde bir hasta olarak neden bu kadar çok ülke dolaşmıştır? Yalın şekilde söylersek Bulgaristan ve Doğu Almanya’da tedavi görmesi, hatta sadece o ülkelerde kalması bile TKP’den geçmişte ihraç edilmiş olması gerekçesiyle engellenmiştir. Doktor’un militan hayatına aşina olanlar böyle bir ihraç konusunda ortada hiçbir bilgi ve belge olmadığını bilirler. O zaman? O zaman şu: O günkü TKP yönetimi, yani esas olarak yurtdışında yaşayan İsmail Bilen ve Zeki Baştımar Sovyet yönetimine bu yönde bilgi vermişlerdir. Bunun temeli? İşte Doktor’un hayatının son üç ayında (Haziran sonundan Ekim başına) azap içinde kıvranmasına yol açan nokta kendisinin haberi bile olmadığı bu “ihraç” kararını kimin, neden ve nasıl almış olduğudur. Yurtdışına çıktıktan sonra tuttuğu günlüklerin 1 Temmuz girişinden itibaren neredeyse bütünü bu sorunun Doktor’un ruhunda yarattığı büyük öfke ve kırgınlık içinde yazdıklarından ibarettir. Günlük Anılar kitabının çoğu basımında yer almayan, yani sansür edilmiş 130 sayfalık “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” bölümü bütünüyle bununla ilgilidir. Doktor kendisini partiden atanların kim olduğunu ve ruh durumlarını araştırmaktadır. Sorunu şöyle ifade eder:
“Hey! Türkiye’de başlarından bir tek kezcik (…) tevkifat geçip, üç beş yıl yattıktan sonra dünyanın en güçlü sosyalist devletine kirişi kıran ve bir daha geri dönmeksizin, orada topraklarının pek az konusunu hazmederek, eşsiz Parti Lideri, örneksiz Komünist Şef rolüne çıkan, analarından mutlu ve şanslı doğmuş iki üç kişi!
Sizleri merak ediyorum. Sizlerin merak edilecek yanınız yok. Keyfiniz yerinde. Gıcır gıcır sosyalist arabalarınız ve yetkileriniz altınızda. Merak ettiğim içlerinizin içidir.
Türkiye’de bir insan var. (…) 22 yıl zindanda yatırılmış. 50 yıl hiçbir rüyasını gardiyan kâbusundan kurtaramamış. Şakır şakır kanıyan kanserli hastalıkla 70’inden sonra balıkçı kayığına atlayıp engin denize açılmış. (…) Bu insan için nasıl: ‘Biz onu partiden attık’ diyebildiniz? Sosyalist Devlet sınırlarından, dünkü Nazi devletinin kucağına o insanı nasıl attırabildiniz?” (Günlük Anılar, Sosyal İnsan Yayınları basımı, s. 307. Diğer iki yazıdan farklı olarak burada hepsi bu kaynaktan çok alıntı yapacağımız için alıntılardan sonra yalnızca sayfa numarası vereceğiz.)
Sorun bu kadar yalındır. Tablo bu kadar acımasızdır. Şimdi bu trajik arka plan önünde Doktor’un günlüklerinden hareketle hem TKP ve uluslararası sosyalizm konusundaki fikirlerini hem de hatalarını ve insani zaaflarını incelemeye başlayabiliriz.
Stalin ve Stalinist bürokrasi karşısında Hikmet Kıvılcımlı
Doktor bizim sınırlı bilgilerimize göre siyasi mücadelesi boyunca Sovyetler Birliği’ne, Komintern’e, Stalin’e hiçbir şekilde eleştiri yöneltmemiş, oradan yollanan talimatlara da aykırı hiçbir şey yapmamıştır. Ta ki 1970 yılına gelene kadar. O yıl yayınlanan Oportünizm Nedir? kitabında bir ilk Stalin eleştirisi görülür. Bunun nedenlerini, yani Kıvılcımlı’nın neden 70’ine yaklaşana kadar susup bu aşamada birdenbire Stalin eleştirisine giriştiği konusunu Doktor uzmanları herhalde daha iyi açıklayabilirler. Bizim henüz bir delile dayanmayan bir sezgimiz var: 1960’lı yıllarda Marx, Engels ve Lenin’in yapıtları ilk kez yaygın olarak yayınlanmaya başladığında, bazı yeyınevleri Marksizmin bu büyük ustalarının yanına Stalin’i de kattılar. Gençlik içinde Stalin çeşitli tartışmalarda yer yer fazlasıyla dogmatikçe kullanıldı. Doktor, Stalin’in ötekilerin kalibresine hiçbir şekilde yaklaşamayacağını uzun zamandır biliyor olmalı. Bu kullanım onu rahatsız etmiş, Stalin’in tartışmalarda otorite olarak kullanılmasını engellemek istemiş olabilir.
Oportünizm Nedir?’de Stalin hakkındaki eleştiriler ya şaşaa düşkünlüğü, diktatörlük, muhaliflere karşı işlenen cinayetler gibi yönetim tarz ve üslubuna yöneliktir ya da diyalektiği skolastik haline getirme gibi daha esastan ama düşünce alanına ilişkindir. Doktor “tek ülkede sosyalizm” sorununu da tartışır ama bu konuda “kraldan fazla kralcı” denebilecek bir konumu vardır. Stalin’in 1924 başında tek bir ülkede devrimin olanaklı olduğu ama sosyalizmin kurulması için dünya çapında ileri ülkelerin işbirliğinin gerekli olduğu yolundaki Marksist yaklaşımı son bir kez tekrarlamasını (aynı yılın sonunda tam tersini yazacaktır) hedef alarak onun gibi devrimin ve Bolşevik Partisi’nin deneyimlerini yaşamış birinin bile o anda sosyalizmin kuruluşu konusundaki cesaretsizliğini eleştirir. Ama Stalin’e çok esaslı başka bir eleştirisi vardır: Komintern’in 1943 yılında lağvı. Bir önceki yazımızda Doktor’u çok uzun yıllar (27 yıl!) boyunca bu parti likidasyonu konusunda sesini yükseltmediği, ayrıca bunun kendi pratiği açısından sonuçlarını çıkarmadığı için eleştirmiştik. Doktor, 1970 yılında nihayet doğru yönde bir adım atmış olmaktadır.
Ne var ki, Kıvılcımlı’nın “sosyalist” ülkelerin ölüm döşeğindeki yaşlı bir komüniste ihaneti ile karşılaştıktan sonra Günlük Anılar’da Stalin’e eleştirilerinin hem üslubu hem de içeriği çok daha şiddetli hale gelir. Önce Temmuz sonunda bu konuya döner: “Rusya’da Troçkizmin büyük tehlikelere kapı açabileceğine inanıyordum. Sonraki Stalin tapıcılığı daha mı az tehlikeli olmuş? Sovyetler Birliği Genel Kurmay Başkanı ve ekipleri sessizce kurşuna dizildikleri gün [Doktor 1936-38 Moskova Davaları bağlamında, aralarında İç Savaş kahramanı askerî deha Tuhaçevskiy de olmak üzere birçok generalin idamını kast ediyor-ss], Hitler: ‘Tamam! Şimdi Sovyet ordusu başı kesilmiş tavuğa döndü. Onu yolup yemekten kolayı yok’ demiş.” (267)
Görüldüğü gibi burada Stalin’in Moskova Davaları sürecinde birçok komünisti temizlemiş olmasına karşı bir açılım söz konusu. Ama bundan sonrası daha da ciddi. Stalin’in ve Stalinist bürokrasinin suçları ortaya konuldukça, bugün Stalinistlerin sığındığı iki şey kalmış bulunuyor. Biri Stalin’in sosyalizmin inşasında büyük bir atılımı sağlamış olduğu. Bununla 1928-29’dan itibaren merkezî planlamaya geçilmesi ve tarımın kolektifleştirilmesi kast ediliyor. Bu meseleye burada giremeyiz ama şu kadarını söyleyelim: Yıllar boyu Trotsky’in Sol Muhalefeti tarafından planlamaya geçilmesi gerektiği konusundaki eleştirileri ile alay eden Stalin, ancak tam onların öngördüğü türden büyük bir ekonomik kriz patlak verdikten sonra bunun doğru bir öneri olduğunu anlayarak çok daha dikkatli ve sağlam biçimde yapılabilecek bir şeyi telaş ve kargaşa içinde gerçekleştirerek büyük ekonomik kayıplara yol açmıştır. Daha da önemlisi, Marksizmin tarım politikası olarak bütünüyle reddettiği zorla kolektifleştirme uygulamasıyla insan hayatı, ekonomik sarsıntı ve köylülükle ittifak bakımından çok ağır sonuçlara yol açmıştır. Yani “sosyalizmin kurulması” Stalin sayesinde değil onun hatalarına rağmen başarılı olmuştur.
Stalinistlerin bugün sığındığı ikinci büyük “başarı” ise Stalin’in İkinci Dünya Savaşı’nda elde ettiği zaferdir. İşte Doktor 1971 günlüklerindeki öfkesi içinde buna ağır bir darbe vuruyor:
“Mareşal Jukof’un Savaş Anılarını okuyunca insanın tüyleri diken diken oluyor. ‘Ulu öğretmenimiz, kutsal babamız Yosip Vissaryonoviç Cugvaşvili Stalin’ aşkına, yüz bir pare top atıla atıla kazanılan zaferler, eğer Mareşal Stalin askerlik işlerine bilir bilmez karışmasa, mutlak çok daha erken elde edilebilirmiş. Hele Stalin burnunu sokmasa, Stalingrad’a dek Nazi ordularının kan ve ölüm saçmaları, koca koca Sovyet ordularının Hitler tuzaklarında kaz gibi avlanmaları o denli kolay olmazmış. Jukof’un saklamaya çalışırken açıkladıkları bunu yüzde yüz anlatıyor.” (267)
Yine aynı yere geliyoruz. Kıvılcımlı’nın söyledikleri doğru ise (ki doğru olduğunu başka kaynaklardan da biliyoruz) Sovyetlerin Nazilere karşı zaferi Stalin sayesinde değil Stalin’e rağmen kazanılmıştır!
Ne var ki şu ana kadar söylenenler Stalin’in kapasitesizliği ve hataları ile ilgili. Aradan bir ay geçip Ağustos sonuna geldiğimizde Kıvılcımlı Stalin’e karşı artık düşmanca saldırılar yapmaya başlamıştır. Görelim:
“Lenin’in (…) en son not ettirdiği satırlarda okuyoruz. Lenin’in (…) devrimci koltuğuna (…) bir an önce rakipsiz oturabilmek (…) için neler çevirmemiş? Daha Lenin sağ ikenden söz ediyorum. Lenin acep natürel eceliyle mi öldü? Gürcü Cigvaşvili’nin sonra yaptıklarına bakınca, Lenin’in yıkılışı önünde, neden o denli cani soğukkanlılığını koruyabildiğini insan kendi kendisine sormadan edemiyor. (…) … son deminde Lenin’i, karısına hakaret yağdırmacasına ölmüş sayma küstahlığını nereden bulabiliyor? Elinde, sinsice edinilmiş bir ölüm belgesi mi taşıyordu? (…) Ya bir gün Lenin ayağa kalkarsa? Hekimler bile sık sık bu ihtimali görüyorlardı. Stalin hangi hekimler-üstü bilgisine güvenip, o ihtimal bitmiş, kendisini her hergeleliği yapmakta serbest görür sayıyordu? (…) Çevre, Çar’ın en hain satılık köpekleriyle dopdoludur. (…) … bu köpekler burunlarının o yanılmaz koku alışlarıyla, Ayyaş ve Delirium Tremens’li [Alkol krizi-yayıncının notu] Gürcü ayakkabıcı eskicisinin Paranoid [saplantı derecesinde kuşkucu-yayıncının notu] çiçekbozuğu oğlunda çok şeyler sezmişlerdir. Ve yanılmamışlardır.” (360-361. Vurgu bizim.)
Doktor ölümüne bir buçuk ay kala Stalin’i Lenin’in katili olarak niteliyor. Son iki kelime daha önce sorduğu soruların cevabıdır. Yazarken kendisi de ikna olmuştur. Biz böyledir demiyoruz. Doktor’un nereye geldiğini söylüyoruz.
Kıvılcımlı ölüm döşeğinde uğradığı ihanet sonrasında sadece Stalin konusunda değil “sosyalist” ülkeler konusunda da fikrini toptan değiştirmiştir. Günlük Anılar kitabını baştan sona okuyan bir okur bu değişikliği çarpıcı biçimde görecektir. Bulgaristan günlerinde en ufak olumlu bir noktayı göklere çıkaran, her basit düzgün işleyişten sosyalizmin çok iyi yerleşmiş olduğu sonucuna ulaşan, bütün bunları büyük komünist olarak gördüğü Dimitrof’un olumlu mirasına atfeden Kıvılcımlı, yaşadığı ruhi sarsıntıdan sonra bu sefer Yugoslavya’da “sosyalist” ülkeler hakkında tarihî tespitler, teorik değerlendirmeler yapmaya başlar. Daha önce “Sosyalizm dünyanın üçte birini devce sarmış” ya da “Bulgar sosyalizmine, Sovyetler dışındaki bütün öteki sosyalizmlerden daha çok güvenmemek elden gelmiyordu” zira Bulgarlar “hiç falsosuz sosyalizmi kur”muşlardı, “yüzde yüz yerli malı” bu sosyalizm derken (148-149), Ağustos sonunda bu ülkelerde Osmanlı “Sünufu Devlet”inin bir benzerini görmeye başlıyor Kıvılcımlı. (372-373) Kimse bunu Yugoslavya’ya özgü bir eleştiri yapıyor, Sovyet blokunu koruyor sanmasın.
“Kimi kişi konforları ve lüksleri aşırı mı kaçıyor? Günümüzün hangi Sosyalist ve Komünist Devleti’nde bu yok? Sovyet yöneticilerinin ‘Daça’ları, Kızıl Çin’de, basit Parti ceket pantolonundan başkasını giymeyen Mao’nun, Tanrısal Derebeyi Çin Fağfurları’nca kurulmuş sırça saraylarda oturduğu yalan mı? Bundan ötürü hangisi mahkûm edilebilir? ‘Daça’ların kerametini ölçemedimse bile, Mao’nun, o denli ulaşılmaz kalmasa, en olumlu Kültür Devrimi’ni başarabileceği kuşku götürür gibi geliyor.
İşin içyüzü: Geri kalmışlık ve küçük üretim ağırlık taşıdıkça, kişi afur tafuru veya tapıncı kaçınılmaz oluyor; Devlet adlı sınıf giyotini, Engels’in anlattığı gibi yağı tükenmiş kandil olarak müzede taş baltanın yanına kaldırılmadıkça, kişi tapıncı önlenemeyecek görünüyor.” (373)
Bunlar Kıvılcımlı’nın son teorik düşünceleridir. Günlükler bundan sonra birkaç gün daha devam ediyor ama hepsi pratik, kişisel, hastalıkla ilgili notlardır. Buradaki teorik açılım çok sınırlıdır ama Kıvılcımlı’nın hayatı boyunca üzerinde durmakta ısrar ettiği Stalinist zeminin çökmesine yeterlidir. Bu yeni zemin yeni sonuçlar gerektirir. Kıvılcımlı bu sonuçları çıkaracak kapasiteye sahiptir. Ama uyandığında ölümüne bir buçuk ay kalmıştır.
Tabansızlığın tarihi olarak TKP tarihi
Kıvılcımlı partiden atıldığı için bütün Sovyet blokunda aforoz edildiğini öğrendikten sonra, günlüklerinde kendisinin partiden kim tarafından atılmış olabileceğini gözden geçirir. Böylece Günlük Anılar’ın okuru, yarım yüzyıl boyunca TKP’yi yöneten insan malzemesinin bir resmi geçidi ile karşı karşıya kalır. Hatırlanacağı gibi bu 130 sayfalık bölümün başlığı “Kim Suçlamış? Parti Anılarım”dır. Burada sanırız “Kim Suçlamış” Sovyetler’e “bu adam partiden atılmıştır” sözünü kimin söylediği sorusuna atıftır.
Bizim amaçlarımız açısından Kıvılcımlı’nın anlattığı şahsiyetlerin her biri hakkında ayrı ayrı bilgi vermek gerekli değil. Doktor parti yöneticilerini ikiye ayırır. Eski kuşak olarak Şefik Hüsnü, Hasan Âli Ediz ve Baytar Cevdet’i gözden geçirir. Yeniler adı altında da Nâzım Hikmet, İsmail Bilen ve Zeki Baştımar’ı. Bu iki kuşağın arasına da bir ara halka olarak partinin bir ara sekreterliğini yapmış olan Reşat Fuat Baraner’i yerleştirir. Esas olarak yaptığı, önem taşıyan her bir şahsiyetin nasıl işkence karşısında dayanıksız olduğunu anlatmak olur. Bir-ikisinin de burjuvaziye nasıl teslim olduğunu. Şefik Hüsnü kısacık bir işkence sonucunda Kıvılcımlı’nın Gençlik Komitesi Başkanı olarak MK üyesi olduğunu ele vermiştir. Hasan Âli Ediz kendini CHP’li bir bakana satmıştır. Baytar Cevdet Alman ajanı olduğu gerekçesiyle Sovyetler Birliği’nde kurşuna dizilmiştir. Reşat Fuat işret meclislerinden çıkmaz. Laz İsmail biraz işkence görünce Kıvılcımlı’nın Komintern temsilcisi olarak kendisini partiden attığını söylemiştir (ki doğru değildir). Zeki Baştımar zaten 1951 tevkifatında her şeyi anlatmasıyla meşhurdur. Nâzım mı? Ona birazdan geleceğiz.
Bütün bunların tam karşısında, Doktor teorik alanda yaptığı çalışmaların önemini vurguladıktan sonra pratik alandaki sicilini de şöyle anlatır:
“Ben, kahredici sınıflar savaşının en nankör geri Türkiye ortamında soluk almaksızın boğuşurken, arkamdan bu oyunu ne zaman, kimlerin oynayabildiğini açıkça kestiremiyorum. Çünkü bildiğim herkes, yüzüme karşı hep içten yoldaş havası tasladı. 50 yıllık pratikte, hiçbir polis işkencesi ağzımdan ne bir örgütü, ne bir kişiyi suçlayacak tek söz almadı. Bunda bütün dostlarım kadar, düşmanlarım da oybirliği edememezlik göstermediler.” (252-253)
Günlük Anılar’da böyle birtakım başka pasajlar daha mevcuttur. Doktorun ruh durumunu anlamak mümkündür. Kendisini partiden atmış olabilecek insanlar ödlek tabansızlar olarak davranmıştır, kendisi ise sayısız defa işkence gördüğü halde hiçbir zaman konuşmamıştır. Bu onda haklı olarak büyük bir haksızlığa uğradığı duygusu doğurmaktadır. Değişik parti önderlerini tek bir kriter üzerinden değerlendirmek, haydi teorik alanda Doktor’dan başka ciddi çalışma yapan olmadığı zaten açık olsa bile, partinin siyasi hattının belirlenmesinde, kitlelerin nabzının tutulmasında, parti disiplininin sağlanmasında, işbölümünde, propaganda ve ajitasyon konusunda ve daha birçok alanda bu önderlerin durumu tartışılmaksızın sadece işkence karşısında direnç kıstasıyla ele almak doğru olamaz. Ama bir kere kriter böyle belirlenince, Doktor yalan söylemiyorsa, ki bizce söylemiyordur, öfkelenmekte sonuna kadar haklıdır. Ortada vahim bir durum vardır. Doktor’un ifadesiyle “Üyelerin yüzde 99’u aynı tabansızlığı gösterince, kimse kimseyi ayıplayamamıştır. ‘Tencere tencereye götün kara” dese, ‘seninki benden kara’ karşılığını almıştır.”
“Üyelerin yüzde 99’u”! Ulaştığımız noktada Kıvılcımlı’nın verdiği yargının TKP’yi savunulamaz bir parti haline soktuğu açıktır. Partide balık baştan kokmuş ama çürüme bütün örgüte yayılmıştır. Üstelik mesele bundan ibaret değildir. Sefa düşkünlüğü, göreve sarhoş gelecek kadar alkolizm, birbirinin ayağını kaydırma, kariyerizm, tembellik, illegalite koşullarında çalışma tarzında olması gereken titizliğin yokluğu, parti önderlerinin (Şefik Hüsnü’den Laz İsmail’e kadar) bir hapis cezası alıp yatar yatmaz soluğu Sovyetler’de alıp hiç dönmemesi—bütün bunlar TKP’nin tıynetini ortaya koymaktadır.
Ne var ki Doktor her şeyi bireylerin davranışlarına bağlamakla, kendisinin ise çok farklı olduğunu sürekli vurgulamakla yetinmekte, partinin neden bu hale geldiğini sorgulamamakta, daha da kötüsü bu partiyle devam etmeyi, işçi sınıfına ve 1960’lı yılların sonu konjonktüründe devrimci gençliğe bu partiyi adres göstermeyi kendine yedirebilmektedir.
Oysa 1930’lu yılların başında Yol dizisini kaleme alarak partiyi Kemalizm kuyrukçuluğundan koparmaya çalışan da o olmuştur. Demek ki partinin siyasi çizgisinde de çok asli bir yanlış yöneliş vardır. Doktor bütün bunların nedenini sormaz. Aynen Separat kararında sormadığı gibi, Komintern’in kapatılmasında sormadığı gibi. 1950’de Şefik Hüsnü partinin şu sıralarda pek faal olmadığını söylediğinde ortalığı yıkmadığı gibi. TKP’nin sorunlarının tamamının sorumlusu 1920’li yılların ortalarından itibaren Komintern’den SBKP’ye Stalinist bürokrasinin örgütleridir. Türkiye’de Kemalizm kuyrukçuluğu oradan sâdır olmuştur. Kürt sorununda “İngiliz oyunu” senaryosu oradan kaynaklanan bir bahanedir. TKP’nin 1936 ile İkinci Dünya Savaşı sonu arasındaki likidasyonu oradan emredilmiştir. TKP’nin bağlı olduğu dünya partisi olan Komintern’in likidasyonu cinayeti orada işlenmiştir. Hikmet Kıvılcımlı’nın 12 yıllık hapis sonrasında yargısız infaza uğratılması, yani bir disiplin kurulu kararı bile olmadan partiden dışlanması, kendini devletten gizlemeyi beceremeyen bir partinin Türkiye’nin en has komünistlerinden birinden gizlemesi, orada onaylanmış olmalıdır (günün birinde bilgiler ve belgeler gün ışığına çıkacaktır, çıkmalıdır). TKP’nin İsmail Bilen gibi kariyeristlere teslim edilmesi, Zeki Baştımar gibi birinin partinin hâlâ başında tutulması oranın kararıdır.
Kıvılcımlı hayatı boyunca bu konuda yaşadığı körlüğü hayatının son üç ayında nihayet aşma yolunda birkaç adım atmıştır. Yukarıda Stalin hakkındaki ağır yargısını aktardık. Onun ardındaki Sovyet bürokrasisini nihayet nasıl keşfettiğini ve ona (Osmanlı devlet bürokrasisine benzetme yoluyla) “Sünufu Devlet” dediğini de gördük. Şimdi de nasıl doğrudan doğruya Stalinist bürokrasinin kendi partisi konusundaki marifetleri üzerine sorular sormaya başladığını görelim.
Yakub Demir Zeki Baştımar’ın asıl adı. Kıvılcımlı yazıyor:
“Sovyetler Birliği’nin sanırım Parti Kongresinde, Kosigin, Yakub Demir’i delegelere Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri olarak takdim etmiş!
Bu son havadise büyük önem vermemekle birlikte, aklımdan kimi sorular geçmemezlik etmedi. Koca Sovyet Devleti mekanizması, hiçbir inceleme yapmadan, dün bir tevkifat provokatörü olarak TKP’den atılmış adamı, nasıl TKP Genel Sekreteri olarak lanse eder? İnceleme yapmışsa, TKP’nin düne kadarki yönetici kadrosu bu kertede yanılmış mıydı? Yoksa, esrarlı bir ecinni tayfası, TKP’yi de, hatta Kosigin’leri de afsun tafsun edecek güce mi erişmişti? (343)
Günlüklerde sadece bu esaslı soru var. Ama sorular bitmiyor. Hikmet Kıvılcımlı günlük tutmayı bırakıyor ama ölümünden sadece 10 gün önce, 30 Eylül 1971’de, SBKP Genel Sekreteri Leonid Brejnev’e bir mektup yazıyor. Bu mektup işte o tür sorularla doludur.
“III. Komünist Enternasyonal’in bir kararı, herhangi bir kapitalist ve faşist itisaflarından kaçmış siyasi sığınganlar için Proletarya Vatanı kapılarının daima gönül hoşluğu içinde açık bulunduğunu ve o gibi sığınganların SSCB’de Barınma Hakkına sahip olduklarını resmen tasrih etmişti. (…) bu K.E. kararı Sovyetler kanun konumları içinde geçerli midirler, yoksa bütün gelenekçil mantık sonuçlarıyla yok mu edilmiştir?” (384)
“…Moskova ile kısa bir danışıştan sonra, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti ve Almanya Demokratik Cumhuriyeti polisleri, hiçbir izahat verilmeksizin, beni (iki arkadaşımla birlikte) kendi Sosyalist sınırları dışına, Amerikan emperyalizminin askercil üssü Türkiye’nin dostları olan Kapitalist ülkelere doğru, ve İnterpol ağlarına doğru, ne yaşıma, ne geçmişime, ne ameliyat sonrası kanser kanamalarıma ve acılarıma bakmaksızın, püskürtüp attılar. Bu sosyalist adalet midir?” (384)
“Vaktiyle efsaneleşmiş III. Komünist Enternasyonali vardı. Her Milli Komünist Partisi III. K. E.’nin şubesinden başka bir şey değildi. Şubelerden veya üyelerden biri bir kararsızlık içine düştü müydü, o III. K. E. denen üst kata dilekçe ve müracaatlar yapabilirdi. Stalin’in bir emriyle III. Enternasyonal ortadan kaldırılalı beri, Mahşer (Kaos) oldu.” (385)
Bu sonuncusu bir soru bile değildir! Doktor ölümünden 10 gün önce Stalin hakkında, artık kendi günlüklerinde değil, kamuya açık bir mektupta, hem de o dönemin bütün Stalinistleri gözünde en yüksek otoriteye hitaben yargısını veriyor. Stalin komünizm için Mahşer yaratmıştır!
Doktor, bütün sorunların kaynağını bulmuştur. Ama hayatının son anında.
Şair ile münevver
Nasıl bir rastlantıdır! Sanki yıldızlar bir an öylesine dizilmiştir ki Türkiye’nin 20. yüzyıl tarihi o anın efsununda mesut bir gelecek için iki büyük yavrusunu birlikte dünyaya getirmiştir. 1902 yılında her ikisi de Avrupa Türkiyesi’nde iki Hikmet doğuyor. Biri, Nâzım Hikmet, paşa torunu, Osmanlı’nın Paris’i Selanik’te doğuyor. Zengin çocuğu olduğu için doğum günü biliniyor: 15 Ocak. Öteki Sırbistan’ın Arnavut taşrası Kosova’da, Priştine kentinde doğuyor. Sonradan Kıvılcımlı soyadını alacak. Yoksul çocuğu olduğu için hemen nüfusa kaydettirilmemiş, doğum günü bilinmiyor. Hikmet ile Hikmet’in yolları, daha sonra Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da kesiştiğinde ikisi de komünisttir. Kıvılcımlı partinin daha erkenden, 1921’de üyesi ve kısa süre sonra da yöneticisi olmuştur. Nâzım ise o yıllarda, 1924’e kadar Moskova’da, Türkçe “Kutva” olarak anılan, Doğu Halkları Komünist Üniversitesi’nde okumuş, Lenin’in tabutu başında nöbet tutmuş, Trotskiy’in “çan gibi sesi” ile Kızıl Meydan’daki nutuklarını dinlemiş, sonra Türkiye’ye dönmüş ve partiye katılmıştır. Nasıl bir rastlantıdır! İkisi de Hikmet, ikisi de olağanüstü zeki, ikisi de iyi yetişmiş, ikisi de heybetli birer aslan! Biri esmer bir Arnavut yakışıklısı, biri sarışın, mavi gözlü dev, iki Hikmet. Biri 20. yüzyılda Türk dilinin en büyük şairi, öteki TKP’nin gelmiş geçmiş en büyük Marksist teorisyeni. Biri, Kıvılcımlı, partinin doğru yolu bulması için haritayı çizecek, pusulayı hazırlayabilirdi. Öteki, Nâzım, komünizmin şiiriyle teshir edebilirdi kitleleri. Hiçbir parti en büyük devrimde bile doğru bir strateji izlemezse kazanamaz. Hiçbir parti müziği, şiiri, sineması olmadıkça kitleselleşemez. Biri aklı olacaktı partinin, öteki heyecanı!
Bu ikisi birlikte Türkiye’nin Marx’ı ve Engels’i, Lenin’i ve Trotskiy’i, Rosa Luxemburg’u ve Karl Liebknecht’i olabilirdi! Bu ikisi birlikte Şefik Hüsnü’nün ürkek kuyrukçuluğunu, Marksizmi parça parça doğrayan Baytar Cevdet ile özel zehirlerle uyuşturan Eczacı Vasıf’ları, sarhoş Reşat Fuat’ları, kariyerist Laz İsmail’leri, teslimiyetçi Zeki Baştımar’ları aşıp Türkiye Komünist Partisi’ni yeniden, evet yeniden, kopmuş olduğu geleneğe, Mustafa Suphi’nin Bolşevik enternasyonalizmine taşıyabilir, dirençli ve savaşçı bir parti inşa edip 1960’lı yıllarda Türkiye toplumu neredeyse bütünüyle ayağa kalktığında işçi sınıfının önüne düşüp 15-16 Haziran işçi ayaklanmasında önderliği ele alabilirlerdi. Devrimci proletarya partileri bunun içindir. Bazen onyılların sabrıyla en başta proletarya olmak üzere toplumun bağrında uyumakta olan komünizm potansiyelinin ortaya çıkmasını bekler bu partiler, ama o gün geldiğinde artık hazırdır! Evet, o gün geldiğinde, 15-16 Haziran’a gelindiğinde, biri ölmüş olacaktı, öteki ölümcül bir kansere yakalanmış. Ama hayatta olacaktı Hikmet’lerden biri. Mahir’e, Hüseyin’e, Sinan’a, hatta kim bilir belki İbo’ya bile el vermiş olacaktı. Onları Lenin’in Bolşevik tipte enternasyonalist partisine kazanmış olacaktı. Türkiye belki de başka bir yola girecekti.
Üstelik, partinin bütününe kuşbakışı bakıldığında Hikmet’lerin siyasi görüşleri birbirine çok yakın düşüyordu. Her ikisi de “Türkiye’de işçi sınıfının ağırlığı yok” görüşüne karşı erkenden mücadele etmeye başlamıştı, her ikisi de bu gerekçeyle (daha doğrusu mazeretle) “ilerici burjuvaziye (yani Kemalizme) destek verilmesine, kuyrukçuluğa karşı idi, her ikisi de Şefik Hüsnü önderliğine eleştirel yaklaşıyordu, her ikisi de aygıt adamı değil parti önderi karakterindeydi. TKP’nin her ikisine de aynı yaftayı vurmuş olması, yani her ikisinin de adının “Troçkist”e çıkmış olması bu yüzden bir rastlantı değildi.
Bu talihli birliği mümkün kılacak ender anlar yaşanmadı değil. Doktor’un günlüklerinden izleyebiliriz. 1930’lu yılların başı olmalı, muhtemelen 1933. Her iki Hikmet de 30’lu yaşlarının başındalar. Artık olgunlaşmaya başlamışlar ama gençliğin ateşinin içlerini tutuşturduğu bir yaş aynı zamanda. Bir tutuklamada polis müdürlüğünden hapishaneye götürülecekken Nâzım Doktor’a yaklaşıyor, o birçok insanın gönlünü çelen sıcaklığıyla “Hadi bakalım aynı kelepçeye girelim” diyor. Siyasi tutsakların ünlü deyimiyle birbirlerinin “cürmü” (suç ortağı) oluyorlar.
Hapishane arabası gelmemiş, Sirkeci’deki Sansaryan Han’dan Sultanahmet Cezaevi’ne yayan geçiyorlar. Ünlü Babıâli’den geçerlerken, padişahların, sadrazamların, Enver Paşa darbeciliğinin bu tarihî mekânında, Abdullah Cevdet’in İctihad’ından Yunus Nadi’nin Cumhuriyet’ine basının ve yayıncılığının hemen hemen bütün 20. yüzyıl boyunca merkezi olmuş, baş muharrirlerin, şair-i âzamların, bütün Türkiye entelicensiyasının kaynaştığı bu kavşakta, “Nâzım bitişik koluyla kolumu havaya kaldırdı”, diye anlatıyor Doktor, “Görsünler Hikmet… Kelepçe bizi gene birleştirdi. İstediğimiz denli ayrılalım.” Ne anlamlı, ne mutlu bir an!
Sonra gece bir koğuşa tıkılıyor kalabalık tutuklu kafilesi. Doktor’un ifadesiyle “koğuş kalabalıktan çatlayacak. Mahkûmlar kaşık istifi yatıyorlar”:
“Meydancı pertav etti: ‘Ağbiyler, size koğuşun ortasında yer bulsak?’ ‘Yani pabuçların yanında mı?’ ‘Pabuçları kaldırırız canım.’ Bir yatak, yastık oporta yere serildi. Herkesin pabuçları ötelere alındı. Nazım’la yattık. Geceyarısına dek kimseye duyurmaksızın konuştuk. Nazım gene şeker kaymak, dil damaktı. Şiirleri üzerine benim eleştiri yapacağımı duymuş. Neleri beğenmediğimi ısrarla anlamak istiyor.”
O fısıltı halinde konuşma bize tarihten başka bir sahneyi hatırlattı. 7 Kasım 1917 günü, sabah iktidar fethedilmiş, akşam Bütün Rusya Sovyet Kongresi Bolşeviklerden oluşan kabineyi onaylamış (çok yakında Sol SR’lerle koalisyon hükümeti haline gelecektir), Lenin başbakanlık, Trotskiy dışişleri bakanlığı görevlerine atanmış, iki büyük önder yorgun argın Bolşeviklerin devrim karargâhı Smolniy Ensitüsü’ne gelmiş, başka yoldaşların uyumakta olduğu bir odada yere atılmış birer yatak üzerinde uyumak üzere yan yana yatıyorlar. Tabii heyecandan uyuyamıyorlar. Biraz konuşuyorlar. Tam uyuyacakları sırada Lenin Trotskiy’e dönüyor. Nedense Almanca olarak “baş döndürücü” diyor.
Biz Sultanahmet’e dönelim. O gece Hikmet ile Hikmet arasında uzun bir konuşma geçiyor. Tanığımız Doktor ama her şey doğru anlatılmış gibi görünüyor. Uykuları kaçıyor, o kadar heyecanla konuşuyorlar. Sonunda Nâzım patlıyor:
“Bre Hikmet, beni hep, hemen yıkmaya çalıştılar. Böyle senin gibi zehir zemberek de olsa, haklı bulduğum bir eleştiriyi kimseden görmedim. Ben de ipin ucunu kaçırdıysam kabahat yalnız kendimde mi?”
“Nazım” diye ekliyor Doktor günlüklerine not düşerek, “inanılmaz bir yumuşama ve durulma geçiriyordu. Belki de haklıydı. Küçük adamların, ellerindeki mekanik yetki manivelaları ile onu çileden çıkarmadıkları ne bilinir?”
Ha şöyle doktor, ha şöyle. Nâzım Hikmet’i o “küçük adamlar”dan ayırmayı bildin. Ona da sana olduğu gibi eziyet ettiklerini, ellerindeki (baş manivelası Moskova’da olan) mekanizmayı ona karşı da kullandıklarını nihayet sezdin! Yıldızlar o akşam da uygun düzene girmiş olmalı!
Bu bir ilktir ama bildiğimiz kadarıyla maalesef sondur.
“Büyük adam rolüne çıkmış bir kahpecik”
Hikâyemizin mutlu anları bitti. Bundan sonrası çirkindir. Hazır olun.
Hatırlanacaktır. Kıvılcımlı kendisinin TKP’den ihraç edilmiş olduğu iddiasını duyunca yaralı bir aslan gibi kendisi dışındaki bütün parti önderlerini teşhir etmeye girişiyor. Üç eski, üç yeni, bir de arada Reşat Fuat, hepsini yerin dibine batırıyor. Diğerlerini gözden geçirdik kısaca. Ama o aşamada dedik ki, Nâzım’ı şimdilik bir kenara koyuyoruz. Şimdi oraya geldik.
Doktor hemen hemen bütün önderlerin işkencede “ötmüş” tabansız ödlekler olduğunu ortaya koymuştur. Biz şimdiye kadar bu iddiaların tersini söyleyene rastlamadık. Yani mesela İsmail Bilen işkence altında hiç konuşmadı, Kıvılcımlı yalan söylüyor diyene. Öyleyse, aksi ortaya çıkana kadar Doktor’a inanma eğilimindeyiz. Doktor’un kendi hakkında söylediğinin, yani en ağır işkencede bile konuşmamış olduğunun da doğru olduğu kanısındayız. Onun da tersini hiç duymadık.
Peki, Nâzım’ın suçu ne imiş, Doktor onu nasıl yerden yere vuruyor? Şimdi de ona bakalım. Onun suçu büyük olmalı. Zira günlüklerin bu meselelerin tartışıldığı “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” başlıklı 130 sayfalık bölümünde bu yedi şahsiyetin ele alınışı çarpıcı derecede eşitsiz. Üç kişiden oluşan eskiler grubunun ve Reşat Fuat’ın defteri sadece 2 sayfada dürülüyor. Laz İsmail’e 17 sayfa ayrılıyor. Baştımar 13 sayfada hallediliyor. Nâzım’a saldırılar ise küçük bir risale boyutlarında: 55 sayfa! Dikkat edilirse, diğer altısına ayrılan toplam sayfa sayısı Nâzım’a ayrılanın yarısını ancak geçiyor!
Öyleyse suçu büyük olmalı. Bir aşamada özet olarak Kıvılcımlı Nâzım için “büyük adam rolüne çıkmış, bir ‘tapınağa yararlı’ kahpecik” dediğine göre hepsinden daha büyük, canice, alçakça, ahlaksızca suçları var Nâzım’ın. Bu suçlama Doktor Hikmet gibi Türkiye komünizminin gelmiş geçmiş en büyük beyinlerinden birinden geliyorsa dikkate almalıyız. Nâzım belki de yüceltmememiz gereken biri.
Nâzım’ın suçlarının bazılarını kısaca özetleyebiliriz. Mesela bir suçu “pisboğazlık”! Sadece bu da değil, hapishane koşullarında paylaşımcı değil bedavacı ve istismarcıdır. Başka suçları da var. Mesela kendini devamlı pazarlıyor, hapishane koridorlarında “höyküre höyküre” şiir söylüyor. Mesela Kıvılcımlı’nın bir kitabını okuyup bitirdikten sonra yanındaki Kemal Tahir’e dönüyor, “tek bir hata bulamadım” diyor. Tabii bu sahneyi tesadüfen onlara yaklaşmakta iken duyan Doktor’a göre bu bir övgü falan değil, Nâzım’ın kendisinin eksiklerini yakalayabilmek için fırsat aradığının kanıtı.
Şefik Hüsnü’den İsmail Bilen’e işkencede ötenler resmi geçidinden sonra bunlar ne biçim suçlamalar dediğinizi duyar gibiyiz. Her ne kadar Doktor’un bunları anlatması sayfalar sürüyorsa da (mesela pisboğazlık öyküsü iki ayrı aşamada beş sayfa tutuyor!), sabredin daha ciddi iddialar da var.
Bunlardan biri Nâzım’ın eşcinsel olduğu. Yanlış okumadınız! Nâzım için Doktor birkaç noktada bu iddiayı ciddi ciddi bir suç olarak öne sürüyor. Biz her çağı kendi koşulları içinde değerlendirmeyi doğru buluruz. O zamanın (neredeyse bir yüzyıl öncesinden söz ediyoruz) insanlarının ezici çoğunluğu eşcinselliği bir ahlaksızlık olarak görüyorsa Doktor’un komünist bir militan için bunu doğru bulmamasını, bunun harekete çok şey kaybettireceğini iddia etmesini anlamaya çalışırız. Ama Günlük Anılar’ın bizim başvurduğumuz basımının 266. sayfasına gidenler göreceklerdir ki, Doktor Nâzım ile bir başka siyasi mahpus arasında yaşandığını iddia ettiği yakınlaşmayı tam olarak görememiştir bile. Bir izlenim anlatmaktadır. İşin daha da acıklı yanı, yayınevinin bu olayın anlatıldığı sayfanın dibine koyduğu bir dipnotuyla (“Doktorcu” olan bu yayınevinin bu dipnotu bir dürüstlük abidesidir!) Nâzım’a arkadan yaklaşmış olarak sunulan kişinin (Musolini Ahmet-Ahmet Kavalalı) o tarihte hapishanede olamayacağını açıklamasıdır. Doktor yaklaşık 40 yıl önce yaşanan ve karanlık bir cezaevi köşesinde belli belirsiz sezdiğini sandığı bu olayı bize anlatıyorsa ve daha Nâzım’ın “partneri” konusunda bile yanıldığı kanıtlandıysa bu anlatılanı ne kadar ciddiye alabiliriz? Bize Nâzım’ın eşcinsel (ya da biseksüel) olduğu iddiası değil, Doktor’un bunu Nâzım hakkında başka bir şey bulamadığı için anlatmış olması ihtimali ağır geliyor. (Doktor Nâzım’ın kendisine “sırnaştığını” da ima edecektir! Tabii onun iddiasından başka delil yok (285).)
İşin en acı yanına geliyoruz. Doktor kendisi de devrimci gençlik nezdinde belirli bir ilgiye mazhar olduğu 1960’lı yılların sonunda (veya 1970’te, tarih belirtilmemiş), eşcinsellik iddiasıyla yıpratılmak istenmiştir! Bunu kendisi günlüklerinde açıklıyor. (256-257) İddiaya göre, doktor bir hücrede yatarken bir “masum çocuğu” (kendisi de siyasi suçlu olarak hücreye konulmuş bir genç militanı) “kirletmiş”. TKP merkez Komitesi’nden bunun için atılmış. Doktor bu iddiayı çürütmek için bu gencin zaten eşcinsel olduğu bilinen İzmirli bir komünist militanın “metres”i olduğunu anlatıyor. Bu, hangi çağda olursa olsun çok tuhaf bir savunma. Bu gencin zaten eşcinsel olması Doktor’un onu “kirletmediği”ni, çocuğun zaten “kirli” olduğunu (!) kanıtlayabilir ama Doktor’un böyle bir şeye tevessül etmediğini kanıtlamaz. Tam tersine, olsa olsa Doktor’un insani bir dürtüye yenik düşmesi ihtimalini arttırabilir. Burada Doktor kadar zeki bir adamın bile sırf ahlaki önyargıları dolayısıyla kendini nasıl zor duruma düşürdüğünü görüyoruz.
Doktor, bu olayı siyasi olarak şöyle yorumluyor: “1929’dan 1971’e 42 yıl sonra, ben prostat kanserinden 4 narkozlu ameliyat, 13 müdahale geçirip kan işerken, çıkmış kitaplarımla az çok aydınlanıp derlenmeye başlayan gençleri çevremden ürkütüp kaçırtmak ve sosyal hareketi anarşiye sürüklemek için, sahte ‘Dev-Genç’ mühürü ile üzerime bu olmadık çamur atılıyor ve Berlin’deki ‘TKP’liler, bu pis provokasyona tempo tutuyorlardı.” (257)
Doktor’un Nâzım için yazdıkları bu sahte “Dev-Genç” belgesinden çok mu farklı? Onlar başka bir şeyi mi amaçlıyor?
Nâzım’ın suçları birikiyor: “pisboğazlık”, bedavacılık, istismarcılık, “höyküre höyküre” şiir söylemek, Doktor’un başarılarını çekememek, eşcinsellik. Devam edelim.
Doktor, hem kendisinin hem Nâzım’ın askerlikten tard edilmesinin (uzaklaştırılmasının) mahkemeye belgelerle nasıl yansıtıldığını anlatıyor: “Tıbbiye’den ben ‘Komünistlik’ suçu ile kovulmuşum. Nâzım’ın Bahriye’den gelen belgede ‘Ahlaksızlığından ötürü’ kovulduğu yazılı idi.” Ne şanslıyız ki yayıncı yine Türkiye’de kolay kolay görülemeyecek bir ahlaklılık timsali olarak buraya bir dipnotu koyuyor ve şöyle diyor: “Bahriye’den gelen belgede: Nazım Hikmet’in kişisel ahlak yönünden bir eksiğinin olmadığı, ancak askeri terbiye ve eğitime uygun bulunmadığı yazmaktadır.” Ortada bu kadar açık bir belge varken Doktor’un Nâzım’a “ahlaksızlık” atfetmesi ya tam duymadığı bir şeyden emin olmasına (belgede “ahlak” kelimesi geçtiği için yanlış anlamıştır belge mahkemeye okunduğunda) ya da Doktor’un kendisinde bir ahlak sorunu olmasına işaret edebilir. Biz ilkinin doğru olduğuna inanmak istiyoruz. Ama bunun büyük bir zaafın, Doktor’un kendi fikirlerinden ve bilgilerinden kuşku duyma kapasitesine sahip olmasına engel olan bir ruh halinin ürünü olduğu kanısındayız. Komünistler cinsel ve duygusal hayatlarına, ilişkilerine, pratiklerine çok dikkatli yaklaşmak zorundalar. Ama öte yandan şayet ortada bir siyasi tartışma varsa ve taraflardan biri bu tartışmayı ötekinin cinsel hayatıyla ilgili birtakım iddialar temelinde kazanmaya çalışıyorsa, o siyasi olarak rakibini yenmekten âciz olduğundan bu yola tevessül ediyor demektir.
Şimdi Nâzım’ın suçlarına bir de ahlaksızlık eklendi. Doğru, hepsi önemli, ama bir türlü bir komünist kadronun hayati faaliyetleri açısından ötekilere eşit bir suç göremiyoruz: örgütü ve yoldaşlarını polis karşısında savunmasız bırakmak.
Bunun iyi bir nedeni var. Nâzım da aynen Kıvılcımlı gibi poliste konuşmamakla ün salmış bir kadrodur da ondan Doktor bin dereden su getiriyor ama bir türlü sadede gelemiyor!
Bu durum karşısında Doktor içi içini yiyerek Nâzım’ın devlete karşı teslimiyetinin bir kanıtını arıyor… ve sonunda buluyor! Doktorun parti üyelerinin yüzde 99’unun aynı tabansızlığı göstermesinden söz ettiği pasaj akıllardadır. Bu bağlamda, Nâzım’ın devlete teslimiyeti şöyle özetleniyor:
“Bu örnekler, Polisten ‘temiz ve sağlam’ çıkmayı, gösterişte en büyük üstünlük gibi diline dolamış bulunan Nazım Hikmet’i aynı yolda yürümekte neredeyse teşvik etmiştir. Harbiye Davasında [Donanma Davası’nın ikizi olan dava-ss], Askeri hakimlere ‘muhbir’ sayılması gerektiğini savunma maddesi yapmaya dek itelemiştir.” (345, ayrıca bkz. 311. Doktor’un bilinç altının bir oyunu olarak bir sayfa önce, s. 344’te, kendisi için de apaynı kalıbı, “her polis teröründen ‘temiz ve sağlam’ çıkmak” kalıbını kullanmış olması çok ilginçtir. O söyleyince bir “gerçek” oluyor, Nâzım söyleyince “böbürlenme”!)
Hem anlamsız, hem aptalca. Doktor kendi düzeyinin fersah fersah altında dolaşmaktadır. Bir kere Nâzım’ın polisten temiz ve sağlam çıkmayı övünme vesilesi haline getirmesi suçlamasına en son başvurabilecek olan Kıvılcımlı’nın kendisidir. Bırakın şurada burada övünmeyi, Doktor bu günlüklerde kendisinin poliste hiç konuşmamasını, başkalarının ise sürekli “ötmesini” bir komünist kadronun ötekilere üstünlüğünün tek kriteri haline getirecek kadar ileri gitmiştir! Ama bunu geçelim.
Ne demek partide herkes “öttüğü” için Nâzım da kendine “muhbir” demeye itelenmiştir? Bir psikiyatr olarak Doktor bir insanın, hem devlete teslim olmamayı bu kadar önemseyerek övünme vesilesi haline getirip aynı zamanda buna “itelenmesi”ne nasıl bir açıklama getirir? Bu kadar saçma bir cümle Doktor gibi bir adamın kaleminden ancak işin içinde başka saikler varsa çıkar. Ama aynı zamanda aptalca. Bunu anlayabilmek için söz konusu “muhbir” meselesinin bağlamını bilmek gerekiyor. Anlatalım.
1938 yılında Nâzım ile Doktor aynı davadan (önce Donanma davası, sonra ona bağlı olarak Harbiye davası) tutuklu olarak yargılanmaya başlarlar. Dava Nâzım’ın kendisiyle ilişki kurmak isteyen bir Deniz Harp Okulu öğrencisinin polis provokatörü olduğundan kuşkulanması dolayısıyla tedbir olarak siyasi polise telefon açıp ajanlarının peşini bırakmalarını talep etmesiyle başlamış ve büyümüştür. Bazı başka komünistlerin (biri Kemal Tahir’dir) ve bir miktar askerî öğrencinin yanı sıra Kıvılcımlı (ve ilk eşi Fatma Nudiye Yalçın) da bu davaya dâhil edilir. Doktor Nâzım’a bu dava dolayısıyla kızgındır: Başlarına gelen her şeyin Nâzım’ın siyasi polise o gereksiz telefonu açmasının sonucu olduğunu düşünmektedir.
Ama bunun da ötesinde, yargılanmanın sonunda Nâzım savunmasında “davanın muhbiri de ben oluyorum, suçlusu da” gibi bir cümle sarf etmiştir. Kıvılcımlı buna takmıştır. Ama neden taktığı belli değildir. Nâzım’ın niyetinin ne olduğu çok açıktır. Mahkemeye, askeri öğrenci meselesini polise kendisinin haber verdiğini, şayet donanma ve ordu içinde örgütleniyor olsa bunu yapmayacağının açık olduğunu, kimsenin kendi kendini ihbar etmeyeceğini, dolayısıyla aslında her şeyin mantıksız ve uydurma olduğunu anlatmak için hem muhbir hem suçlu olduğunu bir ironi anlamında ifade etmiştir. Argüman edebi olarak güzel, hukuki olarak da kusursuzdur. Ama Doktor bunu nedense sadece “ben” ve “muhbir” kelimelerini argümanın içinden cımbızla çekerek Nâzım’ın kendisi hakkında “polis muhbiri” demiş olduğu anlamında yorumluyor. İnanılır gibi değil!
Buna bir de Nâzım’ın telefonu ile Kıvılcımlı’nın hüküm giymesi arasındaki ilişkiyi ekleyelim. Nâzım hata yapmış olabilir. Ama Doktor’un başına gelenler bu hatayla değil kendisinin bir fiiliyle ilgilidir. Muhtemelen “hata” olarak nitelenmesi gereken bir fiil. Doktor 1937’de Demokrasi: Türkiye Ekonomi Politikası başlıklı bir kitap hazırlamaya girişir. Nâzım bunu öğrenince içeriği dolayısıyla Kıvılcımlı’yı uyarır, bu kitabı yayınlamamasında ısrar eder:
“…yerinden fırladı. ‘Sakın ha, Hikmet. Yapma bu işi.’ (…) ‘Yapma Hikmet. Yalvarırım.’ (298)
Doktor bu uyarıları dinlemez ve kitabı yayınlar. Kitap dört ay sonra toplatılır. Yargılama süreci sonunda Doktor bir dilekçesinde şöyle demektedir: “Muhakemem sırasında (…) suç delili (…) yegane şey mezkur eserimdi.” Yani Doktor kendisinin aslında kitabı dolayısıyla yargılanmakta olduğunu gayet iyi bilmektedir!
Doktor Nâzım’ı siyasi polis telefonu dolayısıyla suçlamaktadır ama aslında her ikisi de başka bir ortak suçtan yargılanmaktadır. Sovyet hükümeti 1936’da Kemalist yönetim ile “faşizme karşı” işbirliği üzerinde anlaşmıştır. (Sonradan savaşın ilk yıllarında her ikisi de Nazizm ile farklı biçimlerde ittifak kuracaktır! Ama daha 1936’dayız.) Bunun üzerine Komintern TKP’yi likidasyona tâbi tutarak komünistlerin CHP ile işbirliği yapmasını emretmiştir. Sadece iki Hikmet buna uymamıştır. (Yıldızlar yine uygun düzene girmiş olmalılar!) Nâzım, hükümet tarafından eski Sovyet günleri arkadaşı Şevket Süreyya’nın araya konulması yoluyla kendisine yapılan işbirliği önerisini reddetmiştir. Doktor ise 1935’te kurduğu Marksizm Bibliyoteği yayınlarıyla komünizm propagandasına devam etmektedir. İşte Hikmet ile Hikmet bunun için 15’er yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Donanma Davası bir gerekçe, bir mazerettir. O olmasa başkası mutlaka bulunacaktır. Dolayısıyla, Kıvılcımlı aslında kendi faaliyetinin yarattığı sonuçla yüzleşmek yerine Nâzım’la boş yere uğraşmaktadır.
Ava giden avlanır!
Doktor Nâzım hakkında konuşurken bir aşamada onun kendi anılarını yazamayışı hakkındaki satırlarını hatırlatarak bunun nedeninin “Freud’un sansür dediği güdü” olduğunu söylüyor. Sonra ekliyor: “Nazım kendini hiçbir zaman anlamadı. Ben, psikiyatri ve derinlikler psikolojisi bilen adam, onu çok iyi anlıyorum.” [Derinlikler psikolojisi, Freud tarafından bilinç dışını inceleyen araştırmalara verilen addır.]
Şimdiye kadar Doktor’un Nâzım’ın suçları konusunda söylediklerini ele aldık. Oysa günlüklerde Nâzım’a birçok atıf aynı zamanda onun şairliğine ve düşünsel dünyasına saldırılarla doludur. Daha da genel olarak Kıvılcımlı hayatı boyunca her fırsatta Nâzım’a saldırmayı âdet edinmiştir.
İlk taarruz muhtemelen 1935’de yayınlanan İnkılapçı Münevver [Devrimci Aydın] Nedir? risalesindedir. Kanaatimizce bu kitap doğrudan doğruya Nâzım’ı hedef almıştır ama isim verilmediği için ve başkaca da delil olmadığı için “muhtemelen” ve “kanaatimizce” diyoruz. Risale Fransız komünist romancı ve şair Henri Barbusse’ün ölümü vesilesiyle kaleme alınmıştır. Devrimci aydını ele alırken Barbusse’ün üzerinde uzun uzun durması, hedefin Kıvılcımlı’nın kendisi gibi tarih, felsefe, sosyoloji ve başka sosyal bilimler alanında çalışan aydınları değil daha ziyade edebiyatçıları konu aldığını açıkça ortaya koyuyor. Kıvılcımlı’nın “devrimci aydın” tanımı için gerekli olarak saydığı üç koşul da bizce Nâzım’ın eksiğini gösteriyor: “1) Kitle adamı olmak; 2) Teşkilat adamı olmak; 3) Enternasyonal adam olmak.” Nâzım 1929 yılında kurmuş olduğu Muhalif TKP dolayısıyla Stalinist Komintern tarafından polis ilan edilecek kadar düşman kabul edildiğinden 1935’e gelindiğinde ne “teşkilat adamı”dır (Komintern Muhalif TKP’nin altını oymayı bilmiştir) ne de “enternasyonal adam”. Doktor daha ileride sözü Türkiye’ye getirerek şöyle diyor:
“Bizde niçin adam yetişmiyor? Boyları ‘parmak çocuk’u geçmeyen şöhret delisi cüceler dolu da niçin adam yok? Çünkü bugünün adamı: Hayatın, kitlenin, hareketin ve teşkilatın enternasyonal adamıdır. Ezilen kitlenin hareket ve teşkilat hayatına karışmayan ve bu hayatın dünya çapında özelliğini anlamayan kimseye bugün ‘adam’ denmiyor.”
Risalenin en çok Nâzım’a saldırı için yazılmış olduğu fikrimize “muhtemelen” demiştik. Bu satırların ise Nâzım’a açık bir taarruz olduğu kesindir. Nâzım’ın bir şair olarak şanı almış yürümüştür. Hem de komünist bir şair. Üstelik burjuvazinin aydınları dahi bu şairin poetikası karşısında hayranlık ifade etmektedir. Bu durumda “bizde adam yok” iddiasını yaparken Kıvılcımlı’nın aklına Nâzım’ın gelmemiş olabileceğini iddia etmek güneşi balçıkla sıvamak olacaktır.
Bunu aynı yıl yayınlanan Marksizm Kalpazanları Kimlerdir? kitabı izler. Bu kitap esas olarak Kerim Sadi adlı bir komünist yazar ve çevirmeni hedeflemektedir ama içinde şöyle bir pasaj yer alır:
“Türkiye’deki Marksist harekete sürtünüp geçen tipler arasında, bir de Nazım Hikmet gibileri vardır. Bunlar burjuva toplumundaki kimliklerini, konumlarını, Marksizm kılığına bürünerek elde ettiklerinden, bu kılıktan bir türlü ayrılamazlar.
Şair Nazım Hikmet’in şiirlerle vermek istediği ‘sözde Marksist’ şekli, eğreti bir gömlek gibi soyup atınız: Altından, Babıâli kaldırımlarında her zaman rastladığımız bir küçük burjuva şairliği çıkacaktır. İşte Nazım’ın bazı radikal ‘Marksist’ terimlerle sahnede yürümek isteyişi, hep o ‘edebi kimliği’ni maskeleyerek mistikleştirmek ve korumak kaygısındandır. Bu tipler, muhakkak ki, Marksizme herkesten daha zararlıdırlar. Bir zamanlar ateşli komünist geçinen Şevket Süreyya, Vedat Nedim, Ahmet Cevat ve ilh… gibilerinden söz bile etmek istemiyoruz.” (Vurgu bizim.)
Doktor günlüklerinde bu cümleleri kendisinin yazmadığını, bu pasajın partinin diğer yöneticilerinin ısrarıyla metne girdiğini iddia ediyor. Oysa kendisi Nâzım için “bir tolerans payı bırakmakta yarar” görüyormuş o aşamada. (279) Diyelim doğru söylüyor. Bu satırları da Hasan Âli Ediz’in yazdığını belirtiyor. Ama Ediz’in yazdığı pasaj hakkında şunu da ekliyor: “Kitapta Şevket’le [Şevket Süreyya-ss] Nâzım’ın adlarının geçtiği iki üç satırı döktürüp önüme koydu. Yazıdaki kanı, kelimesi kelimesine benim söylediklerimdi. Böcür [Ediz’in takma adı-ss] onları almış, kendi karihasındanmışça önüme sürüyordu.” (aynı yerde)
Bu fikirler Kıvılcımlı’nın kitabına nasıl girmiş olursa olsun, demek ki Hikmet Kıvılcımlı’nın 1935’te has fikirleridir. Nâzım’ın Marksizmi “eğreti bir gömlek”tir, Nâzım bir “küçük burjuva şairi”dir, Nâzım “muhakkak ki, Marksizme herkesten daha zararlıdır”! Bir de hiç sıkılmadan Şevket Süreyya ve diğer döneklerle aynı kalemde ele alınıyor Nâzım.
Nâzım Hikmet neredeyse bir asırdır sadece Türkiye’de değil dünyada Marksizmin en yüce şairidir. Hiçbir zaman o “gömleği” çıkarıp atmamıştır. Türkiye’de pratik anlamda komünizme “herkesten daha zararlı” olmak bir yana, tartışmasızca pratik olarak en büyük yararı getirmiş, komünizme en fazla sempati doğurmuş aydındır. Biz kendini Doktor’un izleyicisi sayanları, bu satırları yüksek sesle reddetmeye, Doktor adına özeleştiri vermeye çağırıyoruz. Aksi takdirde, ne dergilerinde ne yazılarında ne konuşmalarında ne tiyatro oyunlarında yer vermeye hakları yok onun şiirlerine. O şiirlerin mülkiyeti değil söz konusu olan. Bunu kendi kendilerine borçlular. Madem ustaları, Nâzım’ın “Marksizme herkesten daha zararlı” olduğunu ileri sürmüş, hem de “muhakkak ki” ne diye Marksizme o zararı kendileri de versin?
Doktor’un Nâzım’ın komünistliği konusundaki fikirlerini gördük. Şunu da ekleyelim. Evet, adları Marksiste çıktığı için Marksizmin içine tükürmekten beter davrandıkları halde “Marksist” etiketinden vazgeçmeyen, “ben Gramsci’ci Marksistim” gibi sefilliklere başvuran tipler vardır. Ama devlet onların Marksist olmadığını çoktan saptamış olduğu için bunun o tipler açısından hiçbir bedeli yoktur. Oysa 1930’lu yıllar Türkiye’sinde insanın Marksizmden vazgeçmekle birlikte sırf şöhretini Marksist olarak elde ettiğinden dolayı onu bir türlü bırakamaması için aklını peynirle ekmekle yemesi gerekiyor olmalı. Faşizm Avrupa’yı adım adım fethediyor, belli ki çok ağır günler yaklaşıyor. Kemalist diktatörlük sizi defalarca hapse atmış, işkenceye maruz bırakmış. Siz Marksizme inanmadığınız halde ısrar edeceksiniz. Bu, bilindiği gibi, Nâzım’a 12 yıl hapse mal olacaktır. Siz insanların zekâsı ile alay mı ediyorsunuz?
Kıvılcımlı, Nâzım’ın sadece komünistliğine, Marksistliğine saldırmıyor. Bulduğu her fırsatta şairliğini de yerden yere vuruyor. 15 yıl ceza aldıkları davadan sonra ortak hapishane deneyiminin ilk günlerindeki duygularını okuyalım. Nâzım ile yakın arkadaşı Kemal Tahir’in kendisi hakkında dedikodu ettiğini düşünüyor Doktor ve başlıyor anlatmaya:
“Hiç duymazlıktan geldim şu ‘Şair-i âzam’ ile ‘Geleceğin Muharrir’i Muhteşem’inin [aslında böyle-ss] yakıştırdıklarını. Yazmam, okumam neyime yetmezdi? Onlar bence boş gezenin hoş kalfalarıydılar. Nazım sabahtan akşama dek eline geçirdiği Tevrat’tan ve İncil’den ‘şairane’ bulduğu sözcükleri, uzun ve yankı yapan localar koridorunda: ‘Onlar ki suda balık havada kuş yerde kalabalık’ diye höyküre höyküre dolaşıyordu. (…) Niye saklayayım? İkisini de beğenmiyordum. Ama, bir şeyler yapmalarını istiyordum. 15 yıl nasıl geçerdi? Bütün o tevkifat sırası ve sonrası saçmalayışlarına rağmen, acıyordum boş geçen zamanlarına, acıyordum kendilerine.” (236)
Gençler bilmeyebilir. Nâzım hapishaneleri Doktor gibi sadece bir münzevi tarzında kendi içine kapanarak üniversite haline getirmez. Nâzım, siyasileri de, adli mahpusları da kapsayan ve çeşitli faaliyet alanlarına yayılan muazzam bir örgütlenme çabasına girişir. Kemal Tahir, Orhan Kemal, Balaban o “üniversite”de yetişmiştir. Nâzım kendisi hapiste opera librettosu bile çevirerek kendi geçimini karşılayan biridir. Arı gibi çalışır. Yattığı hapishanelerde düzenlediği tekstil atölyelerinde fiilen üretime katılır, kol emeği harcarken aynı zamanda yoksul işçi emekçi adli mahpusların, hem ailelerine yollayabilecekleri parayı kazanabilecekleri hem de hapisten çıktıklarında icra edebilecekleri bir “sanat” kazanabilecekleri birer ortam yaratmıştır. Yukarıda sözü uzatmak istemedik, yeri gelmişken söyleyelim: Nâzım Doktor dışında kimse tarafından “bedavacı” ya da “istismarcı” olarak suçlanmamıştır. Mesela bazı hapishane arkadaşları kendisinden önce çıktıklarında ilk başta para sıkıntısı çekerler diye atölyelerin faaliyetinden kendine düşen payın bir bölümünü her ay düzenli olarak “bu senin payın” diyerek onlara yollamıştır.
Nâzım, “boş gezenin hoş kalfası” ha!
Nâzım’la ilgili şimdi aktaracağımız niteleme ise, Doktor’un Nâzım ile ilişkisinde gerçekle ilişkisini yitirecek kadar patolojik bir ruh durumuna girmiş olduğunu kanıtlamaya yeter kendi başına: “(kendi deyimi ile ‘İkinci derecede piyes yazarı’) şaircik”! Nâzım’ın oyun yazarlığı hep tartışmalı olmuştur. Bu alandaki başarı düzeyinin şairliğine göre zayıf olması, demek ki Nâzım’ın bir gün böyle yazmasına veya söylemesine kapı açmıştır. Olabilir. Ayrıca kendine güvenen insanlar kendileriyle bazen alay bile ederler. Anlaşılan Doktor böyle bir ruh durumu tanımamaktadır kırılganlığı dolayısıyla. Oyun yazarlığı hakkında ne derseniz deyin, Nâzım’ı büyük kılan o değildir. Ama “şaircik”! Dikkat buyurulsun, Kıvılcımlı “şaircik” sözünü 1930’lu yılların başındaki anılarını anlatırken söylemiyor. 1971’de; Nâzım öldükten sonra varıyor bu yargıya. “Taranta Babu’ya Mektuplar”ı, “Şeyh Bedreddin Destanı”nı (o tek başına yeter Nâzım’ı yüzyılın dünya çapında en büyük şairlerinden biri yapmaya), “Yaşamaya Dair”, “Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler”, “Denizin Üstünde Ala Bulut”, “Büyük İnsanlık”, “Saman Sarısı”, Havana Röportajı”, “Otobiyografi”, “Ben Yanmasam, Sen Yanmasan, O Yanmasa” ve burada sayamayacağımız nice muhteşem şiiri yazmış arada Nâzım. “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı saymıyoruz, onunla Nâzım’da kusur bulduğu birçok durumda büyük zafer elde etmiş gibi “işte memleketimden insan manzaraları” diyerek defalarca alay ediyor çünkü Doktor.
Biz kendimiz yıllar önce yazdığımız bir yazıda (“Tutsak Bolşevik: Nâzım Hikmet ve Stalinizm”) Nâzım’ı siyasi yönden bazen acımasızca eleştirmiş biriyiz. Bize göre, ne Nâzım ne de başka Marksistler put muamelesi görmemelidir. Ama bu eleştiriler nesnel temellere ve delillere dayanmalı ve kimseyi ikna etmeyecek temelsiz değerlendirmelere dayanmamalıdır.
Doktor’un muhtemelen hayatı boyunca ileri sürdüğü fikirler arasında en saçması, en temelsizi, en yersizi Nâzım hakkındaki bu fikridir, hatta genel olarak onun hakkındaki bütün fikirleridir. O zaman sormamız gerekiyor: Neden?
Bunu anlamak için Kıvılcımlı’nın kendisi hakkındaki fikirlerine bakmak gerekir. Günlüklerdeki bazı pasajlar bu bakımdan çok manidardır. Doktor’un çok önemli çalışmalarının hayat boyu hakkının verilmediği, teorisyen olarak değerinin teslim edilmediği kuşku götürmez. Bunu bin kez söylese “neden böyle söylüyor?” diye sorulmamalıdır. Doktor’un bu yüzden Şefik Hüsnü’den sonra zavallı bir aparatçikler topluluğuna dönüşmüş olan partiden dışlandığı da doğrudur. İçinde bunun acısını hissetmesini anlamamak da mümkün değildir. Bu yazının ilk kısımlarında kanıtladık ki, Doktor her iki sorunun kaynağını hayatı boyunca keşfedemediği için kendi kaderinden bir ölçüde sorumludur. Yaşananlar birtakım “kötü” kişilerin Doktor’a yaptıkları olarak kavranamaz. Bunların maddi temeli vardır: Ekim devriminin ürünü olan ilk işçi devletinin bürokratik olarak yozlaşması, bu yozlaşma sürecinin ideolojisi ve politikası olarak Stalinizm, Komintern’in devrimci bir dünya partisi olmaktan çıkıp Stalinist bürokrasinin dış politika aracına dönüştürülmesi, sonra da imha edilmesi.
Doktor bunları kavrayamamış ve Marksizmine hiç yakışmayan biçimde bütün kusuru parti yönetimindeki “kötücül” rakiplerinde görmüştür. Bu yüzden onlara seslendiği (ve yukarıda alıntıladığımız) pasajın sonunda şöyle diyor: “Ben ezeli kurbanım.” (308) Doktor gibi dinler tarihi alanında şaşılacak bir bilgi birikimine sahip olan birinin kaleminden çıktığında bu cümle çok daha derin çağrışımlar taşır, anlamlar içerir. Burada çok ciddi bir psikolojik mekanizmanın varlığını hissetmek için insanın ne psikolog ne psikiyatr ne de derinlikler psikolojisi uzmanı olması gerekmez.
Bu sendromun izini sürdüğümüzde “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” başlıklı 50 yıllık parti tarihiyle hesaplaşma bölümünün ilerleyen aşamalarında şu satırlarla karşılaşıyoruz. Doktor artık kendince yedi rakip önderin hepsinin defterini dürmüştür. Şimdi sonuç çıkarıyor. Bu pasaj bizce çok önemli olduğundan uzun bir alıntı vereceğiz:
“Yukarıki notlara bir hafta sonra şöyle göz attım. Belki çok şey, belki hiçbir şey yazdıklarım. Bayağı zahmet etmişim. Değer miydiler? 50 yıl sonra, neden rastlaştıklarımın birisine karşı içten saygı duyamıyorum? Hepsini yakından ve içyüzlerinden tanıdığım için. Tanımaz olsaydım mı? Elimde miydi ki?
Hepsi mi ‘polis’ bunların? Bir sen mi kalmışsın? Bu soru, hele sonuncusu, kanser ağrısı gibi canımı yakıyor. 50 yılın bilançosunda bir ben mi artıyım, varım? İnsan kendi kendisinin paranoid olmasından kuşkulanıyor. Yeni kuşaklar, gözümün içine bakarak soruyorlar: Senden başka adam yok mu?” (348, çok dikkat edilsin, vurgular orijinalinde.)
Burada bir “ben” sorunu görmeyen, kendine şu kaçınılmaz soruyu sorsun: Kıvılcımlı Nâzım’ı hangi gerekçeyle ötekilerin yanına koymuştur? Nâzım’ın “hepsi mi ‘polis’ bunların?” kategorisine girmesinin nedeni pisboğazlığı mıdır, eşcinselliği midir, gösteriş merakı mıdır, şu mudur bu mudur? Ötekilerin hepsinde işkenceye veya düzene teslim olmuşluk vardır. Yani kriter budur. Nâzım’da bu kritere uyan bir şey bulabilmiş midir Kıvılcımlı? Hayır! Buna bir tek Donanma Davası sonunda “hem muhbirim hem suçlu, bu ne iş?” anlamına gelen retorik ve ironik gözlemi kanıt gösterilmektedir. Bunun da Doktorca yanlış yorumlandığı yukarıda kanıtlanmıştır. Doktor’un en saçma fikirleri, kendine en yakışmayan yargıları Nâzım’la ilgilidir. Neden? Çünkü Nâzım “bir ben mi?” sorusunun önünde bir engeldir, o yüzden uydurma yargılarla yıpratılmalı, ezilmeli, ötekilerin yanına fırlatılmalıdır. Nâzım, Kıvılcımlı’nın “bir ben” demesini engelleyecek bir “alter ego”dur. Kıvılcımlı, Nâzım’ı aşağılamak zorundadır. O yüzden iler tutar yanı olmayan saçma şeyler söylemektedir hakkında.
Nihayet, “Kim Suçlamış? Parti Anılarım” bölümünün, yani 50 yılın bilançosunun son sayfalarına geldiğimizde, Kıvılcımlı’nın kaleminden şu cümle dökülür: “‘Bütün dünya’ küçüle küçüle ‘ben’ oldu.” Biliyoruz, bağlam hastalığı dolayısıyla dünyanın gerisi ile ilgilenememesi. Ama cümlenin yazılış tarzı, masum değil. İtiraz mı edeceksiniz? Eee, “derinlikler psikolojisi” böyle bir şeydir: Sadece ne niyet ettiğinize değil onu söylerken ağzınızdan dökülen cümlenin yapısına da bakar çünkü bilinç dışının yansımasını aramaktadır.
Ava giden avlanır!
Komünistler için dersler
Doktor, bu hesaplaşmayı, bildiklerini gelecek kuşaklara aktarmak için yapıyor. Ama bir açıdan “ben”ine yenildiği için doğru sonuçlara bir türlü varamıyor. Biz onun deneyiminden dersler çıkarmaya çalışalım.
Bir: Bir başka doktor, Che Guevara, 1956 yılında tutmakta olduğu “Felsefe Defterleri” baştan aşağıya materyalist felsefeyle dolu olduğu halde, bir de Mevlana Celaleddin
Rumi’den bir alıntı ekler: “Aşkın uyandığı yerde, nefs [ben], o karanlık müstebit
ölür.” Che’nin aşkı elbette sosyalist devrim olmuştur. Her insan daima “ben”in tutsağı olma tehlikesi altındadır. Kimse ama kimse bundan muaf değildir. Komünistin kendini aralıksız olarak sorgulaması, o nefs ile mücadele etmesi gereklidir. Che, o güçlü kişilik, o büyük irade ve zekâ, Marksist bile olmayan deli dolu bir Fidel’in iki numarası olmaya bu sayede razı olmuş olmalıdır. Trotskiy ise, tersine, neredeyse 10 yaş küçüğü olduğu Lenin’in iki numarası olmayı kendine yediremediği için Bolşevizmin ve Ekim devriminin tarihinde çok ciddi bir zaafa yol açmıştı.
İki: Stalinizm-Trotskizm tartışması, Sovyetler Birliği çökeli beri anlamını yitirdi diyenler akıllarını başlarına toplasın. Stalinist bürokrasi sadece Sovyetler Birliği’ni çökertmedi, Marksizmi ve komünist hareketi tanınmaz hale getirdi. Doktor kendi partisinin sorunlarının orada yattığını anlayamamanın bedelini hayat boyu ödedi. Nâzım’la birlikte Muhalif TKP’ye o büyük bilgi birikimini, çalışkanlığını, inancını, iradesini ve zekâsını katsaydı, Muvafık TKP ufalanırdı. Hikmet ile Hikmet Türkiye komünizminin tarihi önderleri haline gelirlerdi.
Üç: Bir komünist hangi zor koşullarda mücadele ediyor olursa olsun, çevresindeki en iyi unsurları, bütün kusurlarına rağmen, o kusurların sabırla ve sebatla üzerine giderek, o insanları eğitmeye çalışarak mücadeleyi kolektif hale getirmek için elinden gelen çabayı göstermelidir. Devrimde proletaryaya önderlik edecek partinin kadroları, tanım gereği, partiye gelene kadar burjuva sınıf toplumunun içinde yetişmiştir, kısmen onun doğum lekesini taşımaktadır. Pisboğazlık, gösteriş düşkünlüğü ya da başka kusurlar değişmez özellikler değildir. Kimseyi beğenmeyerek sonunda yalnız kalmak bir komünistin harcı olamaz.
Dört: Dostunu düşmanını ayırmayı bilmek, insan sarrafı olmak komünistin en önemli hasletlerinden biri olmalıdır. Doktor, Hasan Âli Ediz’in Nâzım’ı her an burjuva toplumuna geri dönebilecek bir şair gibi gösteren satırlarını kitabına alıyor. Ondan bir-iki yıl sonra Hasan Âli bir CHP’li bakanın yanına yazılıyor. Doktor, Baytar Cevdet ve Eczacı Vasıf’ın Nâzım’a yaptıkları “polis”, “provokatör”, “satılık ajan” ve benzeri saldırıları sineye çekiyor, bunlardan birkaç yıl sonra “benden buraya kadar, paso” diye ayrılıyor, öteki yok oluyor, ne olduğu belli değil.
Beş: Lenin olunmalı. Doktor 1930’lu yıllarda partiye doğru yolu gösterdiği kanısındadır. Kimse dikkate bile almıyor. 1938’de 15 yıllık hapisten kurtulmak için Suriye’ye gidiyor. Şefik Hüsnü’ye yazarak destek olmasını istiyor, cevap bile alamıyor. Suriye Komünist Partisi sekreteri Halit Bektaş’tan da soğuk muamele görüyor, mecburen geri dönüyor. 12 yıl yatıyor. Buna rağmen 1950’de çıkınca partiye hizmet edebilmek için yine Şefik Hüsnü’yü arıyor. Cevap “faaliyet yok”. 1951 tevkifatında 167 sanıklı bir dava açılıyor. Muhtemelen buzdağının tepesi. Basbayağı bir parti var. Herkes içinde bir tek Doktor istenmeyen adam. Yürü git. Lenin gibi inandığını uygula. Vatan Partisi uygun diyorsan, ona devam et. Yok o sadece legalite istismarı ise (ki o dönemde öyle olmalıydı) yeraltında örgütlen. “Troçkist” derlerse, bırak desinler. Sen doğru olanı yap! Adın değil politikan daha önemli.
Altı: 1933, 1938 ve 1950’de Doktor’un nasıl parti dışında bırakıldığını bir önceki paragrafta anlattık. Açık değil mi seni kimin partiden yargısız hükümsüz “attığı” Doktor? Hakkında en saygılı konuştuğun adam Şefik Hüsnü seni yolcu etmiş! Neden? Çünkü “kuyrukçuluk etme!” demişsin ona. Demek ki “Troçkist” olmuşsun! Bütün bunlar ortada iken neden “Kim suçlamış?” diye yenileri de işin içine sokuyor, Nâzım’ın üstüne de 55 sayfa çamur atıyorsun? Komünist, duygularının tutsağı olmamalı. Birini kıskanıyor ya da onun varlığının kendi önemine gölge düşürdüğünü hissediyorsa o duygu ile mücadele etmeli.
Yedi: Ne kadar büyük işler yapmış olsa, ne kadar derin teoriler geliştirmiş olsa da hiçbir komünist önderin ağzından veya kaleminden şu cümle dökülememelidir: “‘Bütün dünya’ küçüle küçüle ‘ben’ oldu.”
Koda
Bu yazıyı Türkiye komünizminin en ironik gelişmelerinden biri ile bitirmek istiyoruz. Daha önce de yazdık ama tekrar tekrar yazılacak kadar ders dolu bir olay bu.
1930’lu yılların başında Komintern Nâzım’ı “polis”, “ajan”, “provokatör” ve daha neler neler olmakla suçlarken Nâzım bu meseleyi Kıvılcımlı’ya açıyor. Kıvılcımlı’nın tavsiyesi “yukarı gidip Komintern’e baş vur” oluyor. Nâzım “Beni öldürürler Hikmet orada!” diyor. Doktor’un cevabı, “Hadi canım sen de… ettim. Başka öldürecek adam mı bulamadılar.”
Sonra 1971 geliyor. Doktor günlüklerinde Nâzım ile aralarında geçen şu diyalogu aktarıyor:
Doktor: “III. Enternasyonal’in yeri belli.”
Nâzım: “Yerini biliyorum. Yolu yok.”
Doktor: “Yolu da olur. Sen bildiğin yere gider, şikayetini yapar, davanı güdersin.”
Nâzım: “Hikmet, sen çok… nasıl diyeyim, safsın, dersem kızma.”
Doktor ekliyor: “Şimdi Nazım’ın o sözüne hak veriyorum.”