Lenin'in sağ eli
Sovyetler Birliği’ni, bir işçi devleti iken maalesef görmedim. Moskova’yı ilk kez 2003 yazı başında, Rusya solunun bir geniş toplantısına davet edildiğimde gördüm. Şanslı oldum, daha sonra tam da Ekim devriminin 100. yılı kutlamaları sırasında düzenlenen bir konferansa kardeş partilerimizin daveti üzerine katılmak üzere 2017’de, bu kez devrimin başkenti Leningrad’a, şimdiki adıyla Petersburg’a da gittim. 2019’da bir kez daha görecektim bu kenti. 2003’te gittiğimde Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılışı henüz çok yeniydi. Moskova bu yüzden beni hem çok öfkelendirdi, hem çok hüzünlendirdi. Ama Lenin’i, Nâzım’ı, Mayakovski’yi ziyaret ettim. Lenin’in mumyalanmış bedenine bakarken sağ elini gördüm. Trotskiy sayesinde zihnimde çözmüş olduğum Sovyet muammasının acısını en has haliyle bu sefer yüreğimde duydum. Bu yazı o acıyı anlatıyor. 2003’te Moskova’dan döner dönmez yazıldı. Uzun yıllar internette dolaştı. Ama kendine hiçbir yerde bir kalıcı yuva bulamadı. Bugün Lenin’in, tarihin en büyük devrimci önderinin, yaşgününün 150. yıldönümünde bu yazı, göçebelik hayatını geride bırakıyor, Gerçek yuvasına yerleşiyor. (22 Nisan 2020)
Charles Baudelaire'in Elem Çiçekleri’nde "Le Spleen de Paris" (Paris'te İç Sıkıntısı) başlıklı bir şiiri vardır. Bir haftalık Moskova yolculuğu, bir kentin bir insanda nasıl bir iç sıkıntısı, hüzün, kasvet yaratabileceğini bana çok iyi öğretti. Baudelaire'i şimdi daha iyi anlıyorum. Zannetmeyin ki, Moskova'yı bir kent olarak boğucu ya da sıkıcı buldum. Hayır, tam tersine, bence mimari olarak güzel bir şehir. Metrosu o kadar iyi çalışıyor ki, muhtemelen orada yaşamak İstanbul'dan çok daha kolay. Kent ve çevresi o kadar dikkatli planlanmış ki, nereye baksanız yeşil. Tarihi ve kültürel varlığı o kadar zengin ki, haftalarca dolaşsanız, meydanlarını, anıtlarını, kiliselerini, saraylarını, müzelerini, manastırlarını görmekle bitiremezsiniz. Moskova güzel bir şehir. Ama insanları, ama insanları! On iki yıllık mafya kapitalizmi Moskova'nın insanlarını ne hale getirmiş!
Hayır, Moskova'yı ya da başka bir eski Sovyet kentini daha önce görmemiştim. Ama Sovyet toplumu hakkında çok şey okumuştum. Başka yönleri hakkında ne denirse densin, bu toplumun çok belirgin ve ayırıcı bazı özellikleri olduğunu biliyordum. Burada yoksulluk ve yoksunluk yoktu. Toplumun bir bölümü zevk ü safa içinde yaşarken, sağlığı, eğitimi, konutu, giyimi bakımından fakr ü zaruret içinde yaşayan insanlar yoktu. Herkesin hayatın asgari gerekleri açısından bir güvencesi vardı. Burada her insanın ötekilerin üzerine basarak yükselmesine dayanan burjuva bireyciliği yoktu. Başka her türlü kusuru olabilir Sovyet toplumunda hayatın. Ama bunlar yoktu. Bütün tanıklıklar bunu gösteriyor.
Günümüzde, Moskova'yı bir hafta görmek Rusya'da insan ilişkilerinin ne hale gelmiş olduğunu sezmek için yeterli görünüyor. Gördüğünüzü seveceğinizi hiç sanmam!
Kadınlar
I don't like your fashion business, mister/
I don't like what happened to my sister.[*]
Leonard Cohen
Şair-müzisyen Leonard Cohen, New York üzerine bir şarkısında, moda sektörünün kadınlara yaptığını böyle yeriyor. Moskova'da hayata bakan herhangi biri önce kadınları görecektir. Altmış yaşında kadın gördüm, her sabah elinde on kilo ağırlıkta gazeteyi merdivenlerden çıkarıyor, üç-beş kuruş kazanacağı kulübesine taşıyordu. Yetmiş yaşında kadın gördüm, bir sitenin çöplerini topluyordu. Seksen yaşında kadın gördüm, bütün gün metronun girişinde elindeki gazeteyi havaya kaldırmış, öyle sessiz sitemsiz müşteri bekliyordu. Emeklilik yaşını istediğiniz kadar düşürün ya da yükseltin. Bu kadınların mezardan önce huzura kavuşamayacağı belliydi! Ama sadece bunlar olsa!
Kızıl Meydanın dış çeperinde "Manej" adını taşıyan bir meydan var. Orada büyükçe bir dairenin ortasına, içine tek bir insanın sığabileceği genişlikte küçük bir daire daha çizilmiş altın rengi. O küçük dairenin içinde durup bir dilek tutar ve aynı anda havaya bir madeni para fırlatırsanız, dileğiniz yerine gelirmiş. 21. yüzyılın başında o dairenin bütün gün boş kalmamasına hayıflanın ya da aldırmayın, anlatmak istediğim o değil. Havaya atılan paralar, çekilen fotoğraflar, turistlerin kahkahaları arasında, büyük dairenin çevresinde beklemekte olan üç beş yaşlı kadın hemen dikkati çekmiyor. Ama bir süre sonra görüyorsunuz ki, bu kadınlar havaya fırlatılan bir ruble (50 bin lira) ya da 20 kopeki (10 bin lira)** eğilip yerden toplamak için birbirleriyle yarış halindeler! Bunların Moskova'nın sokaklarında ve metro kapılarında dilenen kız kardeşlerinden tek farkları, yüzlerini kızdırıp kendilerine verilmeyen paraları toplamaları. Çöpleri karıştıran kız kardeşlerinden tek farkları, bunu başkalarının gözleri önünde açıkça yapmaları. Onlar madeni paraları alabilmek için yere her eğildiğinde, bütün Rusya eğilmiş olmuyor mu? Devrim Meydanı'nda Marx'ın heykelinin gölgesinde taş bankın üzerinde kıvrılmış uyuyan yoksul kadın, hepimizin yüzünü kızartmıyor mu? Moskovalı yaşlı kadınların kaderi, "yoksulluğun kadınlaşması" olgusunun yeryüzündeki en çarpıcı örneklerinden biri olmalı.
Bir de genç kadınlar var. Türkiye'den İsveç'e, Bosna-Hersek'ten İtalya'ya çeşitli ülkelerde, Ukraynalı, Romen ve öteki uluslardan kız kardeşleriyle birlikte fahişelik yapanlardan söz etmiyorum. Şu ölçüsüz tüketim ve gösteriş hırslarıyla ünlenen, yetmiş yıllık Sovyet birikimini hoyratça yağmalamış yeni zengin "Yeni Ruslar"ın kadın olanlarından söz ediyorum. O ne gösteriş! O ne çirkin bir teşhir merakı! İş günü gündüz gözüne her tarafı fırfırlı eteklerinin üstüne ters yönde fırfırlı mantolarını giyenler mi istersiniz? Yirmi derece sıcakta kürk yakalı manto ile dolaşanları mı? Herhangi bir başka ülkede gece kılığı olarak anılacak içi görünen siyah bluzla metroda seyahat edenleri mi? Bu kadınlar, Sovyet-sonrası Rusyası'nın yeni yetme burjuvazisinin nüvesini oluşturan Yeni Rusların nasıl gözü doymak bilmez bir toplumsal katman olduğunun resmi geçidi sanki.
Erkekler? Onları da unutmamalı. Bimekân berduşları mı duymak istersiniz? 30'lu yıllarda yapılırken halka "Yeraltı Sarayları" diye sunulan güzelim metro istasyonlarında köpek gibi kıvrılıp yatanları mı? Üstleri başları dökülenleri mi? Ortalama yaşam beklentisinin bir onyıl içinde 70'ten 57'ye düştüğü erkek nüfusun tamamını mı? Yoksa lüks Mercedes'leri ya da cipleriyle caka satanları mı?
Rusya bugün modern toplumların nüfus yasaları açısından tam bir anormallik gösteriyor. Doğum oranları bütün sanayileşmiş ülkelerdeki gibi düşük ve hâla düşmeye devam ediyor. Ama ölüm oranları bu tür toplumlarda görülmemiş biçimde yüksek. Bu yüzden, öteki sanayileşmiş ülkelerde nüfus sabit kalırken, Rusya'da küçülüyor! 1990'da 148 milyon olan Rusya Federasyonu nüfusu bugün 145 milyona düşmüş durumda!
Neden mi? Sağlığın genel olarak hızla kötüleşmesinden. Bir de sanayileşmiş toplumlarda hemen hemen hiç görülmeyen bulaşıcı hastalıkların hızla yayılmasından. Mesela verem. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre tüberküloz vakalarının sayısı son on yıl içinde iki katına çıkmış. Mesela frengi. Siz bu kelimeyi en son ne zaman duymuştunuz? Sanayileşmiş ülkelerde 100 bin kişi başına ortalama 5 frengi vakası varken Rusya'da 1997 yılında bu sayı 277 olmuş! Sağlık Bakanlığı'nın zührevi hastalıklar konusundaki baş uzmanı, gerçek rakamların resmi rakamların çok üstünde olabileceğini söylüyor.
Söz konusu uzman bir şey daha söylüyor. 20 yaşın altındaki gençlerde frenginin son on yıl içinde 140 katı arttığını belirtiyor. Özellikle genç kızlarda. Neden dersiniz? Uzmana göre, fuhuş ve tecavüzler dolayısıyla. Gerçekten, "kız kardeşimin başına gelenler hiç hoşuma gitmiyor"!
Dolaşım
Çağdaş toplumda araçların ve yayaların dolaşımı, insanların birbirleriyle ve toplumun bütünüyle kurdukları ilişkinin en güzel aynalarından biridir. Bir sürücü, park yerinin çok kıt bulunduğu bir semtte arabasını üç arabanın park edebileceği yeri hoyratça işgal ederek bıraktı mı, bilin ki o insanın bencilliğinden ve hoyratlığından yakınları da çok çekiyordur. Bir başkası trafikte her fırsatta mümkün olan her yöntemi kullanarak öteki araçların önüne mi geçmeye çalışıyor, bilin ki o kişi iş hayatında herkesin sırtına basarak yükselmekten hiç gocunmayacaktır.
Moskova halkının sokakta ve metroda dolaşım tarzı, bencilliğin, kuralsızlığın ve hoyratlığın insan ilişkilerinde doruğa çıktığını düşündürüyor. Sürücüler, kırmızı ışığa ancak yandıktan beş saniye sonra falan riayet ediyor. Bir defasında bir sürücü sırf kırmızıda geçmekte inat ettiği için, benim de aralarında bulunduğum bir yaya topluluğunun tam ortasına gazladı. Herkes duraklamasaydı kaza olması işten bile değildi. Yayalar da sürücülerden aşağı kalmıyor. Kırmızı ışıkta koşarak geçmeyen neredeyse sadece yaşlılar (ve inatçı Sungur) oluyordu. Tabii bütün bunlardan dolayı herkes sürekli birbirine kızıyor. Sürücü yayaya, yaya sürücüye ve (İstanbul trafiğinden çok alışık olduğumuz kızgın kornaların sıklığından anlıyoruz ki) sürücü sürücüye.
Yaya yayaya kızamaz zannettiniz değil mi? Siz öyle sanın! Rusya'nın yeni insan tipi, sadece yer üstünü değil, o mükemmel metro sistemini bile Arap saçına çevirmeyi başarmış durumda. Moskova metrosu dünyanın belki de en ucuz metrosu. 250 bin liraya*** şehrin bir ucundan ötekine seyahat edebilirsiniz. Üstelik son derece dakik. Hiçbir ülkede trenlerin bu kadar sık geldiğini görmedim. Başka yerlerde insan tren kaçırdım diye üzülür. New York'ta ya da Londra'da on beş dakika beklediğiniz olur. Burada neredeyse kaçırdığınız tren istasyondan ayrılırken yenisi geliyor. Her durumda bekleyişiniz bir buçuk dakikayı geçmiyor. Bu sayede metronun koridorları hep çok kalabalık olmasına rağmen trenler değil.
İnsanlar nerede kıtlık olursa gaddar ve hoyrat olur, nerede rahatlık varsa daha sakin ve düşünceli. Moskova halkı bu genel toplum yasasını da tersine çevirmeyi başarmış. Bir kere, tren kaçırmak dert olmadığı halde, aktarma yaparken çoğu gideceği yere daha kolay ulaşmak için girilmesi yasak koridorlara giriyor. Bunlar Paris metrosunda da vardır. Amaç öteki hattan gelerek aktarma yapanlarla bu grubu karşılaştırmamak, yürüyüşü kolaylaştırmak ve hızlandırmaktır. Kimse de yasak yöne girmez. Moskovalıların ise çoğunluğu yasak yöne giriyor. Ondan sonra karşıdan gelen kalabalıkla çarpışmalar, omuz atmalar, ne isterseniz.
Bu da bir şey değil. Ama yaşlılara yapılan muamele! Metronun en kalabalık noktası yürüyen merdivenlerin başı oluyor. Bir aktarma sırasında böyle bir yığılma noktasındayım. Yan yana iki yürüyen merdiven var aynı yöne çıkan. Kimi birine, kimi ötekine yöneliyor. Bir ara sağdaki merdivenin önü boşaldı. Oraya doğru seyirttim. İşin aslı çabucak anlaşıldı: o merdiven durmuş. Ötekine doğru geri dönerken o (artık yürümeyen) merdivenin başında, bir elinde baston, öteki eliyle trabzana sıkı sıkıya yapışmış 70-80 arası bir yaşlı kadın olduğunu gördüm. Ne yapacağını bilmez, öyle duruyordu. Öteki merdivenin başı öylesine kalabalıktı, yürümeyen merdivene yönelen gençler öylesine hızla yürüyordu ki, kadının diğer merdivene yönelmesi mümkün değildi, adım atsa gençler tarafından ezilirdi. Belki 20 saniye belki 30, kadına baktım. Öyle kalakalmıştı. O süre içinde oradan yüzlerce insan geçti. Bir tek kişi kadına dönüp yardım etmeyi akıl etmedi. Sonunda tek kelime Rusça bilmeyen ben kadına işaretle "bu tarafa geçmenize yardım edeyim mi?" diye sordum. Anladı, gözlerinin içi güldü, başını hayır diye salladı ve teşekkür etti. Kadının ne yapmak istediğini bilmiyorum. Neden orada duruyordu bilmiyorum. Bildiğim bir şey var: genciyle orta yaşlısıyla yüzlerce Moskovalının o kadını görmediği!
Bu olayın ertesi günü, yine metrodayım. Bir yürüyen merdivene biniyorum. Aklıma bir gün önceki manzara geliyor. Sonra birden bire önümde, birkaç basamak aşağıda çok yaşlı, bastonuna dayanarak zor ayakta duran, artık iyice kamburlaşmış bir adam olduğunu fark ediyorum. Moskova metrosunun bir kötü yanı, bu yürüyen merdivenlerin bitiş noktasında merdivenden inmenin biraz zor olması. Herkes hafif sendeliyor inerken. "Bu adam düşer" diye geçiriyorum aklımdan. Solumuzdan bir sürü insan geçiyor. Tam merdivenin sonuna yaklaşırken, arkadan da kimsenin gelmediğini görünce adamın soluna geçiyorum. Tam inerken sendeliyor, düşecek gibi oluyor, koluna yapışıyorum, doğruluyor. Adam bana dönerek gülüyor ve teşekkür ediyor. Ama aynı anda arkamdan "yolumdan çekil" anlamına geldiğini anladığım hiddetli bir ses duyuyorum. Hani Türkiye'de araba kullanırken, hem de yaya geçidinde, yaşlı birine ya da kucağında çocuğu olan bir kadına yol verirsiniz de, arkanızdaki sürücü ne olduğunu göre göre korna çalar ya, tam öyle! Türkiye'de olsa ben ona haddini bildiririm, ama insan dil demek. Umutsuz ve kızgın elimi havaya kaldırarak ilerliyor ve kenara çekiliyorum. Sonra arkama dönüp yaşlı adamın artık sağ salim "karada" olup olmadığına bakıyorum. Hâlâ "teşekkür ederim" diye bağırıyor arkamdan. O anda fark ediyorum. Göğsü madalya dolu. Ama öyle Brejnev'ler gibi değil. Yaşlı bir proleter. Yurdunu Nazilerden kurtarmış. İşte Yeni Rusların vefa duygusu!
Ben Moskova'da iken, Nazi işgalinin başlayışının 62. yılı dolayısıyla bir anma yapıldı. Rusya'da Nazilere karşı zaferin esas anıldığı gün 9 Mayıs, ama 22 Haziran da eskiden önemli bir yıldönümü imiş. Moskova'da yapılan törende, benim gazetelerde görebildiğim resimlerden anladığım kadarıyla, yaş ortalaması 50-60 arası imiş. Birkaç tane de genç kız varmış. Gazeteci birine sormuş, "neden buradasınız?" diye. Kız cevap vermiş: "Bir arkadaşımız bize burada bir rock konseri olduğunu söylemişti." Birileri bu Rus gencini iyi işletmiş, ama kim?
Ekonomi
Rusya, Sovyet döneminde dünyanın teknolojik bakımdan en ileri ülkelerinden biri haline gelmişti. Bugün bile bazı konularda aynı durumda. Mesela Kuzey Kutbu bölgesinde, buzullar arasında seyrüsefer için gemilerinde nükleer tekniklerden yararlanabilen tek ülke. Ama bugün aynı Rusya, tıpkı bir Üçüncü Dünya ülkesi gibi, uluslararası ekonomide gittikçe daha fazla enerji hammaddelerinde uzmanlaşan, esas zenginliğini, ileri teknolojisinde ve her ülkeden daha iyi yetişmiş işgücünde değil, doğal kaynaklarında arayan bir ülke haline geliyor. Bugün Rusya Suudi Arabistan ile aynı miktarda petrol üretiyor. Dünya rezervlerinin % 30'una sahip olduğu doğal gazını Çin, Japonya ve Hindistan'dan Türkiye'ye, Almanya'ya, İngiltere'ye, hatta sıvılaştırılmış olarak ABD'ye satmaya yöneliyor. Buna karşılık sanayi alanında, özelikle de tüketim malları alanında bütünüyle Batı şirketlerinin ürünlerinin tutsağı, hatta bağımlısı haline gelmiş durumda.
1991 sonrasında ekonominin performansı içler acısı. 1992-94 arası planlamanın ilk çözüldüğü dönemde ekonomi yılda ortalama % 12 küçülmüş. 1995-98 arası daralma yılda ortalama % 3'e gerilemiş! Hatırlanacağı gibi, 1998 Rus ekonomisinin Asya krizinin etkisi altında iflas ederek dış ödemeleri için moratoryum ilân ettiği yıl. 1999'dan sonra bir toparlanma var. O zamandan bu yana ekonomi yılda % 6 dolayında büyüyor. Neden dersiniz? Bunun neredeyse tek nedeni petrol ve doğal gaz fiyatlarının 2001'den itibaren yükselmesi, petrolün varilinin fiyatının bir ara 30 doların üzerine çıkması, şimdilerde biraz düşmüş olsa bile hâlâ yüksek seyretmesi. Bazı hesaplara göre, eğer petrol fiyatı 20 dolar civarında olsaydı, Rus ekonomisi 2001 yılından itibaren yılda ortalama % 3 daralıyor olacaktı.
İş sadece ekonomik performansın kötülüğü ve Rusya'nın üretim kalıbının bir Üçüncü Dünya ülkesininkine benzemesi ile sınırlı değil. Sovyet rejiminin çöküşü ile birlikte başlayan yağma Rusya'yı, ülkenin politik terminolojisinde yaygın bir terimle "oligark"ların av sahası haline getirmiş. Az sayıda para babası, bugün Rusya'nın sadece zenginlik kaynaklarını değil, aynı zamanda politikadaki iplerini de ele geçirmiş durumdalar. Buna karşılık, halkın büyük çoğunluğunun yaşam koşulları her geçen gün daha kötüye gidiyor. Kapitalizmin restorasyonunda son adımlardan biri, Sovyet döneminde belediyelere ait olan kent topraklarının özelleştirilmesi için kabul edilen yasa olmuş. Bunun öncesinde büyük belediyeler, Sovyet döneminde çok düşük olan kiraları kat kat arttırmışlar. Şimdi kent topraklarının özelleştirilmesinden hem belediyeleri elinde tutan bürokrasi, hem de müteahhitler yeniden büyük bir vurgun elde edecekler. Oligarkların safları biraz daha kalabalıklaşacak.
Sol
Moskova'ya gidiş nedenim, Rus solunun bir bütün olarak yeniden kümelenmesini tartışacak bir konferansa katılmaktı. Gördüğüm manzara, ister yeniden kümelensin, ister birleşsin, ister ağzıyla kuş tutsun, Rusya solunun yakın dönemde hayırlı bir iş yapamayacak durumda olduğunu gösterdi bana.
Bilindiği gibi, Rusya'nın en örgütlü ve en güçlü partisi son döneme kadar Rusya Federasyonu Komünist Partisi idi (KPRF). Bu parti seçimlerde de parti olarak hep en yüksek oyu alıyordu. Ama Putin 2000 yılında başa geldikten sonra kendi etrafında Bizim Rusyamız adında bir parti kurunca, işler değişmeye başlamış. Üstelik Aralık 2003'te yapılacak Duma seçimlerinde bu partinin, Mart 2004'teki başkanlık seçimlerinde ise Putin'in seçimi kazanmasının bütün koşulları hazırlanıyor. 2001'de ünlü NTV televizyonunu, 2002'de ise o televizyonun haber kadrosunun sığındığı TV6'yı kapattıran Putin yönetimi, ben oradayken aynı gazeteci ekibinin çalışmakta olduğu TVS'yi de bakanlık kararıyla kapattırınca, Rusya'da devlet televizyonundan başka kanal kalmamış. Herkesin açıkça bildiği bir başka gerçek daha var: oligarklar, Putin ve Bizim Rusya için kesenin ağzını açmış durumdalar.
Bu yüzden KPRF de bir tıkanma içine girdiğini fark etmiş durumda. Partinin sol kanadı ile bağımsız ve anti-Stalinist sol arasında bir işbirliği çerçevesinde örgütlenmiş olan konferansta, daha soldaki Rus Komünist İşçi Partisi'nden, Trotskistlerden, Sosyal Demokrasi'nin sol kanadından temsilciler vardı. Yani bir nevi Rus Kuruçeşmesi. Ama yaşı yetenler Türkiye'nin Kuruçeşmesi'nin nasıl kitlesel toplantılar yaptığını hatırlarlar. Rus Kuruçeşmesi'nin mekânı Moskova'nın bir saat kadar uzağında, Galitsino diye anılan bir yerde, çevresi ormanlık, eskiden Komsomol'e ait, şimdi özel işletilen ama fiyatları hâlâ ehven bir oteldi. Bu güzel ortama gelmeye hevesli olanların ya da kesesi yetenlerin sayısı 200'ü geçmiyordu. Ama daha acıklısı, ilk oturumdan sonra toplantıların genellikle 50 kişiyi geçmeyen bir katılımla yapılmasıydı! Ötekiler ne mi yapıyordu dediniz? Bira içiyorlardı!
Hani içilmeyecek gibi de değildi! Türkiyelilerin adını iyi bildikleri Boris Kagarlitskiy'in açılış konuşmasından sonra ilk oturumun önemli konuşmacısı Glaziyev diye biri idi. Bu Glaziyev, öyle anlaşılıyor ki, partinin "modernist" kanadının, tam bir renksiz ve silik bürokrat kişiliği sergileyen eski başkan Züganov'a karşı, 2004 başkanlık seçimleri için parlattığı başkan adayı. Konuşmanın en silik bürokratın konuşmasından daha da renksiz olması bir yana, esas mesajı şuydu: kamu ekonomiye müdahale etmeli ve...özel girişimciliği desteklemeli! Çeşitli konuşmalardan ve kişisel görüşmelerden anladığım KRPF'nin üç kanadı var: Stalinist bürokratlar, milliyetçi bürokratlar, piyasacı bürokratlar. Solun geri kalan bölümü ise bir yeniden kümelenme olsa da, olmasa da ne KPRF'nin, ne de ülkenin politikasını etkileyemeyecek kadar zayıf. Üstelik bana KPRF'de sadece taktik nedenlerle bulunduğu, aslında sol kanat olduğu söylenmiş olan bir başka konuşmacı (İgor Ponomaryev) da konuşmasında, "oligarklar bizi parasız bırakmak istiyorlar, oyuna gelmeyelim, iş adamlarından para alalım" deyince, doğrusu gidip kafayı çekmek benim de içimden gelmedi değil! Yapmadım tabii! İşler öyle çözülmüyor. (Bağımsız anti-Stalinist soldan bir kadın, "bize para verirlerse ne bekleyecekleri açık değil mi?" diye mükemmel bir soru sordu. Cevap harikaydı: "Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar." Acaba kim ne yaptığını bilmiyor diye merak etmemek elde mi?)
Halk
Rus Kuruçeşmesi'nde militanların öğlen saatlerinden itibaren bira içmeye başlaması bana oldukça tuhaf gelmişti. Biz de Türkiye'de son dönemde politik faaliyeti içki eşliğinde yürütmek isteyenlere rastlıyoruz, ama öğlenden itibaren içmeye başlayan sadece bir-iki kişiye rastladım bunca yıllık politik hayatımda. Ama bunun bu kadar şaşılacak bir şey olmadığını ileriki günlerde anlayacaktım. Söz konusu solcuların tek sorunu halkın genel bilinç seviyesinin ötesine yükselememekten başka bir şey değildi aslında. Moskova halkının belki de çoğunluğu, bütün gün bira içiyor! Berduşundan yeni Rusuna, sokakta elinde bira şişesi ile dolaşmayan yok gibi. Üstelik bu, sabah 10'da başlıyor! Doğru dürüst yemek yiyecek bir yer ya da bir kafe bulunmayan semtlerde bile en az bir-iki birahane bulmak da mümkün. Ama birahaneye ne gerek? Her yer altı geçidinde bulunan küçük derme çatma dükkânlardan birayı kapan, parktaki bankta, kaldırım üstünde, olmadı yürürken kafayı çekiyor.
Moskova sanıldığı gibi ucuz bir kent değil, ama Rus devleti, belki de Sovyet devletinin izinden ilerleyerek, üç şeyi ucuz tutmuş. Haydi benzini bir yana koyalım. Rusya petrol ülkesi. Ama bira ve sigaranın, Batı ülkelerindeki fiyatlarının dörtte birinden aza satılıyor olmasını (biranın galiba en ucuzu da yaygın olarak içilen Efes Pilsen), yoksullaşan Rus halkını oyalamak için bir taktik gibi görürsek belki de yanılmayız.
Kızıl Meydan'ın yanında, Kremlin Sarayı'nın duvarının dibinde bulunan Aleksandır Bahçesi'ni akşamları ve Pazar günleri görmeye değer. Pazarları bütün işçi aileleri parka gelip dondurma yiyor. Akşamları ise kızlı oğlanlı gençler parkı bir açık hava kafesi gibi dolduruyor. Rus işçi sınıfı için eğlence sadece bira parasına.
Emekçi halkın Sovyet deneyiminden kalan acı derslerden sonra, birayı da çekince politikayla fazla ilgilenmediği, hatta sendikal faaliyeti bile anlamlı görmediği hemen hemen herkesin ortak kanısı. Ama başka bir ortak kanı da "piyasa reformları"na karşı halkın % 80'inde tepki olduğu. Bu iki olguyu birleştirmek ilk anda zor görünebilir. Ama anlaşılan halkın kendi gücüne hiçbir güveni yok. KPRF'ye oy verenlerin dışındakiler de, anlatılana göre, bu partiyi tamamen geçmişin despotizmini özleyen ve iktidara gelse dükkânların önündeki kuyrukları yeniden uzatacak bir parti gibi görüyorlar. Öyleyse gelsin biralar!
Kime kızmalı?
Devrimci fırtınalar duruluyor, uzakta kalıyor sanki
Sovyet kargaşası yosun tutuyor.
Ve artık
Sovyet Rusya'nın sırtından
sığkafanın yüzü beliriyor,
şişine şişine.
Daha ilk yaş gününden beri Sovyetin,
O engin Rusya'nın her yerinden,
Doğal tüylerini el çabukluğuyla değiştiren
Sığkafalar doluşturuyor bütün kurumları.
...................................
Marx duvarda asılı
Bayrak kırmızısı bir çerçeve içinde;
...................................
Marx duvarından bir süre baktı durdu,
Sonra birdenbire bizim ihtiyar
Açtı ağzını, lâkin gülümsemek için değil,
Ama ne kükreyiş bir bilseniz:
"Devrim sığkafaların ağına dolanmış durumda,
Sığkafaların sığ alışkanlıkları Wrangel'den beterdir" diye haykırdı.
"Daha çabuk,
bu kanaryaların boynunu sıkın,
izin vermeyin Komünizmin içini boşaltmalarına!"
Vladimir Mayakovski, 1920-21
Rusya'nın toplumsal gerilemesini ve insani düşüşünü gören herhangi bir sosyalist, hemen "işte kapitalizm, bakın insanı ne hale getiriyor" diyebilir. Ben de dedim kendi kendime bunu. Ama bu malûmu ilamdan başka nedir ki? Elbette kapitalizm insanları bencilleştirir, herkesi "gemisini kurtaran kaptan" ruh durumuna sokar, eşitsizlikleri arttırır, zengini zenginleştirirken yoksulu yoksullaştırır, dayanağı olmayanı da uçuruma yuvarlar. Ama Rusya söz konusu olduğunda kapitalizme kızmakla yetinemeyiz. Asıl sormamız gereken soru başka: tarihin en büyük halk devrimini yaşayan, geri bir topluma koskoca bir çağı atlatan, on milyonların desteklediği Ekim devriminin kurduğu Sovyet devleti nasıl yıkıldı? En yoksul üyesini bile aç açık bırakmayan, geleceği için kaygılanmasına gerek bırakmayan bu toplum nasıl oldu da kapitalizme geri döndü?
Hepimiz biliyoruz ki, kapitalist dünya Sovyetler Birliği'ni askeri yöntemlerle çökertmedi. Hepimiz biliyoruz ki, önce Doğu Avrupa, ardından Sovyetler Birliği kendi çelişkilerinin ağırlığı altında kendi içine doğru çöktü. Öyleyse, bu sürecin ne zaman ve nasıl başladığını sormamız gerekir.
Bugün yeni Rusların debdebeli gösterişi, dünkü bürokratın gizli ihtişamının açığa çıkmış biçimidir. Bugünün yeni yetme Rus burjuvası, dünün parti yöneticisi, işletme müdürü, planlamacısıdır. Restorasyonistlerin önderi Yeltsin, SBKP'nin Moskova örgütünün başkanıydı. Putin aynen kendinden öncekilerden Andropov gibi, KGB'nin başkanlığından geliyor. Bunlar kendi ceplerini doldururken, Mayakovski'nin ta 1921'de kaygıyla belirttiği gibi, "Komünizmin içini boşalt"tılar. Sovyet işçi sınıfının ve emekçisinin Ekim devriminde, İç Savaş'ta, planlı kalkınmada, Nazilere karşı savaşta büyük fedakârlıklarla kurduğu yeni düzeni kendi geçim kapıları haline getirdiler, bunun karşısına çıkanları ise milyonlarla katlettiler.
Hepimiz biliyoruz, Kızıl Meydan'da, Kremlin duvarının dibinde Lenin'in anıt kabri var. Lenin'i sonra anlatacağım. Ama anıt kabrin arkasında, onunla Kremlin duvarı arasında devrimin ve Sovyet devletinin kahramanları yatıyor. Bunların bir bölümü, 1896'da ya da 1898'de doğup 1917'de devrim sırasında ya da 1918-21 arasında İç Savaş'ta hayatını devrime vermiş isimsiz kahramanlar. Bir bölümü Krupskaya gibi Lenin'in hayat arkadaşı ya da yoldaşları. Bunların her biri birer plaketle anılıyor. Sadece 12 kişinin heykeli dikilmiş. Brejnev, onu izleyen Çernienko, onların KGB başkanı, Gorbaçov öncesi son parti sekreteri Andropov, parti sekreterleri olarak bu panteonda yerini almış. Brejnev'in ideolojik işler genel müdürü Suslov da. Andropov'un hemen yanı başında Stalin'in NKVD (KGB'nin öncüsü) sorumlusu Cerjinski var. İkinci Dünya Savaşı'nı kazanmış komutanlar var. Bir de kim var? Yosif Vissariyanoviç Stalin!
Bazı yaşlı Ruslar, hiçbir şey bilmeyen Amerikalı turistlere "şu şudur, bu budur" diye rehberlik yapıyor. Böyle bir yaşlı kadın yanımdan geçerken sordum: "Moskova davalarının kurbanları nerede yatıyor?" Kadın afalladı. Hayatında bu soruyla ilk kez karşılaşmış gibi baktı yüzüme. "Mesela Buharin" dedim "ya da Zinovyev". Durdu, düşündü, sonra "ama onlar hapiste öldüler, burada olamazlar" dedi. "Biliyorum burada olmadıklarını, zaten onun için soruyorum" dedim ve ekledim: "Hani Buharin'in itibarı iade edilmişti?" Yine durdu. Sonra suçlu suçlu yüzüme bakarak, çok ayıp bir şey yapmış bir eda ile, "bilmiyorum, ama kitaplarım var, bakacağım" dedi. Kasap et derdinde, koyun can! O, meseleyi rehberlik mesleğinde bir eksikliğinin ezikliğiyle algılamıştı. Bir eski Sovyet vatandaşı olarak değil!
Ben sonradan kendime şaşırdım. Tamam, sorduğum soru haklı idi, ama asıl dikkatimden kaçan şey daha da önemliydi. Belki dikkatli olanlarınız fark etmiştir. Stalin, Brejnev, Çernienko, Andropov orada yatıyor. Gorbaçov hâlâ hayatta. Peki Hruşçov? En çarpıcı şey buydu: bırakın Moskova davalarında Bolşevik Partisi'nin devrimi yapan önderlerine karşı açılan savaşta hayatını yitirenleri naşını. Sovyet bürokrasisi Hruşçov'u bile 20. Kongre'deki (1956) ifşaatı ve destalinizasyon kampanyası dolayısıyla affedememişti! Hruşçov, Moskova'nın Novo Deviçyi mezarlığına gömülmüştü.
İşte bu yolculuğumda ben "komünizmin içini boşaltan" bürokrasiye karşı yeniden büyük bir hınç ile doldum. Ve komünizme yeniden eski itibarını kazandırmanın bugün insanlığın önündeki en temel görevlerden biri olduğuna yeniden kanaat getirdim.
Rusya halkı için bu çok zorlu bir süreç olacak. Lenin'in anıt kabrine girdiğimizde birinin cep telefonu zırıl zırıl çaldı. Çıkarken Özbek mi, Kırgız mı tam anlayamadığım üç adam anıra anıra gülüyordu. Nöbetçi asker "susun!" diye bağırmak zorunda kaldı. Daha sonra Novo Deviçyi mezarlığında tam Hruşçov'un kabri önüne geldiğimde yaşlı bir Rus grubu da mezara yaklaşıyordu. Hepsi Hruşçov dönemini erişkin yaşta karşılamış insanlardı. Hepsi elbette Hruşçov'u, o biraz da komik adamı hatırlıyordu. Hepsi "aaa, şuraya bak Hruşçov" diye gülmeye başladı. İçimden söylenmekten alamadım kendimi: "Gülün bakalım! Koyun gibisiniz! Hiç biriniz ‘neden bütün parti sekreterleri orada yatıyor da, bu burada?' diye sormayı hayat boyu akıl edememişsiniz."
Stalin
taştandı tunçtandı alçıdandı kâattandı iki santimden yedi metreye kadar
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında
parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gölgesi
taştan tunçtan alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın
odalarımızda taştan tunçtan alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik
yok oldu bir sabah
yok oldu çizmesi meydanlardan
gölgesi ağaçlarımızın üstünden
çorbamızdan bıyığı
odalarımızdan gözleri
ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın
Nâzım Hikmet, 1961
Bu yıl, fark etmiş olabilirsiniz, Stalin'in ölümünün 50. yıldönümü. Rusya da Stalin'i bugünkü meşrebine göre anmaya karar vermiş anlaşılan. Moskova'da bir de Stalin sergisi vardı. Ama zannetmeyin ki öyle büyük işler yapmışlar. Sadece "büyük önder"in yerini değiştirmişler.
Moskova'da Sovyet döneminden kalma bir müze var. Adı eskiden Devrim Müzesi imiş. Kapitalist restorasyon dönemi açılınca adını değiştirmişler, Çağdaş Rus Tarihi Müzesi yapmışlar. Rus arkadaşlarımdan biri dedi ki, "Şimdiki adını hatırlamıyorum, ama Puşkin Meydanı'na git, yaşı otuzu geçen kime olursa olsun sor, Musei Revolutsii nerede de, hemen gösterirler, halk zaten başka isim bilmez". Ben Puşkin Meydanı'na vardığımda yine de tedbirli davrandım, yaşı iyice kemale ermiş iki amca belleyip sordum. Ağzımdan çıkan sözcükler yalnızca "Musei Revolutsii" oldu, ama anlaşılan telaffuzu iyi kapmışım ki, adam başladı, "şöyle ileri git, karşıya geç, sokağı takip et" falan gibilerden anlatmaya. Allahtan sonunda "krasnaya" kelimesini kullandı da, ben de eliyle gösterdiği tarafa bakarken gördüğüm kırmızı bina ile anlamı "kızıl" olduğu için bildiğim ender Rusça sözcüklerden biri olan bu kelimeyi birbirine bağlayıp binayı "elimle koymuş gibi buldum"!
Müze 19. yüzyıl sonu Çarlık Rusyası'nı anlatan bir-iki salondan sonra uzun uzun devrim dönemini temsil ediyor. Bu ilk aşamada her şey güzel. Üstelik benim için güzel bir sürpriz de vardı. Üç-dört ayrı noktada, küçücük resimlerle de olsa, biri Kızıl Ordu'nun komutanı olarak Trotskiy de nihayet (müzenin adı değiştirilmiş de olsa) Devrim Müzesi'ne kabul edilmişti!
Ama otuzlu yıllara geldiğimizde salon kapalıydı. Yaşlı görevli hanımefendiler (bu hanımlar başka türlü anılamaz) beni başka bir salona yönlendirdiler. Burası, modernimsi teknolojinin olanaklarıyla donatılmış, videolarla beslenmiş bir salondu ve İkinci Dünya savaşı dönemini anlatıyordu. Ama nedense Stalin ortalarda yoktu. Sonra da "Çağdaş Rus Tarihi" aniden sona eriyordu.
Boş salonların sırrı daha sonra anlaşıldı. Müzeyi gezmeyi bitirdikten sonra Stalin sergisine geçtim. Birden kavradım ki, Stalin sergisi diye sunulan, "Çağdaş Rus Tarihi" sergisinin üç salonundan boşaltılan eşyaların, resimlerin, yazıların falan aşağı kattaki üç başka salona taşınmasının adı imiş! Yine de böyle bir sergi açılması çok polemik yaratmış. Liberaller "Stalin hortlatılıyor" diye isyan etmişler. Stalinistler ise "Stalin aşağılanıyor" diye kızmışlar. Sergi tam anlamıyla banaldi. Ne sergilenen parçalarda, ne de bunların kompozisyonunda hiçbir incelik, inceliği bırakın özellik yoktu. Belki tek bir yenilikten söz edilebilir. Stalin'i yücelten nice parçanın (ne de olsa Stalinist Sovyet dönemindeki parçalar bunlar) yanı sıra, Stalin hakkında çizilmiş bazı karikatürlere de yer verilmişti. Bunlardan birinde dünya hapishane olarak gösteriliyordu, Stalin gardiyan. Bir başkasında "krasnaya" bayraklar üzerindeki dikenleri suluyordu Stalin. Bir diğerinde hapishane kulesinde nöbetçi idi. En ustalıklı karikatürü sözcüklerle anlatmak çok zor. Tam da Stalin gibi çevresinde kişiye tapınma geliştirilmiş bir figürü temsil eden bir çizimle Stalin aşağıdan yukarıya bakan bir perspektiften, azametli bir görünümle çizilmiş. Bu haliyle bir eleştiri değil bir güzelleme bile denebilir. Çizmeleriyle, bıyığıyla, mareşal şapkasıyla Stalin nasıl da heybetli! Ama küçük bir ayrıntı her şeyi değiştiriyor. Stalin bir duvar olarak çizilmiş ve duvarın üzerinde bir kalede olduğu gibi pencereler var. Yani Stalin'in kendisi bir hapishane!
Sergide gördüğüm bir fotoğraf, günahım kadar sevmediğim Hruşçov'u yine de şükranla anmama neden oldu. Stalin Mart 1953'te gömülürken tören Lenin'in anıt mezarı önünde yapılmış. Arkada anıt mezarın duvarının üstünde tanıdık "ΛEHNH" ibaresinin altında bir de "CTAΛNH" yazıyor. Düşünün, Lenin'i ziyaret etmek istiyorsunuz, mutlaka Stalin'e de saygınızı sunmak zorundasınız! Stalin'in naaşı 1953'te oraya gömülmüş, ama 20. Kongre sonrasındaki "destalinizasyon" dalgası içinde 1961 Ekiminde başka yere taşınmış. Nâzım da yukarıdaki şiiri bu vesileyle yazmış.
Nâzım
Yoldaşlar ölürsem o günden önce yani
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse
Tepemde bir de çınar olursa
Taş maş da istemez hani.
Nâzım Hikmet
Moskova'daki konferansta yaptığım konuşmaya başlarken, duyduğum heyecanı anlatmak için, "Nâzım'ın doğduğu şehirden geliyorum, Nâzım'ın öldüğü şehirde size hitap ediyorum" dedim.**** Moskova'ya gidişim belli olduğu andan itibaren Nâzım'ın mezarını ziyaret etme fikri bana büyük bir heyecan verdi. Ama oraya gider gitmez bir düşünce aldı beni: koskoca Moskova'da Nâzım'ın hangi mezarlıkta yattığını öğrensem bile, bütün mezarlığı dolaşıp tek tek mezarlara bakıp (hem de Kiril alfabesiyle yazılmış olan!) Nâzım'ın adını mı bulmaya çalışacağım?
Sordum. Otuz yaşını aşmış herkes "Nyazim Hikmyet"i tanıyor. Otuz yaşın altındakiler, komünistler bile, "o da kim?" diye hayretle bakıyorlar yüzünüze. Sonunda otuzbir yaşındaki bir Rus arkadaş, yaşı Nâzım'ı tanımaya yetecek kadar ileri, ama Internet'ten yararlanmayı akıl edecek kadar da genç olduğu için, Nâzım'ın hangi mezarlıkta yattığını keşfetti: Novo Deviçyi. Ben yine de "mezarlığı bulduk ama mezarı nasıl bulacağım?" diye kaygılanarak, ama orada da otuz yaş üstündeki insanlara güvenerek tuttum mezarlığın yolunu.
Burada bir parantez açmam gerekiyor. Rusya'da pek az insan İngilizce ya da herhangi bir başka yabancı dil biliyor. Bilenlerin çoğu maalesef o nefret ettiğim "yeni Ruslar". Onlar arasında da otuz yaşın altında olanlar. Benim hesabım, mezarlığın kapısında bir genç "yeni Rus" bulmak, onun aracılığıyla mezarlık bekçilerinden Nâzım'ın yattığı yeri öğrenmek! Körün istediği bir göz, Allah iki tane vermiş! Mezarlığın kapısına vardığımda gayet lüks bir cipin içinde biri erkek, biri kadın otuz yaş altında iki "yeni Rus" oturmuyor mu? Adam İngilizce bilirmiş. Yalnız "poet" (şair) sözcüğünü anlamadı. Ben de aklımın erdiği kadar anlattım: "Puşkin, Mayakovski, Yevtuşenko poet russi, Nyazim Hikmyet poet turtsi". Anladı. Birlikte üzerinde "KACCA" (yani vezne) yazan bir gişeye gittik. Ben az kaldı küçük dilimi yutacağım. Mezarlıkları bile metalaştırmışlar, giriş parayla! Genç yeni Rus, yaşlı veznedar kadına soruyor: "Nyazim Hyikmet nerede yatıyor biliyor musunuz?" Veznedarın cevabı: "parayı versin, söylerim." Bu diyalog birkaç defa tekrarlandıktan sonra ben parayı uzattım. Kadın elime bir mezarlık haritası tutuşturdu. Meğer burası, Paris'in ünlü mezarlığı Père Lachaise gibi (orada da Paris Komüncüleri'nin yanı başında Yılmaz Güney yatıyor) bir "tarihi şahsiyetler kabristanı" imiş. Stanislavski ve Ayzenştayn, Hruşçov ve Gromiko, Gogol ve Çehov, Prokofiev ve Şostakoviç, Mayakovski ve Nâzım!
Nâzım, meydan gibi bir açıklığın köşesinde, bir ağacın gölgesinde yatıyor. Mezar taşında adını aramayın, sadece son eşi Vera Tulyakova'nın mezar taşını bulursunuz. Yalın ama etkileyici bir büyük anıt taşın üzerine silüeti çizilmiş. Sanki her an yerinden çıkacak da ileri fırlayacakmış gibi. Bir de yanında kendi el yazısıyla Nâzım imzası kazınmış. İşte o kadar yalın, o kadar güzel! Başında durdum ve onunla konuştum.
Büyük şairin istediği hepsi hepsi Anadolu'da bir köy mezarlığına gömülmek. Tarihin acı cilvesine bakın ki tam kırk yıldır, Novo Deviçyi Manastırı'nın mezarlığında yatıyor. Hey koca Nâzım, tanrı tanımaz Nâzım. Bağnaz Ortodoksların soğan kulelerine karşı, o "büyük günün" gelmesini bekleyen Nâzım!
Mayakovski
Ben bir şairim. Beni ilginç kılan bu. Hakkında yazdığım budur. Geri kalan şeyler—yalnızca doğru kelimeleri bulmuşsam.
Vladimir Mayakovski, "Otobiyografi", 1922 (1928)
Moskova'da Mayakovski'nin adına hâlâ bir metro istasyonu ve istasyonun içinde şairin bir büstü var. Hâlâ onun adıyla anılan bir meydan ve meydanın ortasında dev bir heykeli var. Oysa Ekim devriminin bu dev şairini, Nâzım'ı çok etkilemiş bu büyük sanatçıyı, 1930 yılında, daha 37 yaşında intihara sürükleyen de onlardı. Düşmanları öldüğünde böyle zararsızlaştırmak da bazen işlerine geliyor. Aynen Kirov'a yaptıkları gibi. 1934'te partide kendisinden çok daha popüler hale geldiğini bildiği için bu komünisti öldürten Stalin, sonra da onu Lenin'in anıt mezarının arkasına, Kremlin'in duvarının dibine bir devrim kahramanı olarak gömdürmüş!
Anıt kabri dolaşırken bir başka Rus rehber bir başka Amerikalıya "Bohem hayatıyla ünlü bir şairi" anlatıyordu. (Yanaklarındaki kırmızlık kendisinin de Bohem hayat düşkünü olduğunu gösteriyordu). Kulak misafiri oldum. "Sarhoş olup camdan düştü dediler, oysa arkasından itmişlerdi." Yanlarından geçerken sordum: "Mayakovski'yi mi anlatıyordunuz?" "Hayır" dedi, "Yesenin'i". (Bilmeliydim. Yesenin Bohem hayatıyla ünlü idi.) Sonra ekledi: "Mayakovski de intihar etti tabii. Ona da yardım ettiler"! Günahı başına, rehberin yalancısıyım.
Mayakovski için bir de müze açılmış. Bir öğleden sonra kalktım gittim. Müzeye bir kitapçıdan geçerek giriliyor. Kitapçıda çalışan (otuz yaşın altındaki) kız "bugün kapalı, yarın açık" dedi. Ben de kitaplara, posterlere kart postallara baktım. Lenin kart postallarına baktığımı gören bir kadın elinde bir kitapla yanıma geldi. Kavga eder gibi bir sesle "Lenin, Lenin, Lenin" diyerek, kitabı üzerime fırlatırcasına elime tutuşturdu. Kızdırmıştım hanımı. (Oysa kitapevinde Lenin'in beş katı Stalin resmi vardı, ama o Rus milliyetçisi olduğundan herhalde hanımı rahatsız etmiyordu!)
Ertesi gün müzeyi gezmek için yine gittim. Bir gün önceki kız hemen yanındakilere dönüp "bu dün de gelmişti, meraka bak!" der gibi bir şeyler söyleyip güldü. Alacağınız olsun.
Post-modern sanatı ilk kez Mayakovski Müzesinde sevdim! Müzeye beş-altı katlı binanın en alt katından giriyorsunuz. Tepenizde bir boşluktan binanın çatısına doğru helezoni bir hareketle karmaşık bir makinamsı yapı yükseliyor. Daha ilk andan, o günün sanayi düşkünlüğü içinizde yaşamaya başlıyor. (Hatırlayın: "Tik tak/makinalaşmak/istiyorum...") Merdivenleri çıktıkça hayretiniz artıyor. Nesnelerim muazzam dinamizmi. Çarın resmi baş aşağı asılmış. Telefon, sandalyeler, sehpa, duvara çakılmış, yere paralel duruyor. Resimler mektup parçalarıyla, heykeller gazetelerle iç içe geçmiş. El yazısıyla yazılmış şiirler her tarafa karışmış. Benim ilk tepkim, "bu deli adam, bu ‘pantolonlu bulut', bu Mayakovski yoksa evini böyle mi döşemiş?" oldu. Çünkü en üst katta şairin çalışma odasını görmüştüm. Burada oturmuş olduğu anlaşılıyordu. Bu düzene hiç benzemiyordu odanın hali ama, belli mi olurdu bu devrim kaçığı? Sonra yavaş yavaş bunun bir ev ya da stüdyo olamayacak kadar karışık bir ortam olduğunu kabul ettim. Ama kendi kendime, "herhalde Mayakovski'yi çok yakından tanıyan bir sanatçı arkadaşı, onun ruhunu yansıtan bir tarzda düzenledi ölümünden sonra müzeyi" diyorum. Sonunda, benim dışımda müzeyi gezmekte olan tek grup olan Amerikalılardan müzenin 1989 yılında post-modern bir sanatçı tarafından düzenlendiğini öğrendim! İşi iyice post-modern kılan ise, şairin yaşadığı evin baktığı meydanda (ünlü Lubyanka meydanı) genel karargâhı bulunan KGB'nin müzeye sponsorluk yapmış olmasıydı! Kendin öldür, kendin an!
Post-modern sanatı sevdim diyorum, ama bu aynı zamanda post-modern diye bir şey olmadığını gösteriyor. 20'li yılların konstrüktivistleri de, 30'lu yılların sürrealistleri de, aynen bugünün post-modern diye anılarak bütün 19. ve 20. yüzyıla karşıt gibi sunulan sanatı gibi yerleşik kalıpları, anlam bağlantılarını vb. sorguluyorlardı. Bu müze, bize yeni bir çağ diye sunulan post-modernizmin, en azından sanatta, avangardın yeni bir versiyonu olduğu düşüncemi bir kez daha pekiştirdi. Post-modern ya da değil, Moskova'ya yolu düşene, müzecilikte yepyeni bir anlayışı cisimleştiren bu müthiş müzeyi gezmesini hararetle tavsiye ederim. Mayakovski, hâlâ deli dolu, hâlâ atak, hâlâ devrimci!
Lenin
Elem bedenimizi istila etmiş,
Anıt kabre
taşıdık
Lenin'in bir parçasını—
cesedini.
Ama hiçbir çürüme silemez—
ve asla silmeyecek—
Lenin'de en önde geleni—
davasını.
Ölüm,
kınına sok
orağını!
Bu hüküm
hiç aldatmayacak.
Böyle bir ruh
hiçbir göğe sığmayacak:
Lenin—
yaşadı,
Lenin—
yaşıyor,
Lenin—
hep yaşayacak.
Vladimir Mayakovski, 1924
Kızıl Meydana çıktığınızda, Çarların yüzlerce yıllık debdebesinin simgesi dev Kremlin Sarayı'nın dibinde küçücük bir yapı görüyorsunuz. Büyük parçalar halinde kesilmiş kahverengi mermerden. Bir geniş sokak katı, sonra darala darala yükseliyor. En yüksek noktası bile yerden on metreden daha yüksek olmamalı. Öylesine küçük. İçinde yatan adamın "bir parçası", yani bedeni gibi. Kapısının üzerinde büyük harflerle "ΛEHNH" yazıyor.
Haftanın beş günü üç saat boyunca Kızıl Meydan gelip geçen yayalara kapatılıyor. (Araçlara zaten hep kapalı.) Meydanın bir ucunda sıraya giren insanlar, Rusu ve yabancısıyla güvenlik kontrolünden geçirildikten sonra, gruplar halinde yola koyuluyor.
Kapıdan girdiğinizde Lenin'in huzuruna çıkacağınızı sanıyorsunuz. Ama aniden kararan ortamda zar zor seçtiğiniz bir asker size eliyle sol tarafınızı gösteriyor. Simsiyah mermerin iyice karanlıklaştırdığı bir merdivenden iniyorsunuz. Sonra birkaç basamak çıkarak Vladimir İlyiç'in yer altında yatmakta olduğu mekâna giriyorsunuz. Onu önce yandan ve aşağıdan görüyorsunuz. Cam bir lâhit içinde simsiyah elbisesi ve kravatı ile her zamanki ciddiyetiyle yatıyor. Sonra merdivenleri tırmanarak ayak ucuna geliyorsunuz. Artık aynı hizadasınız ve bütünüyle görebiliyorsunuz. Ama hiç durmadan yürüyüp çıkmak zorundasınız.
Ben, kendi adıma konuşuyorum, bu satırları okuyan kimse böyle yaşamayabilir, yıllardır aramakta olduğum bir dostuma kavuşmuş gibi oldum. Ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir devrimcinin mumyalanmasının doğru olmadığını düşünürdüm. Ama onu görünce böyle hissetmedim. Ağabeyimi görmüş gibi oldum.
Ama o asil ruhlu adam orada çok yalnızdı. Dışarıda, Stalininden Suslovuna, bütün nöbetçiler başına dikilmişlerdi onyıllardır. Birden içimi büyük bir acı kapladı. Bu adam o büyük eserinin günbegün eridiğini görmüş, işçilerin devletini pençesine geçirmeye hazırlanan bürokratik kliğe karşı yepyeni bir mücadeleye başlamış, ama hayatı el vermediği için gözü arkada ölmüştü.
Lenin'e orada öyle yatmakta olan bedenine bakınca şaşırtıcı bir şeyi görmemek mümkün değil. Sol eli sakin, açık, avucu bacağında, öylesine uzanmış. Ama sağ eli, sanki tam son nefesini verirken sıkıntıyla sıkmışçasına kaskatı, parmakları içeriye kıvrılmış. Ölünün ellerini açmaya çalışırlar, belli Lenin'inkini açamamışlar. İşte o el bu adamın bütün trajedisini ele veriyor. Haksız biçimde anti-komünistlikle suçlanan Rus şairi Boris Pasternak Lenin için, "o küçük, kırmızı saçlı adam" demişti, "ne zaman elini havaya kaldırsa, parmaklarının arasından akan tarihtir." İşte o küçük adam daha 53 yaşında ölüme yenildiği için son mücadelesini kazanamamıştı.
Moskova'dan Lenin'in hüzünlü kardeşi olarak döndüm.
Koda
Mayakovski, sadece büyük bir şair değildi. Avangard bir ressamdı, poster tasarımcısıydı, gazeteciydi, heykeltraştı. Yaptığı her şeyi, aynen Nâzım gibi, ruhunun bütününü vererek yapan bir deli dolu insandı. Müzeyi gezerken birçok Lenin heykeli ve resmi arasında bir tanesini unutmak mümkün değil. Lenin, Rusların Tatar ve Moğolları andıran o çekik gözleriyle gülüyor. Ama nasıl mutlu, nasıl pırıl pırıl sevinç fışkırıyor gözlerinden bilemezsiniz.
Bir gün, küçük büyük adamın düşü gerçekleştiğinde, o resmi getirip anıt kabrin üzerine asmak gerekir.
O günden sonra, Nâzım'ın naşının Anadolu'nun bir köy mezarlığına taşınmasının yolu açılacaktır.
O günden sonra, Buharin'in, Zinovyev'in ve Moskova davalarının öteki kurbanlarının naşı bulunacak ve Lenin'in yakınında hak ettikleri yere defnedilecektir.
O günden sonra, Lev Davidoviç Trotskiy'in naşı da, Ekim devriminin o adsız kahramanı gençlerin yanı başına, onların "başkomutan yoldaşı" olarak gömülecektir.
[*] Moda tasarımcılığınız hiç hoşuma girmiyor bayım/ Kızkardeşimin başına gelenler hiç hoşuma gitmiyor.
** Sırasıyla bugünün 50 kuruşu ve 10 kuruşu.
*** Bugünün 2,5 lirası.
**** Yanlış! Nâzım İstanbul’da doğmadı. O zamanın en ileri Osmanlı kenti olan Selanik’te doğdu. (2020 notu)