Timur Selçuk: devrimin melodisinden Evren’in sazendesine
düş değil bu hayal değil he hey be hey
yetmişbin dev işçim kalktı yürüdü.
kokuşmuş düzene sahip çıkanın
alnın çatına baktı yürüdü yürüdü yürüdü….
yeter demek için patron kârına he hey be hey
dev adımlar selam yazdı yarına he hey be hey
işbaşından cadde ortalarına
kükreyen sel gibi aktı
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
çıplak ayaklısı, yanık döşlüsü he hey be hey
işten atılmışı, keser dişlisi he hey be hey
sakatı, hastası, genci, yaşlısı yaşlısı yaşlısı
evinden dışarı çıktı
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
o barış yerine kavgayı seçen,
alnının terini su diye içen,
kıyıda köşede eline geçen
demiri iki kat büktü
yürüdü yürüdü yürüdü
yürüdü yürüdü yürüdü
Âşık İhsani
İşte böyle anlatıyordu Aşık İhsani 15-16 Haziran’ı.
1970 yılında, Türkiye proleter devrimleri çağına adımını attığında, Timur Selçuk henüz Paris’te klasik Batı müziğinin inceliklerini öğreniyordu. Kompozisyon ve orkestra şefliği alanında derinleştiriyordu müzik becerilerini. Popüler alana dönmedi değil: Bizim kuşağımız 1970-71’den itibaren, Timur’un yumuşacık, hüzünlü, duygusal şarkılarıyla âşık oldu. “İspanyol Meyhanesi”, “Ayrılanlar İçin”, “Beyaz Güvercin”, “Sen Nerdesin?” ve benzerleri, Timur Selçuk’un sokaklarını, köprülerini, “café chantant”larını dolaştığı Paris’in Fransız chanson’u geleneği ile Türk musikisinin yarım perdelerini ve Türkçe şiirin melankolik şairlerini birleştiriyordu. Bu müziğin, klasik Batı müziği ile tek ilişkisi, genellikle şarkıcıya eşlikte pek standart bir kalıbı tekrarlayan Batı popüler müziğinden farklı olarak orkestrasyonun dikkat çekici zenginliğinden geliyordu. Timur’un eğitiminin pratikteki etkisi, kendini bir tek burada, bir de piyanodaki ustalığında gösteriyordu.
Ama 1970’li yıllar daha sonra şaşırtıcı bir gelişmeye tanık oldu. Bütün Türkiye, işçisiyle yoksuluyla, öğrencisiyle Kürdüyle, düzene karşı dev bir mücadele veren bütün Türkiye, Âşık İhsani’nin, halkın içinden kopup gelen o ozanın yukarıdaki sarsıcı mısralarını, “İspanyol Meyhanesi”nin “öleceksek ölelim” terennümüyle Türkiye halkının kalbini kazanmış olan Timur Selçuk’un sesinden ve piyanosundan dinleyecek ve bilenecekti. Timur Selçuk, yaşayanlar bilir, Türkiye solunun en güçlü anında, birkaç başka müzisyeni de yanına katabiliriz herhalde, Türkiye’de devrimin melodisi idi.
Burada Tarık Akan ile benzerliği görmemek mümkün mü? Tarık, onunla hiç tanışmadık maalesef, Yeşilçam’a bir “jön prömiye” olarak girmişti, o gönül çelen güzelliğiyle her yaştan kadın seyirci için bir mıknatıs olması bekleniyordu. Türkiye’nin devrimci yükselişi, o biraz şaşkın bakışlı güzel genç adamı proletaryanın heybetli bir oyuncusuna dönüştürdü. Timur için de benzer bir güzergâhtan söz edebiliriz: Erol Evgin misali, havalimanlarında ya da AVM’lerde insanı rahatlatmak için söylenmiş bir müziğin çok kalitelisi olan bir tarzdan Timur’u devrimin sesi haline getiren, işçi sınıfının ve halkın devrimci yükselişi idi. Buna kimse dikkat etmiyor: Halk, sanatçılarını öyle dışarıdan sevmez. Çok daha diyalektik bir ilişki vardır bu ilişkide. Onları kendisi kendi eylemiyle devrimin hizmetine sürükler, onları yeniden biçimlendirir, onları yaratır deyim yerindeyse, sonra kendi eserinin karşısına geçer, onu, bir heykeltraşın, bir Michelangelo’nun, bir İlhan Koman’ın, yarattığı kendi eserine baktığı gibi süzer ve takdir eder. Kitlenin bireye baskın olduğu bir şeydir aslında devrimci sanat ama kimse bunu konuşmaz. Dâhi birtakım bireyler ve sanki onların olağanüstü sezgilere dayanan yaratıcılıkları vardır sadece. Bunlar yoktur demiyoruz. Bunların tözünü kitlelerin kendi devrimci praksisi sağlar diyoruz. İşte Timur da, aynen Tarık gibi, halkın burjuva hegemonyası altında oluşmuş zevklerinin nesnesi olmaktan böyle çıktı, proletaryanın mücadelesinin etkisi altında oluşmuş olan zevklerinin öznesi haline geldi.
1 Mayıs marşı
Türkiye’de 1 Mayıs’ın, işçi sınıfının o uluslararası mücadele gününün marşı, Timur Selçuk ile özdeşleşmiştir. Bu, ister istemez, başka bir sanatçıya büyük bir haksızlıktır. Marşın güftesi ve bestesi, adı 1970’li yıllarda bilinen ama daha sonraki kuşakların 12 Eylül’ün sağır edici sessizliğinde unuttuğu Sarper Özsan adlı müzisyene aittir. Hiçbir sanatçının hakkı yenmemeli. Marşlar arasında ender düzeyde bir melodik kalite taşıyan bu kadar güzel bir marşı yazan insanımızı unutmak ne demek? Biz emeğin hakkını tam olarak vermek isteyen bir hareketin çocuklarıyız, böylesine güzel bir emeğin hakkını vermezsek olur mu?
Ama “Sezar’ın hakkı Sezar’a” derken Timur’un hakkını da unutamayız. 1 Mayıs Timur’un, gergin bir piyano üslubunun eşliğinde yarı kadın-yarı erkek sesiyle söylediği, belki de güzelliği buradaydı, bir marş olarak bellenmiştir bu topraklarda, belki de ebediyen. Timur 1 Mayıs’ın o muhteşem marşı ile milyonların, on milyonların sevgilisi olmuştur. Beyoğlu meyhanelerinde “İspanyol Meyhanesi”nin “yıkılmış, hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı kadın”ı ile sarsılan tütsülü kafaların yerini eli nasırlı işçiler, kara kafalı çıraklar, kasketli köylüler almıştı Timur’un hayranları arasında. Bu yüzdendir ki, 2010’da 1 Mayıs marşı Taksim meydanında bir büyük müzisyenler topluluğu tarafından söylenirken hareket piyanoyu yeniden, artık 64 yaşında olan Timur Selçuk’a teslim etmiştir. Etmeli miydi? Döneceğiz.
Ümit Yaşar Oğuzcan’dan Kazak Abdal’a
Münkir münâfıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de anasını
Müfsidin bir de gammazın
Malı vardır da yemezin
İkisin meyyit namazın
Kılanın da anasını
Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefen dikmeye iğnesin
Verenin de anasını
Dağdan tahta getirenin
Mezarına götürenin
Talkınını bitirenin
İmamın da anasını
Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da anasını
Kazak Abdal
Halkın mücadelesinin durdurulamaz seline kapılan sanatçı, kendisinin onun yaratığı olduğunu bilincine çıkaramasa da, neredeyse kaçınılmaz olarak onun duyarlılıklarının kaynağından su içmeye, toprağından beslenmeye, tarihinden derlemeye başlar. Cem Karaca, bu işe çok daha erken başlamıştı ve daha 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren Anadolu türkülerini, deyişlerini, müzikal biçimlerini derlemeye yönelmişti. Başkaları da vardı ona paralel olarak bu işi yapan. Ama Cem 1970’li yıllarda işçi sınıfının yükseliş yıllarının Timur’la müzikal olarak taban tabana zıt, siyasi olarak kardeş müzisyeni olarak bizim için ayrı bir önem taşıyor. Daha ziyade rock’çı gençliğin idolü olarak kalan Erkin Koray’dan da, faşistlerin sesi olmayı seçen Barış Manço’dan da farklı olarak Cem, belki biraz da Ermeni anasının ezilmiş bir halkın içinden geliyor olmasındandır, devrimci hareketin saflarını seçti. Anadolu rock, çok önemli bir müzikal serüvendir. Gelecekte bile Türkiye’de halk kitlelerine ulaşan müzikte oynayacağı bir rolü olacağına inanıyorum. Cem, bu büyük müzikal harekette çok önemli bir rol oynamıştır.
Timur ile Cem’in bütün aile tarihçesi, onlar daha doğmadan, Anadolu’nun şiiri ve müzikal biçimleri karşısında farklı tutumlar almalarını belirleyecek özelliktedir. Timur, buna döneceğiz, Türkiye’nin klasik musikisinin modern çağında sadece Zeki Müren’in karşılaştırılabileceği bir sesin, Münir Nurettin Selçuk’un oğludur. Neredeyse mavi kan taşımaktadır. Cem ise vodvil tiyatrosunun, yani halkı (ama havass anlamında değil avam anlamında halkı) eğlendirme sanatının en ileri örneklerini sunan Karaca Tiyatrosu’nun, yeni kuşakların en azından adını duymuş olabilecekleri Gülriz Sururi’nin amcası Ali Sururi ile birlikte en komiklerinden Ermeni Toto Karaca’nın (İrma Felekyan) ve Azeri Mehmet Karaca’nın oğludur. (Şu Karabağ günlerinde bu Kafkas birliğine bir bakar mısınız!) Timur Nişantaşı’dır. Cem Bakırköy’dür. Timur Paris’te orkestrasyon okumuştur. Cem haylazdır, Orhan Veli misali, liseden terktir. O yüzden Cem Anadolu’nun bağrına dalmıştır. Timur ise Fransız kalmıştır.
İroniyi vurgulamak için söylüyoruz. Paris’lerde okumuş aristokratımız bile, gün gelmiştir Anadolu’dan feyz almıştır.
Timur’un 1970’li yıllarda en sevilen şarkılarından biri olmuştur Kazak Abdal’ın taşlaması (insanın kaya fırlatma töreni diyeceği geliyor!). Timur Fransız chanson geleneğinden bir kabare tarzı da devralmıştı. Belki de bu tarzın müzikteki büyük üstadı Jacques Brel hayranıydı. Bu gelenekte şarkıcı, sanki Brecht tiyatrosundan fırlamışçasına, şarkıyı tam bir aktör tonuyla ve “rol yaparak” söyler. Timur Kazak Abdal’ı öyle söylüyordu. Her “anasını” dediğinde “köyü yıkıp harab eden”e karşı kinle dolmaması mümkün değildi dinleyenin. (Siyasi nezakete uymuyor tabii, son derecede cinsiyetçi. Ama derin bir sınıf kinini temsil ediyor.)
Ben bu satırları yazdıktan sonra internette dolaşırken ekşi sözlük’te şu cümleyi okudum: “cem karacanın çok güzel seslendirdiği bir parçadır. dinlerken ana avrat gidiyormuş hissi verir.” Ne güzel, ne semptomatik! Doğru, Cem’in de bir “Kazak Abdal”ı vardır. Ama, muzip Toto’nun oğlu Cem, kendisinden beklenmeyecek biçimde türkünün kadınları yaralayabilecek yanını, deyim yerindeyse, “traşlamış”tır. Her dörtlünün sonunda yer alan “anasını” ibaresini çıkarmış, hep “kılanın da, verenin de, imamın da, soranın da” diye bitirmiştir dörtlükleri kendi versiyonunda. Buna karşılık ağır başlı Münir Nurettin’in oğlu Timur, her dörtlüğün sonunda ağız dolusu “anasını” der. İnsan tersini bekler: Köylünün “derince kazın kuyusun, inim inim inlesin” derecesine varan öfke ve acısını Cem’in o güçlü heybetli sesiyle çok daha berrak biçimde ifade edeceğini sanırsınız. Oysa Timur’un neredeyse yaşlı bir kadının titrek sesi gibi çıkan sesiyle söylediği türkü, bu duyguyu bırakmakta çok daha mâhirdir. Ekşi sözlük’te yazan (bize göre) genç kardeşimiz yanılmış. Cem’in versiyonunda “ana avrat gitmek” yok! O aslında Timur’u düşünüyor ama Cem diyor. Benim bu bölümü yazmakta ne kadar haklı olduğum ortaya çıkıyor. Mirabeau Köprüsü’nün romatizminden talkın veren imamın anasına uzanan uzun yolun kat edilmesindeki bilinç değişikliği, sadece halkın devrimci kabarışına bağlı olabilir.
“Dönülmez Akşamın Ufku”ndan “Şeyh Bedreddin Destanı”na
Her ülkenin devrimci sanatı, proletaryanın siyasi mücadelesinin şarkısı, şiiri, romanı, sineması ve plastik sanatı, çok çapraşık yollardan geçerek, geçmişin birikimini yeniden değerlendirerek, aristokrasi ve burjuvazinin hâkimiyet çağının sanatından esinlenerek oluşur. Siz onu devrimci sanat olarak yaşadığınızda, onun derininde yatan o tarihsel katmanları göremezsiniz. Devrimci sanat her ülkede bir yandan o günün en ileri sanat tekniklerinden, bir yandan da kendi topraklarının tarihi köklerinden beslenir. Timur Selçuk’ta çarpıcı biçimde ortaya çıkan budur.
Yukarıda söyledik. Münir Nurettin Selçuk, klasik Türk musikisinin 20. yüzyılda yaşamış en büyük ismi değilse, bu ünvanı sadece Zeki Müren ile paylaşır. Oğluna “güzel musiki ancak güzel şiir üzerine inşa edilir” dediği rivayet edilir. Kendisinin yararlandığı güzel şiir, Yahya Kemal Beyatlı’nın geçmişi yücelten, milliyetçi, mukaddesatçı, kısacası tutucu poetikasıdır.
Timur babasından müziğin hakkını vererek icra edilmesi fikrini tartışmasızca devralmıştır. O da aynen babası gibi müziğin inceliklerine vâkıf, insanlığın bu büyük ve yüceltici sanatını hakkıyla icra etmeye kararlı bir müzisyendir. Üstelik babasına büyük bir saygısı vardır, onu hep savunmuştur. Ama 1970’li yılların bütün toplumu kavrayan devrimci yükselişi onu Yahya Kemal’den Nâzım Hikmet’e savurmuştur. Şeyh Bedreddin konusundaki tiyatro oyununa müzik yazarak babasından çok başka bir yola girmiştir. Baba ile oğlun güzergâhları, Türk şiirinin daha önceki gelişme patikasının sanki bir ikrarıdır.
İroni büyüktür. Yahya Kemal, Nâzım’ın annesi Celile hanımın sevgilisidir. Nâzım daha gencecik bir delikanlı iken yazdığı şiirleri Yahya Kemal’e göstermiş, onun fikrini almış, bir bakıma erken yaşında onu “hoca” ya da “üstat” bellemiştir. Yahya Kemal 1884’lüdür, Nâzım’dan (1902 doğumlu) az çok bir kuşak büyüktür, yani “babası yaşında”dır. Timur, babasının hayatında daha geç bir yaşta yaşanmış bir aşkın ürünüdür. Dolayısıyla, babası ile arasında yaş farkı fazladır (46 yaş). Ama sonuç olarak, ilkinde iki şair arasında temsili, ikincisinde iki müzisyen, iki ses sanatçısı arasında hakiki bir baba-oğul ilişkisi vardır. İlki, Nâzım öncesi modern dönemin tartışılmaz şekilde an ustası, tutucu bir şairin yerini devrimci bir şairin almasına aracı olan bir ilişkidir. İkincisi, muhafazakâr bir üstadın yerine devrimci bir oğulun geçmesi. İşte böyle karmaşıktır devrimci sanatın yolu. Her kim, “bu şunun oğludur, ondan devrime hayır gelmez” derse, onu, sanat ve edebiyat alanının, kendine özgü, karmaşık kültürel biçimleri kavramaya dayanan ve teknik ustalık gerekleri olan bir alan olduğunu anlayamamış, böylece sanatı zanaate indirmeye yatkın bir gözlemci saymak gerekir.
Timur Selçuk Kenan Evren’in kapısında
Timur Selçuk öleli beri hakkında çıkan yazılardan ve sosyal medyadan yazılanlardan dolayı merak içindeyiz. İnsanlar Timur Selçuk’u yücelttikçe “bir tek biz mi biliyoruz?”dan “acaba belleğimiz bizi yanıltıyor mu?”ya bir dizi soru kafamızı meşgul ediyor. Sonunda insanların erişebilecekleri bir bilgiyi merak bile etmediklerine, tarihi, dünyayı ve şöhretleri tek katlı, tek boyutlu görmek istediklerine karar verdik. Anlatalım.
Devrimci sanatçıyı halk yaratır, sonra da yüceltir dedik. Bunun bir uzantısı vardır: Her ne zaman halk devrimci sanatçıya ihtiyaç duymazsa, devrimci sanatçı geldiği yolda bu sefer de aynen geri düşebilir. Timur Selçuk’a olan da bu olmuştur. Karşı devrim hâkim olunca birçok sanatçı çözülmüş, birçoğu da tam anlamıyla teslim olmuştur.
12 Eylül askeri diktatörlüğü, Timur Selçuk’u yurt dışı yasağı ile terbiye etmeye çalıştı. Anlaşılan Timur Selçuk’un da terbiye olmaya niyeti vardı. Bugün sanki devrimciliği hayatının sonuna kadar sürdürmüş gibi anlatılan, 1 Mayıs marşının yaratıcısı gibi sunulan Timur Selçuk 12 Eylül’ün bir aşamasında teslim bayrağını çekmişti.
Timur, Kenan Evren için düzenlenmiş bir konserde müziğini icra etmiştir.
İnsan belleği tuhaftır, ben bunu çok daha erken bir aşamada sanıyordum. Ne bileyim 1982’de, bilemediniz 1983’te. Hayır, 1989’da olmuş. Artık Evren o eski kudretinden çok şey kaybetmiş, sadece cumhurbaşkanı, o yıl Marmaris çöplüğüne yerleşecek, ama bütün Türkiye artık ondan iyice nefret ediyor. Sadece Timur’un geçmişte sesi olmuş olduğu devrim değil, Türkiye’nin büyük çoğunluğu ondan nefret ediyor. Yani reddedilmesi çok kolay.
Bu durumda Timur’un müziğini Kenan Evren’e hizmete koştuğuna dair bize inanmayanlar olabilir. Tanığımız var. İki tane.
İlki, biz tanımayız, Türkiye’de müzik menajerlerinin (bizim zamanımızda “emprezaryo” denirdi bunlara) duayeni olurmuş: Mustafa Oğuz. Gazeteci Selin Ongun’un kendisiyle yaptığı kitap ölçeğinde röportajda şöyle anlatıyor:
“Genellikle Kenan Paşa da katılırdı. Çankaya Vakfı İstanbul Oda Orkestrası’yla bir konser organize etti. Kenan Evren de katılmıştı. Konserin sonunda Timur Selçuk’u tebrik etmek için kulise geçiyor Evren. O arada damadı Maksut Göksu ya da Ertan Cireli, Timur’un pasaport alamadığını söylüyor. Kenan Evren, ‘Böyle değerli bir sanatçının nasıl pasaportu olmaz’ diyerek çok sinirleniyor. Ertesi gün Timur’un pasaportu çıkmıştı. Timur pasaportu çıktı diye sevindi ama bir taraftan da çok rahatsız oldu. ‘Bu nasıl bir adalet, bu nasıl bir ülke, bu nasıl ilişkiler’ diye diye söylendi. Yazık ki bugün yaşadıklarımızla o gün yaşananları kıyaslarsak, hiç yol almadığımız gibi daha da geriye gittiğimizi görürüz.”
İkinci tanığımız Odatv’nin anonim yazarı:
“1989 yılında Ocak ayında, o dönem Ankara Türk Ocağı’nda bir konser verdi. İlginçtir, konser vermesini isteyen kişi bir dönem kendisini yasaklatan Kenan Evren’di. Damadı Maksut Göksu ile yakın arkadaştı; İstanbul Oda Orkestrası konseri verdi; sonrasında Kenan Evren ne mi dedi? “Nasıl olur da böyle bir orkestra Türkiye’de sınırlı kalır.” Yurt dışı yasağı kalktı; ertesi gün Emniyet Genel Müdürleri arandı; ‘bütün kapılara talimatla verildi filan. Ne zaman isterseniz dışarıya gidebilirsiniz’ dendi.”
Tarihin ironisi, Odatv’nin nasıl bir oda olduğunu anlatmak için latif bir örnek, anonim yazarımız, tam da bu hikâyenin bittiği yerin hemen ardından yeni bir bölüm açıyor ve şu cümleyi yazıyor: “Onun için aydın demek; üreten, paylaşan ve haksızlığa sessiz kalmayan demekti.”
Demek Kenan Evren 1980’li yılların Türkiyesi’nde haksızlığın ta kendisi değil ki, Timur ona konser veriyor ama bazıları hiç sıkılmadan Timur için hâlâ “haksızlığa sessiz kalmayan” diyebiliyor. Utanma sıkılma yok!
Geri kalanlar, sosyal medyada Timur’u tarihinde en ufak bulut yokmuş gibi göklere çıkaranlar, anlaşılan Odatv anonim yazarı gibi utanmaz değil, sadece şuursuz.
Ölünün ardından konuşulmaz mı?
Konuşulur. Şayet konuşulmaz, şayet tek yanlı yüceltmelere izin verilirse, 12 Eylül’ün baskısıyla, kanser olduğu halde tedavi için yurtdışına çıkmasına izin verilmeyen, başını eğmeyen, bu yüzden hayatını yitiren bir başka devrimci müzisyen pisi pisine ölmüş olur. Ruhi Su, yüz akımızdır. Hiç eğilmemiştir. Bu yazıda şu ana kadar anılmadıysa bambaşka bir janrın müzisyeni olduğu içindir. Komünizmi onu ölüme götürmüştür. Timur ise kızmış mıdır, şaşırmış mıdır bilmeyiz. Ama Evren’in “huzurunda” icrayı sanat ettikten sonra yurtdışına çıkma hakkını elde etmiştir.
Konuşulur. Şayet konuşulmaz ise, aynen Timur gibi burjuva kültürünün saflarından gelip 1970’li yıllarda devrimcileşen Tarık Akan 1980’li yıllarda Yılmaz Güney’in “Yol” filmini sıkıyönetim koşullarında her tehlikeye göğüs gererek çektiğinde pisi pisine kendini tehlikeye atmış olur. Oysa 1980’li yıllarda Timur ile Tarık’ın seçtiği karşıt yollar geleceğe ışık tutmaktadır. Bu yollar karşısında tarafsız kalmak, daha genç kuşaklardan sanatçılara gidin siz de teslimiyet yoluna girin demektir!
Koda
Bu trajik öyküyü müzikal bir bölümle bitiriyoruz. Aslında yazı bitti ama bazı müzikal parçalarda olduğu gibi biz ek bir sonuç yazıyoruz. Koda. Bütünüyle kişisel.
Bu yazıda, genel âdetimize aykırı olarak sık sık birinci tekil şahıs kullandık. Çünkü bizim için bu yazının bazı karakterleri kendi özel hayatımızın parçaları olmuşlardı. Timur bizim çocuklukta arkadaşımız sayılır, Cem ise ilk gençlik arkadaşımız. Her ikisi de bizim yaşımızdaydı. Cem 1945’li, Timur aynen bizim gibi 1946’lı idi. Biz tam 74 yaşına girdiğimiz günün gecesi öldü Timur.
Timur bize Jirayr amcamızdan kalan son anıydı. Öldü. Jirayr amca, Ermeni Jirayr Aslanyan, 1950’li ve 1960’lı yılların müzik yıldızlarından biriydi. Ermeni toplumunun müzik dehasının o dönemdeki taşıyıcısıydı. Benim onunla ilişkim sadece küçük bir çocuk olarak anamla babamla onun oturduğu apartman dairesinin bir üst katında oturma şansından geliyordu. Ama has amcam olmuştu bu sayede.
Jirayr amca, Ermeni toplumunun müzikal faaliyetlerinde önde gelen isimdi. Artık unutulmuş olan “Leblebici Horhor” gibi leziz operetleri sahneye koyardı. Hayatını da şan ve solfej dersleri vererek kazanırdı. (Aynen daha sonra Timur’un da yapacağı gibi.) Eşi Elizabet teyze ile birlikte annem ve babam ile yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. İstanbul’da komşuluk denen toplumsal kurumun şaşaalı günleriydi.
Timur Jirayr amcanın şan öğrencisiydi. Derse geldikten sonra yukarı bize çıkardı bazen. Arkadaşlık ederdik. Sonra koptuk çünkü o yıllarca Paris’te okudu. 1970’li yıllarda aynı yolun yolcusu olduk ama görüşmedik. 1980’li yıllarda yazlığa gittiği kasabaya biz de bir arkadaşımızı ziyarete giderdik. Onu, şimdi anlatıldığı gibi denizde saatlerce çok düzgün bir stille yüzerken izlerdik sahilden.
Jirayr amcanın bize Timur hakkında ne dediğini ise hiç unutmadık. Türkiye’nin müzik tarihine geçmiş bu iki insanın arasındaki ilişkinin gerçekliği bizim tanıklığımızla tarihe geçsin. Timur, yüzyılda bir gelen türden bir müzik yıldızının oğluydu. Kendi janrlarında Caruso ya da Pavarotti gibi, Ümmü Gülsüm gibi, Astor Piazzola gibi. Münir Nurettin dendi mi insanlar hazır ola geçerlerdi, deyim yerindeyse. Onun oğlunun şan dersi için Jirayr amcaya gönderilmesi zaten Jirayr amcanın müzik çevrelerindeki statüsünün kart viziti olarak görülebilir. Timur bir yere girdiğinde çevredekiler fısıltıyla birbirlerine “Münir Nurettin’in oğlu” derdi. İşte bu büyük yıldızın oğlunun geleceği tabii herkesin merakını celbediyordu. Jirayr amca, Ermeni halkının bütün şarklılığıyla Münir Nurettin’e bayılırdı, ama Timur konusundaki yargısı keskindi: “Onda ses yok, babasından gelen sadece müzik yeteneği” derdi. Bir amatörün alçak gönüllüğüyle ekleyeyim, 1950’li yılların sonlarında ve 1960’lı yılların ilk yarısında birkaç defa söylenen bu söz, Timur şarkıcı olduğunda doğrulandı. Timur tepeden tırnağa müzisyendi, ama sesi vasatın da altındaydı.
Cem’in sesi ise Türk popüler müziğinde gelmiş geçmiş en kudretli sesti. O, ortaokul arkadaşımızdı. Çocuk yaşta birlikte şarkı söylerdik, sınıfta, müzik dersinde, başka hocalarımız kaldırdığında. Elvis falan. Daha çocuktuk. Cem henüz Anadolu rock akımını başlatmamıştı, başka ne söyleyebilirdik ki! Sonra haylaz olduğu için, daha doğrusu sanatçı hülyaları içinde disipline gelemediği için sınıfta kaldı, lisede koptuk.
1970’li yıllarda çocukluk arkadaşlarımızla kıvanç duyduk. Türkiye, Timur’la “devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın” türküsünü söylüyor, Cem’le “işçisin sen işçi kal” diyerek sınıf bilincine kavuşuyordu. Sonra biri Evren’e konser verdi, öteki Özal’a övgü düzdü. Bize bir tek Ruhi Su kaldı sığınılacak liman olarak.
Ama bu yazının başları tanıktır, haklarını hiç yemedik. Sadece Evren ve Özal gibi hunhar karşı devrimcilerle kurulan ilişkileri unutmanın anlamının ne olduğunun bilincindeyiz. Dünya solu ünlü filozof Martin Heidegger ile ünlü hukuk felsefecisi Carl Schmitt’e 1980’li yıllardan beri sahip çıktığında aslında kendi iflasını ilan ediyordu. Çünkü her ikisi de Nazi rejimini aktif olarak, gönüllü olarak, hatta iştahla desteklemişti. Türkiye solu da işte kendi aydınlarının Timur’un Evren’e, Cem’in Özal’a payeler vermesine sessiz kalmakla aslında onlar hakkında yanlış bir şey yapmıyor. Kendi hali pür melâlini ele veriyor.
Bir tenor var. Pavarotti’nin şatafatını kimse yakalayamaz ama o tenorun, yani Andrea Bocelli’nin sesi başka bir anlamda insanı kavrayıp götürüyordu. Yumuşacık ve pürüzsüzdü, Pavarotti’nin sesinin zenginliğinden, çok boyutluluğundan, heybetinden, derinliğinden farklı olarak. Bu müzisyeni biz 20. yüzyılın sonlarında tanıdık ve sevdik. Bir gün, George W. Bush Irak’a bütünüyle yalan gerekçelerle bombalar yağdırdıktan ve ülkeyi işgal altına aldıktan sonra, yanılmıyorsak 2003 Noel’inde İtalya’nın zamanından erken gelmiş ve şimdiki birçok politikacının habercisi olmuş utanmaz başbakanı Silvio Berlusconi, Irak savaşında askeri olarak desteklediği George W. Bush’a Roma’da bir davet verdi. Davetin soytarısının adı Andrea Bocelli idi. O günden bu yana Bocelli’yi bir kez bile dinlemedik, internette bir şarkısını gördüğümüzde kaldırım değiştirdik.