Mavi Marmara davası: ikinci “one minute” şovu!

Türkiye’deki gündemin yoğunluğu (özellikle de cezaevlerindeki görkemli açlık grevi direnişi)  Kasım ayında yaşanan bir olayın hak ettiği şekilde tartışılmasını -anlaşılabilir bir şekilde-  engelledi. Hatırlanacağı üzere,  İHH’nın (İnsani Yardım Vakfı)  organize ettiği ve Gazze'ye insani yardım taşıyan Mavi Marmara isimli gemiye;  31 Mayıs 2010'da İsrail ordusunun yaptığı müdahale sonucu 9 yolcu ölmüş ve 50’yi aşkın kişi yaralanmıştı. Bu olayla ilgili mağdur yakınlarının şikâyeti sonucu 2,5 yıl sonra açılan dava 6-7-8 Kasım tarihlerinde İstanbul’da görüldü. İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi ’nde yapılan duruşmalarda İsrail genelkurmay başkanı, deniz ve hava kuvvetleri komutanları ve istihbarat başkanı kasten adam öldürme, kasten yaralama, yağma, ulaşım araçlarını alıkoyma, kişiyi hürriyetinden yoksun kılma ve eziyet suçlarından yargılanıyor.

Davanın hukuksal boyutunu tartışmayacağız. İsrail’in sadece bu katliamdaki suçu değil, genel olarak katliamcı, işgalci ve kelimenin tam anlamıyla terörist sicili, bundan da öte, hukukdışı bir devlet olarak var oluşu ise bizim açımızdan tartışılmaz. Biz İsrail devletinin kendisini yok sayan, lağvedilmesini öneren bir geleneğin temsilcisiyiz. Ancak bu, ne bu davanın kendisini, ne dava konusu olayın arka planındaki ilişkiler yumağını, tarafların kimliğini, geçmişini ve siyasi otoriteyle ilişkisini yok sayacağımız anlamına gelmez.

Bir kere olayın birinci dereceden faili olan İHH (Avrupa'daki adı: IHH e.V.) her ne kadar adında “insani yardım” sıfatını taşıyor olda da, aslında olsa olsa bir “İslami yardım” kuruluşu olabilir. Zira “yardım” eli uzattığı Müslüman olmayan bir tek ülke ya da topluluk yoktur. Bu kurum, ne tesadüf ki başbakanlığı döneminde kamunun milyonlarca lirasına el koymaktan (yani dolandırıcılıktan) mahkûmiyet cezası almış olan Necmettin Erbakan’ın kurucusu olduğu Milli Görüş hareketinin siyasi uzantısıdır. Avrupa’daki Türkiye ve Kürdistan kökenli vatandaşların saf bağışları ile gemiler, tırlar dolusu yardımları çok kısa sürede toplayabilecek güçte ve büyüklükte bir kuruluş olmakla birlikte, örneğin –sadece Müslümanları dikkate değer bulmasını bir an için doğru kabul edelim- “Müslüman” Kürtlerin savaştan dolayı yaşadığı sorunlara ilişkin maddi yardım bir yana bir tek kelimelik açıklama dahi yapmış değildir.

İkincisi, bu kurumun yöneticilerinin, yine hem Türkiye’de hem Avrupa’da “yüzyılın soygunu” olarak anılacak büyüklükte dolandırıcılık yaptıkları mahkeme kararıyla sabit olan, Türkiye'deki Deniz Feneri ile Almanya'daki Deniz Feneri e.V. adlı kuruluşların, aralarında sanık olarak yargılanan RTÜK eski başkanı Zahit Akman ve Kanal 7 yönetim kurulu başkanı Zekeriya Karaman’ın da bulunduğu yöneticileri ile çok yakın ilişki içinde oldukları hemen herkesin bilgisi dâhilindedir. Bu kurumların ise AKP iktidarı ile ilişkileri o kadar iyidir ki;  bu dolandırıcılığın üstüne giden üç savcıyı Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu kararıyla görevden aldırmış ve Türk “bağımsız yargısı”nın önüne çıkarmışlardır. Savcılar kamuoyundan gelen tepkiler üzerine ancak iki yıl sonra beraat edebilmiştir.

Gelelim Mavi Marmara davası üzerinden koparılan kıyamete ve yapılan demokrasi havariliklerine. Erdoğan’ın ve siyasi iktidarın zımnen onay vermiş olduğu ( onların bilgisi ve desteği olmadan “bağımsız” savcıların böylesi bir iddianame hazırlayacağını düşünmek için aklını yitirmiş olmak gerek!) bu ucuz kahramanlık örneği dava, esasen kitlesel destek kazandırılmak için ciddi bir halkla ilişkiler operasyonu ile yürütülen ikinci “one minute” vakasıdır. Zira, yasalara göre, sanıklara ulaşılamadığı (ifadelerinin alınamadığı) için mahkemenin ceza verme yetkisinin olmadığı, dolayısıyla hukuken bir sonucunun olamayacağı başından bellidir. (Ne ironidir ki, aynı “bağımsız” yargı, Kürtçe savunma hakları elinden alındığı için ifade veremeyen KCK sanıklarına, karar verilmesi mümkün olmadığı halde, kendi kanunlarına aykırı şekilde binlerce yıllık cezaları vermekte bir beis görmemektedir.) Eğer mahkeme hakikaten ciddi olsaydı, sanıklar hakkında uluslararası yakalama kararı içeren kırmızı bülten çıkarması gerekirdi ki bunu yapmadı. Aynı şekilde Türk devletini temsil eden siyasi otorite, yani AKP olayı pekâlâ uluslararası ceza mahkemesine taşıyabilirdi, taşımadı.

Ortadoğu’da Vahhabiliğin tetikçiliğine soyunmuş olan Erdoğan ve onun AKP’si bu dava ile Müslüman kamuoyuna “Bakın biz İsrail’i bile yargılıyoruz” mesajı vermeyi amaçlamaktadır. Sevsinler sizi! Sizin “bağımsız yargı”nız yürüyüş yapan grevdeki işçilere, var oluş hakkını savunan Kürtlere, “YÖK’e Hayır” diyen gençlere, HES’leri protesto eden köylülere, tecavüzcülere tepki koyan kadınlara cezaları yağmur gibi yağdıracak, sonra utanmadan “evrensel hukuk”tan bahsedeceksiniz. Siyonist İsrail’in nişanlarını takacak, milyarca dolarlık silahlarını  -işçi sınıfının, yoksulların parasıyla- alacak,  sonra da “one minute” şovunun silik kopyasını bize yutturmaya çalışacaksınız. Size de bir gün anlayacağınız dilden “Bir Dakika!” derler. Bağımsız mahkemelerinizce daha düne kadar “anlaşılamayan” bir dilden de “Yek Hûrdem!”

 

Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Aralık 2012 tarihli 38. sayısında yayınlanmıştır.