Ağustos böceği ve karınca
Aşağıdaki yazı, önce İngilizce olarak Devrimci İşçi Partisi’nin (ve kardeş partisi EEK’in) görüşlerini yansıtan uluslararası RedMed sitesinde yayınlandı (The ant and the grasshopper | redmed.org). Burada yazarın kendi çevirisiyle Türkçe olarak yayınlanan versiyon aslının aynıdır.
Olaylar gölgelerini erkenden düşürmüştü,
Onlardan biri de savaş olabilirdi.
Ama kapkaranlık bir ekranda
Gölgeler nasıl görülebilir ki?
Bertolt Brecht
“Beş Çocuk Şarkısı”
Böyle olacağı nasıl da belliydi! Ne kadar aşikârdı, nasıl da sıradan! 6-9 Haziran arasında Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkede düzenlenen seçimin sonuçları çoğu yorumcu tarafından sanki yeni ve şaşırtıcı bir şey varmış gibi karşılandı. Uzun yıllardır, en azından 2008’de patlak veren ve yanlış bir adla “küresel finans krizi” olarak anılan olayın ertesinde başlayan Üçüncü Büyük Depresyon’dan itibaren faşizm, mahcup ve temkinli bir tarz benimseyerek de olsa yükseliş içinde. Ama 1970’li ve 80’li yıllardan bu yana sol düşüncenin içine battığı karanlık, bunun ardından Berlin Duvarı’nın çökmesinin (1989) ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının (1991) yarattığı travma, uluslararası sosyalizmin, uluslararası işçi hareketinin ve sol aydınlar ortamının gözlerinin bağlanmasına yol açmıştı.
Yalın ifade edelim: Faşizmin yükselişi kitlelerden gizlendi. Yok efendim, bu “popülizm”di. Olay, muz gibi ne niyetine yerseniz o tadı veren bu terimle anılınca ortada ciddi bir şey kalmıyordu. Evet, azıcık ırkçılık vardı. Biden ve von der Leyen’lardan postmodern ve sol liberal allameye uzanan küreselleşme savunucuları cephesinde bir çatlak yaratıyordu, doğru. Ama telaşlanacak fazla bir şey yoktu, sadece küçük bir sorun yaşanıyordu. Uykusunda gezer gibi davranan bu sol aydınlar kalabalığını ne kadar uyarsanız, apaçık gerçekleri ne kadar hatırlatsanız işe yaramıyordu: Ne Brexit (2016), ne Trump (2016) ve Bolsonaro (2018), ne arada Marine Le Pen’in 2017 cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunda her üç Fransız’dan birinin oyunu almış olması. 2019’da yapılan bir önceki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bile, Brexit öncesi AB’nin dört büyüklerinin üçünde (Fransa, İtalya, Britanya) “popülistler” seçimden ülkelerinin birinci partisi olarak çıktığı halde ne solun ne de klasik sağın siyasi analistlerinin rahatını bozmak mümkün oluyordu. Ne demek canım, “popülizm”in yıllardır yükselişte olduğu birçok ülkede (en belirgin olarak da Avusturya ve Hollanda’da) eğilim tersine dönmemiş miydi? İşte size teselli kaynağı! Her şeyden daha önemlisi, seçimin büyük galibi Yeşiller’di. Bu da modern küçük burjuvalarımızın vicdanını ve cüzdanını rahatlatıyordu.
Biz Devrimci İşçi Partisi olarak, hem söz konusu hareketin karakterinin teşhisi (“ön-faşizm”in “popülizm” olarak tanımlanması, pek şevkle olmasa bile işçi sınıfı yanlısı olduğunu iddia eden sol hareketler ve düşünürler için su katılmamış bir suçtu), hem de yaklaşan tehlikenin ciddiyet derecesinin olduğundan küçük gösterilmesi konularında solun aydınlarının miyop bakışı konusunda uyarı üzerine uyarı yapıyorduk. Üstelik bu körlük salgını, yalnızca postmodernist, sol liberal, post-Marksist ve benzeri “kanaat önderleri”ne özgü de değildi; kendini devrimci Marksist olarak niteleyenlerin saflarında da yaygındı. Bütün bunlardan dolayı, şayet Trump’ın başkan seçilmesinden itibaren sayarsak bir on yıl boyunca, yok şayet Üçüncü Büyük Depresyon’dan itibaren sayacak olursak on beş yıl boyunca çok değerli zaman “popülizm” üzerine geviş getirilerek yitirildi.
Uyurgezerler nihayet ABD Kongresinin 6 Ocak 2021’de Trump’ın sürülerince basılmasıyla, Mussolini’nin Roma’ya Yürüyüş’ünün o karikatürvari taklidiyle uykularından uyandılar. Ve hiç vakit kaybetmeksizin, sanki hayali bir “Marksizmin Düşmanları Kulübü”nün Uluslararası Merkez Komitesi’nde çok önemli bir karar alınmışçasına, “popülizm” ekolünün bütün yandaşları o güne kadar kibar ortamlarda ağızlarına almaya çekindikleri “faşizm” gibi müstehcen bir terimi ağız dolusu kullanmaya başladılar. 2024 Avrupa Parlamentosu seçimleri işte Trump’ın Amerikan seçim sisteminin üzerinde bu tepinmesinin yarattığı şokun ardından geldi. Okurumuzun dikkatini emperyalist âlemin yaygın olarak okunan gazetelerinin, New York Times’ın, Le Monde’un, El Pais’in, La Repubblica’nın, muhtemelen Frankfurter Allgemeine Zeitung’un ve diğerlerinin sayfalarında artık “popülist” teriminin yaygın biçimde istimal (ve suistimal!) edilmediğine çekelim. Doğru, “faşizm” ya da onun bir türü (“neo-faşist”, “post-faşist”, bizim şimdilik esas bilimsel tanım olduğunu düşündüğümüz “ön-faşist” vb.) bu aşamada bile çok ender kullanılıyor. Yine de “popülizm”in yerini hareketin karakterine daha sadık bir etiket alıyor: “aşırı sağ”. Tabii, bu adlandırma yaklaşan tehdidin derecesini kitlelerden hâlâ gizliyor, o ayrı.
2024 Avrupa Parlamentosu seçimi: bir ufuk turu
Gözlem sanatıdır
Öğrenmeniz gereken ilk şey.
Bertolt Brecht
“Danimarkalı İşçi-Oyunculara
Gözlem Sanatı Üzerine Konuşma”
Yukarıda da işaret etmiş olduğumuz gibi, Avrupa Parlamentosu için beş yılda bir düzenlenen seçimler yaşlı kıtada ön-faşizmin yükselmesi bakımından iyi bir barometre rolü görmüş bulunuyor. 2014 seçimi bu yeni gelişmenin, yani faşizmin yükselişinin genelleşmesine işaret ediyordu: Fransa ve Avusturya gibi birkaç ülkeden, onların peşi sıra gelen Yunanistan, Macaristan ve İtalya gibi bazı yeni ilavelerden sonra, yeni gelişme 2014’te kıtanın dört bir yanına yayılıyordu. Bunun ardından gelen 2019 ise, hemen hemen bütün kıtanın bu tür hareketlerin istilasına uğramasının gözlenmesi açısından bir laboratuvar görünümü yarattı. Ama aynı zamanda, hareketin geleceği açısından çok önemli olan, hiç olmazsa bazı ülkelerde bir çeşitlenme ve farklılaşma yaşamasına (ön-faşist versiyonun yanı sıra bu aşamada henüz etkisi zayıf olan tam anlamıyla faşist kanadın kendini göstermesi; İtalya’da Georgia Meloni ile Matteo Salvini arasında ya da daha sonra 2022 Fransa cumhurbaşkanı seçiminde Marine Le Pen ile Eric Zemmour arasında görüldüğü üzere farklı köklerden kaynaklanan ön-faşist hareketlerin aynı kitleyi hedefleyen yarışı vb.) yönelik bazı gelişmeler de ortaya çıkıyordu.
Bütün bunlardan dolayı, 2024 seçimleri kimsede şaşkınlık yaratmamalıydı. Tabii bunun istisnası solumsu aydınlardı: postmodenistler ve post-Leninistler, sol liberaller, post-Marksistler ve post-kolonyalistler yıllardır kendilerini de halkı da aldatmışlardı. Şimdi bu yüzden duruma hayretle bakıyorlar, Marksistler de hayretle onlara bakıyor. Son seçimlerde kitlelerin verdiği mesaj berraktır. Ama bu gelişme en azından on beş yıldır olgunlaşmakta olan bir sürecin ürününden başka bir şey değildir.
Şimdi, Avrupa Birliği ölçeğinde yapılmış olan seçimlerin sonuçlarını kısaca gözden geçirelim. Bazı Kuzey ülkeleri (Finlandiya ve İsveç) ile Baltık ülkelerinin tamamı dışında, ön-faşist partiler her ülkede ya yükseliş göstermiştir ya da etkilerini korumaktadır. Buna paralel biçimde, geçici olarak kullanmakta olduğumuz bir adla “faşist-benzeri” partiler, örneğin Macaristan’da Victor Orbán’ın partisi veya Polonya’da uzun yıllar iktidarda kaldıktan sonra son dönemde yerini Avrupacı bir yönetime bırakmış olan PiS için de durum aynıdır. Yukarıda adları geçen iki Kuzey ülkesinin aynı zamanda son dönemde NATO’ya katılmış olan iki ülke olması, insanda kaçınılmaz olarak NATO üyeliğinin artık faşizme ihtiyaç bırakmamış olduğu düşüncesini gündeme getiriyor! Latife bir yana, bu iki ülke grubunda (yani Kuzey ülkeleri ve Baltık ülkelerinde) son dönemde siyasi hayatın Ukrayna savaşının üst-belirlenimine tâbi olması dolayısıyla, ön-faşist partilerin AB ve NATO ile sürekli bir gerilim yaşayan Rusya’ya daha yakın durmasının onların aleyhine çalışmış olabileceğini hatırlatmak doğru olur.
Kuzey ülkeleri konusunda kimse rehavete kapılmamalı. Avusturya’yı hatırlamak yeter: Bu ülkede 2019 seçimlerinin hemen öncesinde yaşanan açıklanamaz ve savunulamaz bir siyasi skandal dolayısıyla ön-faşist parti desteğinin önemli bir bölümünü yitirmişti ama bu seçimde eğilim yine tersine dönmüştür. Hem de ne dönüş: Parti yüzde 26 oy oranı ile birinci parti haline gelmiş bulunuyor! 2019’da sol aydınların halkı teselli etmek için Avusturya’daki bu gerilemeyi en önemli argüman olarak kullandığını hatırlatalım! Kullanılan öteki koz ise Hollanda olmuştu. Geert Wilders’in partisi 2019’daki başarısızlığından sadece beş yıl sonra, eskiden Avrupa Parlamentosu’nda hiç temsil edilmezken şimdi (yüzde 17 düzeyinde bir oy oranıyla) yedi sandalye elde etmiştir!
Genel tabloya baktığımızda ana eğilimler çırılçıplak ortadadır. Ön-faşistler AB’nin en büyük dört ülkesinde büyük bir başarı kazanmış bulunuyor: Fransa ve İtalya’da ilk sıradalar, Almanya’da ikinci, İspanya’da üçüncü. Görmüş bulunuyoruz ki tarihsel nedenlerle AB için vazgeçilmez bir ülke olan Avusturya’da da birinci parti onlarınki. AB’nin bir ölçüde “çevre ülkesi” olarak anılabilecek bazı ülkelerinde de önemli bir değişim yaşanıyor: hem Romanya hem Bulgaristan’da ön-faşist partilere destekte bir patlama yaşanmış bulunuyor. Romanya’da 2019’da yüzde 1 düzeyinde olan ön-faşist partiye destek 2024’te yüzde 15 düzeyine fırlamıştır!
Avrupa Parlamentosu’na ilk kez temsilci gönderen başka ülkeler de var. Burada da Romanya önde: Daha önce hiç temsilcisi olmayan ön-faşistler şimdi ülkeye ayrılmış olan 33 sandalyeden altısını kazanmış durumda. Portekiz de özel bir önem arz ediyor: Yepyeni bir parti olan Chega (Yeter) oyunu 2019’daki yüzde 1,5 düzeyinden bugün yüzde 10’a yükseltmiş bulunuyor, ilk kez iki sandalye kazanıyor. Ön-faşistlerin ilk kez sandalye kazandığı ülkeler arasında Lüksemburg, Kıbrıs, Hırvatistan’la birlikte elbette Hollanda’da Wilders’in partisi de sayılmalı (uzun bir tarihi olan bu partinin daha önce hiç sandalyesi olmaması şaşırtıcı).
Avrupa Parlamentosu’nun yeni bileşimine bakıldığında, toplam sonuçlar konusunda farklı kaynaklarda farklı sayılar görmüş bulunuyoruz. Parlamentoda temsil edilen ön-faşistler ve faşist-benzeri partilerin tamamının elde ettiği sonuçlar bakımından bir kesin tablo çizmek mümkün değil: Hem bazı sonuçlar daha geç geldiği için, hem de sağın belirli bir yenilik arz eden her hareketini mekanik biçimde aynı torbaya yerleştirmek doğru olmayacağı için. Ne var ki, ulusal parlamentolardan farklı olarak Avrupa Parlamentosu’nda hemen hemen hiçbir oylama “Avrupa müktesebatı” bakımından ya da AB’nin pratik politikaları açısından kesin bağlayıcı kararlara yol açmadığından kesin sandalye sayıları o kadar da önemli değil. Önemli olan, parlamentodaki genel tabloda farklı “siyasi aileler”in bütünü içinde faşist ya da yarı-faşist güçlerin genel ağırlığını saptayabilmek.
Bu bakımdan çok iyi bir gösterge var: Parlamentodaki sandalyelerin dörtte biri, ya bu “siyasi aile” içinde görülebilecek iki parlamento grubuna mensup (bu iki grup, bu seçimde 73 sandalye kazanmış olan Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri grubu ile 58 sandalye elde etmiş olan Kimlik ve Demokrasi grubu) ya da genellikle “çeşitli aşırı sağ” etiketiyle bir arada anılan temsilcilerden oluşuyor. 705 sandalyenin yüzde 25’i! Faşist illetin AB’de nasıl bir kudret düzeyine ulaşmış olduğunun çarpıcı bir göstergesi!
Dört yalın sonuç
Gözlediğini kullanmayı bilmeyen,
Kötü bir gözlemcidir demektir.
Bertolt Brecht
“Danimarkalı İşçi-Oyunculara…”
2019 Avrupa seçimlerinde yapılana benzer biçimde RedMed önümüzdeki günlerde birçok tekil ülke ya da bölgede seçim sonuçları konusunda yoldaşlarımızın kaleminden sonuçlar üzerine anlamlı gözlemler yapan bir yazı dizisi yayınlamaya hazırlanıyor. Bu ülke ya da bölgelerin özgül koşulları ve dinamikleri konusunda yapılacak sağlam Marksist analizlerden çok şey öğrenmek mümkün olacak. Sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu ülke ya da bölgeler üzerine yoldaşlarımızın yazdıklarını görmeden aceleci sonuçlara varmaktan kaçınacağız. Ancak, daha bu aşamada bile toplam durumdan dört yalın sonuç çıkarmak istiyoruz. Bizce bunların her biri proletaryanın ileri bölüklerine ve devrimci Marksistlere önemli uyarılar taşıyor.
İlkin, uzun yıllardır gelişmekte olan eğilimlere baktığımızda, 2024 seçimleri nitel bir sıçrama olarak görülemez. Solumsu aydınları uluslararası ölçekte kavramış olan panik benzeri atmosfere rağmen, bu seçimlerde elde edilen sonuçların zaten var olan eğilimlerin devamı olduğunu, on beş yıldır sürmekte olan gelişmeleri yaygınlaştırmaktan ve derinleştirmekten öteye gitmediğini vurgulamak gerekir. Biz kendimiz de bu ve önceki seçimlerin önemini tekrar tekrar vurgulamış olmamıza rağmen kimse parlamenter budalalık tuzağına düşmemeli, seçimlerin tek tek halkların ya da bir bütün olarak insanlığın geleceği için belirleyici bir önem taşıdığını düşünmemelidir. Seçimlerden çok daha önemli biçimde gelecek, sokaklarda ve meydanlarda, fabrikalarda ve mahallelerde, üniversitelerde ve okullarda ve büyük ihtimalle savaş meydanlarında belirlenecektir. Seçimler elbette faşizmin zehirli fikirlerini kitleler nezdinde teşhir için önemlidir; aynı zamanda, halkın ve özellikle de proletaryanın ruh durumunun bir göstergesi olarak dikkate şayandır. Ama bazı seçimler diğerlerinden daha önemlidir. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde, Amerika’da 5 Kasım günü yapılacak cumhurbaşkanı seçimi Avrupa seçimlerinden çok daha önemli olacaktır. ABD hâlâ dünya çapında eğilimleri de olayların temposunu da belirleyen ülkedir. Ayrıca, Donald Trump daha şimdiden ABD seçim sistemine meydan okumaktadır. Seçimi kazansa da kaybetse de sistemin altını üstüne getirecektir. Yani Amerika’nın sonbahardaki seçimi başka seçimlerden daha önemli ise bunun nedeni biraz da bu seçimin yalnızca bir seçim olmamasıdır!
İkincisi, bu Avrupa seçimlerinin getirdiği değişim hakkında, bir önceki paragrafta sözü edilen nitel değil nicel karaktere ilişkin olarak tek büyük istisna Fransa’da doğan siyasi durumdur. Bu ülkede, Marine Le Pen ile veliahtı Jordan Bardella’nın Rassemblement National (Ulusal Derleniş) partisinin elde ettiği kitlesel etki ve güç, gerçekten nitel bir değişim, hatta deyim yerindeyse bir deprem yaratmıştır. Avrupa için merkezî bir önem taşıyan bu ülkede ön-faşist kisvesi altında faşizmi iktidara getirebilecek bir gelişmedir bu. Bu nitel sıçramanın ülkede durumun değişimini nasıl tetiklemiş olduğunu, seçimden bu yana ardı ardına yaşananlarda görmek mümkündür: Macron’un derhal baskın seçim ilan etmesi; ikisi (Sosyalist Parti ve Yeşiller) burjuva sınıf karakterine sahip dört reformist partinin Yeni Halk Cephesi adında bir seçim ittifakı kurması; kendine “cumhuriyetçi” adını veren partiler tarafından bugüne kadar Marine Le Pen’e uygulanmış olan “cordon sanitaire”de (“siyasi karantina” diye çevirebiliriz) tarihi General Charles de Gaulle’e (okunuşu Şarl dö Gol) dayanan merkez sağ partinin, o günden beri tartışmalı olan ama şimdilik başkanı olan Eric Ciotti tarafından, büyük bir medya grubuna sahip kudretli bir kapitalistle elbirliğiyle yaratılan çatlak; seçimlerden sonra Jordan Bardella’nın elbette sadece bir ihtimal olan ama çok elle tutulur bir ihtimal olan başbakanlık koltuğuna oturması olasılığı.
Bu deprem, Fransa’da yarım yüzyıl boyunca önce yavaş, ardından hızlanan biçimde sürmüş olan faşizmin yükselişi dönemini sona erdiriyor, faşizmin doğrudan doğruya iktidarı ele geçirme mücadelesinin başlayacağı sarsıntılı bir yeni dönemin açılışını ilan ediyor. Bu, yeni bir 1933’ün eşiğindeyiz, Marine Le Pen bir kez iktidara gelince derhal Hitler gibi davranacak anlamına gelmiyor elbet. Trump, Bolsonaro, Modi ve en son Meloni örnekleri 21. yüzyılda faşist bir rejimin kuruluşunun 1920’li ve 1930’lu yıllarla karşılaştırıldığında çok farklı yollardan geçeceğini bize öğretmiş bulunuyor. Üstelik, böyle bir rejimin kurulması hiç de kaçınılmaz değildir. Her şey sahadaki güçlerin karşılıklı eylemlerine, özel olarak da sınıf mücadelesini gelişme tarzına bağlı olacaktır.
Fransa’nın, bir nitel değişim yaşama konusunda, “tek istisna” olduğunu söylemedik, “tek büyük istisna” olduğunu belirttik. Bunun nedeni şudur: RedMed’de yayınlanacak diğer yazılarda ortaya konulacak görüşler, bize ülkeler ve bölgeler arasında bazılarındaki gelişmelerin yoldaşlarımızca yepyeni, nitel karakter taşıyan özellikler taşıyan örneklerini sunabilir. Öte yandan, şunu da vurgulamak gerekir: Zaten kıpır kıpır hareketli olan, bu nedenle de Avrupa’nın siyasi durumu açısından belirleyici bir özellik taşıyan Fransa gibi bir ülkede devasa bir nitel değişim yaşandığında başka ülkelerin zincirleme bunun ardına dizilmesi de potansiyel olarak gündeme girmiş demektir.
Çıkarmak istediğimiz üçüncü sonuç, ön belirtileri ortaya çıkmış olan bir başka nitel değişimle ilgilidir: Faşizmin Avrupa Birliği’nin bütünsel politikası üzerinde artan bir etki kazanması yolunda bir değişim. Öyle anlaşılıyor ki, İtalya’nın faşist kökenli başbakanı Georgia Meloni, politik manevraları sayesinde, Avrupa Komisyonu’nun şimdiki başkanı Ursula von der Leyen açısından kendini vazgeçilmez hale getirmiş bulunuyor. ABD politikalarının ateşli taraftarı von der Leyen’ın, görevine devam edebilmesi için, çeşitli ülkelerin muhafazakâr ve Hıristiyan Demokrat partilerini bir araya getiren Avrupa Halk Partisi’nin dışında birtakım güçlerin desteğine ihtiyacı vardır. Meloni, bazı girişimlerini von der Leyen ile el ele yürüterek (en önemli örnek Tunus diktatörü Kais Sayed ile göçmen karşıtı politikalarını düzenlerken von der Leyen ile birlikte çalışmasıdır) ve Ukrayna savaşı konusundaki görüşlerini yumuşatıp ABD ile özel bir yakınlaşma sağlamaya çalışarak Avrupa çapında faşist hareket ile Avrupa Komisyonu arasında bir arabulucu konumuna yerleşmeye yönelmiş görünüyor. Bu, faşistlerin Avrupa Birliği’nin formel anlamda yönetici organları nezdinde, kısmi de olsa bir nüfuz elde etmesi bakımından bir ilk olacaktır. Meloni’nin 2022 genel seçiminde almış olduğu yüzde 26’lık oyu şimdi yüzde 29’a çıkarmış olması elbette olanaklarını arttırıyor. Bu, Marine Le Pen’in sarsıcı zaferi ile birleştiğinde muhtemelen Avrupa’nın iki “demir leydi”sinin el ele vererek önümüzdeki yıllarda AB politikalarını biçimlendirmede nüfuz sahibi olacağı bir durum doğuracak. Bu iki politik şahsiyet arasında henüz önemli farklılıklar olduğunu unutmaksızın: Rusya meselesinde Marine Le Pen Meloni’den farklı bir tutuma sahip (ama Bardella daha şimdiden daha “Atlantikçi” mesajlar vermeye başladı), Ayrıca iki lider Avrupa Parlamentosu’nda şimdilik iki ayrı grupta yer alıyor: Le Pen Kimlik ve Demokrasi (ID) grubu içindeyken Meloni’nin partisi İtalya Kardeşliği (FdI) Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ERC) grubunun mensubu.
Ulaştığımız sonuçların sonuncusu, Devrimci İşçi Partisi’nin çeyrek yüzyıldır ısrarla vurguladığı bir nokta: Faşizmin yükselişi önlenebilir bir süreçtir. Evet tarih maddi güçlerin belirleyiciliği altında gelişir ama hiçbir zaman önceden belirlenmiş değildir, daima karşılıklı güçlerin eylemlerine, örgütlenme düzeylerine ve stratejik ve taktik ustalıklarına bağlı olarak yol alır. Faşizmin yükselişi, emperyalist-kapitalist sistemin derin krizinin ürünüdür. Irkçılığın, ideolojik rövanşizmin ve faşizmin baştan aşağı geriye bakan dünya görüşünün yapısal temelini oluşturan bu krizdir.
Şimdilerde, solun burjuva ve küçük burjuva unsurları, geçmişte kendileri için “popülizm” olan faşizmin oluşturduğu tehdit konusunda uyanmaya başlayınca bu hareketin yükselişini açıklamak için çeşit çeşit “ana neden”ler bulmaya çalışıyorlar. Bu “ana neden”lar arasında göç ayrıcalıklı bir yer tutuyor. Oysa göç, faşist hareket için mazeret karakteri taşıyan bir dizi dolayımdan biridir sadece. Her kim burjuva ve küçük burjuva teorisyenlerin bu gecikmiş “ana neden” arayışında göçü öne çıkarıyorsa dosdoğru faşizmin eline oynuyor demektir! Hayır, göç, aynen göç akımları açısından “ev sahibi ülke” olarak anılan ülkelerde emekçi sınıfların yaşadığı yoksulluk ve sefalet gibi, kapitalist sistemi son yarım yüzyıldır yakan kavuran illetin, yani kapitalizmin 1970’li yılların ortalarında başlayan, kökleri çok derine dayanan ekonomik krizin ürünüdür. Bu kriz, sonunda 2008’de Üçüncü Büyük Depresyon ile doruğuna yükselmiştir. (Biz depresyondan önce yaşanan sürece “otuz yıl krizi” adını takmış bulunuyoruz.) Küreselcilik politikaları zemininde bütün ülkelerin işçilerini ve emekçilerini yoksullaştıran ve sefalet uçurumuna iten, bir yandan da bu amaçla dünya çapında yedek sanayi ordusunu şişiren kapitalizm, iki tarafı, bir yanda “ev sahibi ülke” işçilerini, öteki yanda göçmen ve mültecileri düşmanca bir hesaplaşma içine itmektedir. Faşizm, dün de bugün de her şeyden önce uluslararası işçi sınıfını bölmek amacıyla geliştirilen ırkçılıktır. Faşizm, sermayenin emperyalist zeminde uluslararasılaşma çağında milliyetçi cinnettir, yani serapa bir çelişkiden ibarettir. Faşizm, toplumsallaşmış ve uluslararasılaşmış üretici güçler ile özel mülk edinme sistemi arasındaki çelişkiyi aşmaya çalışan sermayenin intiharvari maceracı politikasıdır. Kapitalizmin bu çelişki dolayısıyla yaşamakta olduğu tarihî gerilemenin ürünüdür.
İnsanlığı yalnızca sosyalizm kurtarabilir. Stratejik yaklaşım bu olmalıdır. Yalnızca farklı ulusların işçilerinin birliği faşizmi durdurabilir, geriletebilir. Öyleyse, burjuvaziye hizmet eden mevcut sistemde bir çıkarı olan hiçbir politik güç, geçici anlar dışında faşizme karşı mücadele edemez. Fransa’da kurulmuş olan Yeni Halk Cephesi’ne asla umut bağlanamaz zira bu partilerin hiçbiri tek bir an bile kapitalizmden tam bir kopuşu önüne koymayacaktır. Devrimci proletaryanın bir partisinin var olduğu varsayımsal durumda dahi, bu partilerden sadece biri ya da ikisi ile geçici ittifaklardan başka bir şey düşünülemez. Hele tepeden tırnağa burjuva ve küçük burjuva karakter taşıyan Sosyalist Parti ile Yeşiller’den hiç ama hiçbir şey beklenemez.
Faşist partilerin gerçek karakterini gözlerden gizleyen “popülizm” ve “aşırı sağ” ya da başka etiketler hakkında geviş getirmekten vazgeçmenin zamanı çoktan geçti. Faşist canavarı adıyla çağırmak elzem. Ve de örgütlenmek ve faşizmle savaşa girmek. Ne araç kullanmak gerekiyorsa onunla.
Faşizmin temellerini kemirecek ve onu sonunda yok edecek olan, dünya proletaryasının karıncalarıdır. Modern küçük burjuvazinin sözcüleri olan Ağustos böcekleri değil.