Türkiye halkının gurur anıtı: 15-16 Haziran
Her ülkenin halkının, kimi tarihin derinliklerinden gelen, kimi daha yeni dönemde yaşanmış başarıları, zaferleri, gurur duyacağı eylemleri vardır. Türkiye halkının da tarihinde, bugün hiçbir biçimde onaylayamayacağımız birtakım olayların yanı sıra, gururla, onurla, sevinçle anacağımız nice olay vardır. Bu, mesela, tam 600 yıl önce Anadolu ve Rumeli köylüsünün ve Türkmen göçerlerin, Ege adalarının Rumlarıyla, Anadolu’nun Yahudileriyle birlikte gerçekleştirdiği, önderliğini Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yaptığı, emek sömürüsüne son vermeyi amaçlayan ayaklanmadır. Bütün insanlığı eşitlik ve kardeşlik temelinde birleştirme girişimi bu topraklarda ta 1416’da yapıldıysa, Türkiye halkı bundan büyük gurur duyar. Ya da bu arkasında bıraktığı şiirsel mimariyle tarihteki en büyük mimarlar arasında yer alan Mimar Sinan’dır. Modern çağa geldiğimizde verdikleri dev eserlerle dünya halklarının elinden dilinden düşmeyen Nâzım Hikmet veya Yaşar Kemal gibi edebiyatçılarımızdır. Yani kimi zaman emekçi halkın kolektif atılımıdır, kimi zaman bu toplumun kendi içinden yetiştirip dünya kültürüne armağan ettiği dehalardır.
İşte bu silsilede, modern çağda Türkiye halkına en büyük onuru veren olaylardan biri, 46. yılını kutlamakta olduğumuz 15-16 Haziran 1970 işçi sınıfı ayaklanmasıdır. Ulusların tarihinde devrimler büyük yer tutar çünkü insanlığı kölelikten, sefaletten, horlanmışlıktan, yabancı boyunduruğundan kurtaran en önemli atılımlar büyük devrimlerle gelir. Türkiye’de iki burjuva devrimi yaşanmıştır: 1908 ve 1919-23. Sonra uzunca bir aranın ardından, artık burjuvazi çoktan gericileştiğinde, bütünüyle emperyalizme hizmet edecek kadar alçaldığında, toplumu özgürleştirme konusunda hiçbir şey vaat edemez hale geldiğinde, bayrağı tarihin artık en ilerici gücü olan işçi sınıfı almıştır. İşte 15-16 Haziran işçi sınıfı ayaklanması bu sınıfın kendi hakları için ilk toplu ayaklanmasıdır. Bugün işçi sınıfının onyıllardır yapılan saldırılara rağmen hâlâ ne hakkı varsa, hepsinin anası 15-16 Haziran’dır. Sadece işçi sınıfının değil, bütün ücretli çalışanların hakları. Bugün ücretli olarak çalışan bir mühendis, bir doktor, bir iktisatçı, bir özel eğitim kurumu öğretmeni, kendisini işçiden ayırmak isteyebilir. Ama işinden çıkartıldığında kıdem tazminatını vazgeçilmez bir hak olarak görür. İşte o hakkı ona bahşeden, 15-16 Haziran proleter ayaklanmasıdır. İnsanca yaşamamızı sağlayan ve sürekli olarak burjuvazinin ve hükümetlerinin saldırısı altında olan şeylerin çoğu, o ayaklanmadan sonra Türkiye’nin girdiği yolun neticesinde elde edilmiştir. Yani bu işçi sınıfı ayaklanması, Türkiye halkının köle gibi değil insanlık onuruna uygun biçimde yaşaması yolunda yarım kalmış ama muazzam etkili bir atılımdır. Öyleyse, hepimiz için bir gurur ve onur vesilesidir.
Aşağıda, bu büyük tarihi olayın nasıl yaşandığını tarihsel kökleriyle ve sonuçlarıyla birlikte ele alan bir yazı yayınlıyoruz. Bu yazı Gerçek gazetesinin Haziran 2012 tarihli 32. sayısında yayınlanmıştır. Yazının ilk paragrafında sözü edilen, Türkiye işçi sınıfının 15-16 Haziran dışındaki büyük eylemlerine, bugün gururla 2015 Mayıs ayında patlak veren ve 20 binden fazla işçiyi haftalarca fiili bir greve (ve kısmi fabrika işgaline) götüren büyük metal eylemini mutlaka katmak gerekir.
15-16 Haziran 1970: direniş değil, ayaklanma
15-16 Haziran, işçi sınıfının bu topraklarda gelmiş geçmiş en büyük eylemi olarak tarihe geçti. Bugüne kadar ardından gelen 1989 Bahar eylemleri, Zonguldak yürüyüşü ve 2010 yılına damgasını vuran Tekel mücadelesi gibi bir dizi yükselişin bile hâlâ aşamadığı doruk noktasıdır. Çünkü işçiler 15-16 Haziran’da savunma durumunda değildi. Haklarını söke söke almak için ayaklanmışlar, karşılarına tank da çıksa, üzerlerine kurşun da atılsa, buluşmalarını engellemek için köprüler de kaldırılsa durmuyorlardı. 15-16 Haziran sıradan bir “direniş” değildi; bir ayaklanmaydı, ama silahsız bir ayaklanma.
1962 yılında gerçekleşen büyük Kavel grevi ve ardından devam eden direnişle, grev hakkı reddedilemez hale gelmiş, bu mücadelenin hemen ardından 274 ve 275 sayılı sendika yasalarıyla grev ve toplu iş sözleşmesi hakkı elde edilmişti. 1968 sonrası Derby, Sungurlar, Gamak, Demirdöküm gibi fabrika işgalleri hükümetin ve patronların huzurunu iyiden iyiye kaçırıyordu. Ama sadece patronlar değil, Türk-İş de gidişattan rahatsızdı. Her gün biraz daha güçlenen ve giderek yayılan sınıf mücadeleci hareketin önüne geçmek için, mücadelede en fazla öne çıkan Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Gıda-İş sendikalarını ihraç etti. Bu sendikalar bir araya gelerek kendi aralarında “Sendikalar Arası Dayanışma Anlaşması” adını verdikleri bir protokol imzaladılar. Böylelikle DİSK’in temeli de atılmış oldu.
1967’de resmen kurulan DİSK’in işçi sınıfı içinde devletten ve burjuvaziden bağımsız bir sendikal odak haline gelmeye başlaması karşısında Demirel yönetimindeki Adalet Partisi (AP), İnönü ve Ecevit’in CHP’si ile ortak hareket ederek DİSK’i, karşısına sendikal barajlar dikerek tasfiye etmeye girişti. Mevcut 274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik yapmayı önüne koyarak Türk-İş’i sendikal tekel yapmaya çalıştı. Yasada yapılacak değişiklik bir sendikanın Türkiye çapında faaliyet gösterebilmesi için işkolundaki işçilerin üçte birini örgütlemesini şart koşuyordu. Bununla da kalmıyor, bağlı bulunduğu konfederasyona da ülke çapında sendikalı işçilerin üçte birini örgütlemiş olma zorunluluğu getiriyordu. Tasarının amacı Türk-İş kongresinde çalışma bakanının ağzından “yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız” sözleri ile ifade edilmişti. Yasa hızla meclise getirildi ve 15-16 Haziran öncesindeki günlerde tek vücut olan AP ve CHP’lilerin oylarıyla kabul edildi.
Yasanın meclisten geçmesinin hemen ardından DİSK 14 Haziran’da Genel Temsilciler Meclisi’ni topladı. DİSK’e bağlı bütün sendikaların genel merkez ve şube yönetim kurullarının ve işyeri temsilcilerinin doldurduğu salondan 17 Haziran’da bir eylem kararı çıktı. Bu kararın işçiler arasında duyulması, sendikal haklarına yapılan saldırı karşısında öfkeli olan işçileri, eylemi beklemeden 15 Haziran günü kendiliğinden sokaklara döktü. Aslında plan, işyerlerinde yapılacak bilgilendirme toplantılarının ardından küçük yürüyüşler yapılmasıydı. Ama DİSK yöneticileri için evdeki hesap çarşıya uymadı, işçiler fabrikalarından çıktıkları andan itibaren çok daha büyük bir mücadeleye soyundular. İstanbul-İzmit sanayi bölgesi tam anlamıyla işçilerin hakimiyetine girdi. İzmit-Gebze-Kartal hattındaki işçiler İstanbul-İzmit karayolunu işgal ettiler. Kadıköy Kurbağalıdere’de askerle karşı karşıya geldiler, barikatları aştılar. Sarıyer, Levent, Şişli hattındaki işçiler Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Bakırköy-Topkapı-Gaziosmanpaşa-Eyüp-Silahtarağa bölgesinden gelen işçiler de üçüncü bir öbek oluşturdular. İlk gün 70 bin kişiydiler, bir gün sonra 16 Haziran’da ise 150 bini aşkın işçi yürüyordu. Üstelik bazı tanıklıklara göre sendika yönetimleri tarafından eylemlere katılmama çağrısı yapıldığı halde sokakları zapteden Türk-İş’li işçilerin sayısı DİSK’li işçilerden bile fazlaydı.
Silahsız ayaklanma
Devlet işçileri bugün Taksim’in yasaklı olduğu yıllardaki 1 Mayıs’lardan, Kürt halkına yasaklamaya çalıştıkları Newroz’lardan bildiğimiz yöntemlerle durdurmaya çalıştı. Barikatlar kurdu. Yetmedi, iki yakanın işçilerinin buluşmasını engellemek için vapur ve motor seferlerini iptal etti. O da yetmedi, Haliç üzerindeki köprüleri kaldırdı. Bizzat Birinci Ordu Komutanı ve İçişleri Bakanı aracılığıyla DİSK yöneticilerini tehdit etti. Olmadı sıkıyönetim ilan etti. En sonunda da tankların üzerine çıkan, eli silahlı askerlerin üzerine yürüme cüreti gösteren işçilere kurşun sıkmaktan geri durmadı. Nasıl ki devrimci durumlarda eylemler ne denli şiddetle bastırılırsa bastırılsın kitleler geri adım atmıyorsa, işçileri de bu baskıların hiçbirisi durduramadı. Ancak ikinci günün sonunda kendi sendika yöneticilerinin eylemleri durdurma çağrısı işçileri sokaklardan çekilip fabrikalarına dönmeye ikna etti.
İşte 15-16 Haziran’ın bu topraklardaki sınıf mücadelesinin henüz aşılamayan bir doruk noktası olmasının anlamı burada yatıyor. 15-16 Haziran sıradan bir mücadele, bir yükseliş, bir direniş değildi. İşçi sınıfının haklarını söke söke almak için başlattığı, ama onun çok ötesinde genel olarak isyanını ifade ettiği, savunma durumunda olmadığı silahsız bir ayaklanmaydı.
İşçiler 15-16 Haziran’da sınıf kardeşlerinden bazılarını kaybettiler. Birçoğu yaralandı. Sıkıyönetim ilan edildi, tutuklama ve dava furyası başladı. Binlerce işçi işten atıldı. Ama işçilerin 15-16 Haziran’da meydanlarda yırtıp attıkları yasayı da meclisten geçtiği halde Anayasa Mahkemesi yeni 15-16 Haziran’lar korkusuyla iptal etmek zorunda kaldı.
Bir dahaki sefer için zaferi hazırlayalım!
15-16 Haziran’dan çıkarılacak çok ders var. DİSK’in 70’li yıllarda örgütlü gücünü büyütmesi 15-16 Haziran sayesindedir. Ama bu olay aynı zamanda DİSK’in sınırlarını da göstermiştir. Çünkü bürokrasi 15-16 Haziran’da da sınıf mücadelesi kontrolünden çıkmaya başladığı anda önüne geçmeye, hareketi durdurmaya girişmiştir. Bugün işçi sınıfının önünde duran görev, sendikaları yeni 15-16 Haziran’lar yaratacak güçte ve sınıf bilinciyle örgütlemektir. Tabandaki işçilerin mücadelesine dayanan bir örgütlülük, geçmişte ayaklanmayı kısa sürede sona erdiren bürokrasiye karşı işçi hareketinin sahip olması gereken bir panzehirdir.
Ama daha da önemlisi 15-16 Haziran ayaklanması işçi sınıfının içinde devrimci bir önderlik olsaydı çok farklı bir seyir izleyebilirdi. Böyle bir öncünün yokluğunda ayaklanma sendika bürokrasisi tarafından kısa sürede yatıştırabildi. Türkiye işçi sınıfı mutlaka yeni 15-16 Haziran’lar yaratacaktır. Bu kez hazırlıksız yakalanmamak için, işçi sınıfının öncüsüz kalmaması için devrimci işçi partisini inşaya!