DİP 3. Kongre Belgeleri (4): Partinin laiklik, din ve siyasal İslam konusundaki tavrı
Meclis başkanının laikliğin olmadığı dindar anayasa çıkışının ardından yoğunlaşan tartışmalar vesilesiyle Devrimci İşçi Partisi'nin 2015'te Mart sonunda gerçekleşen III. Kongresi'nde kabul edilen "Partiniin laiklik, din ve siyasal İslam konusundaki tutumu" başlıklı kararını bir kez daha okuyucularımıza sunuyoruz.
Sitemizde daha önce yayınladığımız karara linke tıklayarak da ulaşabilirsiniz.
Devrimci İşçi Partisi bugüne kadar laiklik kavramını temel programatik ilkelerinden biri olarak öne çıkarmamıştır. Ancak laikliğin temel prensipleri gerek Alevi sorunu gerekse de eğitim politikalarımız bağlamında programa yedirilmiş biçimde varlığını göstermektedir. Diğer yandan AKP iktidarı altında dinin toplumsal yaşam ve devlet organizasyonunda giderek hâkim hale gelmesi ve Ortadoğu’da siyasal İslam’ın tekfirci (yani kendine biat etmeyen herkesi dinsiz gören ve ezmeye girişen) gruplar aracılığıyla bayrağını yükseltmesi laiklik, din ve siyasal İslam konularındaki tutumumuzu daha berrak biçimde ortaya koymamızı gerektirmektedir. Bu konuda DİP’in aşağıdaki ilkeler doğrultusunda hareket etmesi gerekir.
Laikliğin din ve devlet işlerinin ayrılmasından ziyade “devletin dinden bağımsızlaşması “olarak formüle edilmesi gerekmektedir. Laikliğin ajitatif savunusunda ise dinin siyasete karıştırılmaması vurgusu ön plana çıkarılmalıdır. Bu devletin ve siyasetin işçi sınıfının yararına olacak şekilde dine karışmasına olanak vererek devrimci programa daha uygun düşer.
Laiklik siyasal programımızın bir parçası olarak savunulmalıdır. Laikliğin savunusu mutlaka ve mutlaka anti-emperyalizm ve sınıf mücadelesi perspektifi ile el ele yürümelidir. Laiklik adına mevcut kazanımları (anayasanın laikliği benimseyen maddeleri, karma eğitim vb. ) sahiplenmekle birlikte laikliği tarihsel ve ideolojik olarak Kemalizme referansla savunmaktan kaçınmak gerekir. Tarihsel olarak laiklik Fransız Devrimine ve çok daha vurgulu bir şekilde sosyalizmin bir ilkesi olarak ve Ekim Devrimi’ne referansla (Lenin ve Trotskiy dönemi) savunulmalıdır. Savunduğumuz laik siyaset mutlaka işçi sınıfının çıkarları odak alınarak temellendirilmelidir. Bir bakıma laikliği yeniden tanımlamalıyız: Proletarya devleti, işçi sınıfının özel mülkiyete, sermayeye ve sömürüye karşı savunma aracıdır. Farklı din ve mezheplerden veya dini inancı olmayan işçileri kapitalist sınıfa karşı savunmak için kurulur. Bu yüzden dini herhangi bir özellik taşımaması gerekir. Çünkü bu, işçi sınıfını sınıf çıkarlarından bütünüyle bağımsız olarak din temelinde böler, kapitalistler karşısında zayıflatır; oysa işçi devletinin işçi sınıfını bölmek yerine birleştirmesi gerekir. Yani laikliği işçi sınıfının birliğini sağlama amacı ile gerekçelendirmeliyiz.
Söz gelimi cemaat ve tarikatların gericiliği ile mücadelede bu tür gericiliğin mali desteğini sağlayan holdinglerin ve özellikle katılım bankalarının kamulaştırılması öne çıkmalıdır. DİP, hem Garanti Bankası, İş Bankası, Yapı Kredi gibi tefecileri hem de Albaraka Türk, Türkiye Finans, Bank Asya gibi İslami görünümlü tefecilerin mülksüzleştirilmesini beraber savunur.
Emperyalizmin kendi merkezlerinde (Fransa, Almanya vb.) laikliği uygularken sömürge, yarı sömürge ve bizim gibi bağımlı ülkelerde siyasal İslam'ı çıkarları gereği desteklediği teşhir edilirken, haklı olan laiklik özleminin Batı emperyalizmine hayranlık biçiminde yozlaştırılmasına karşı mücadele edilmelidir.
Siyasal İslam’ın din ve vicdan özgürlüğü adı altında savunduğu her şey beraberinde başta kadınlar olmak üzere Alevi mezhebinin, başka dinlerin, ateizmin ya da farklı inançların baskı altında tutulmasını getirmektedir. Bunlara karşı çıkarken, özellikle kadınların ve Alevilerin haklarının savunulması ile din ve mezhep ayrımcılığının işçi sınıfını bölerek zayıflatacağı vurgulanmalıdır.
Türkiye'nin yüzde 99'unun Müslüman olduğu demagojisine karşı mücadele etmek gerekir. Türkiye'de Hıristiyan ve Yahudi nüfus küçük bir azınlıktır. Ancak 20 milyon Alevi ve Caferi'nin yanı sıra Sünni kökenli nüfusun azımsanamayacak bir kesimi laiklik taraftarıdır ve laik bir yaşam tarzına sahiptir. Bu kesimler siyasal İslam'ı kendisine yönelik yakıcı bir tehdit olarak görmektedir. Siyasal İslam ve her türlü mezhepçi politika bu topraklarda gerici bir iç savaş potansiyeli yaratacaktır. İşçi sınıfının önemli bir çoğunluğunun ne kadar İslami duyarlılıklara sahip olursa olsun böyle bir olasılığı asla istemeyeceği ortadadır. Bu yüzden Ortadoğu'daki mezhep savaşının Türkiye'ye taşınmasına karşı laikliğin savunulması gerekmektedir.
Dinin kamusal değil özel hayat alanına ait bir olgu haline getirilmesi önemli bir ilke olarak savunulmalıdır.
Eğitimin dünyevileştirilmesi çizgimizden taviz verilemez. Bilimsel ve dünyevi bir eğitim müfredatı benimsenmeli, mescit vb. ibadethaneler eğitim kurumlarının dışında yer almalı, zorunlu din dersleri derhal kaldırılmalıdır. Devlet bütçesinden finanse edilen imam hatip okulları kapatılmalıdır. Bu amaca hizmet edecek okullar, özel sektör kuruluşu olarak da kurulamaz; yani, ticari karakterde ya da ticari kuruluşların hâkimiyetinde olamaz. Mümin toplulukları tarafından finanse edilen imam hatip okullarının müfredatı, eğitim alanındaki yetkili mercilerin, yani Eğitim Bakanlığı’nın pazarlığa açık olmayan denetimi altında olmalıdır. Bu okullarda sadece dini bilgiler değil, aynı zamanda dünyevi eğitimin gerekli unsurları da mutlaka okutulmalıdır. Bu talepler işçi sınıfının bazı kesimlerinde var olan önyargılara rağmen savunmaktan vazgeçmeyeceğimiz (ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi) taleplerdir.
Dinin örgütlenmesi konusu iki ayrı açıdan ele alınabilir. a) Devlet örgütlenmesi içinde dinin idaresi: Bu bugün Diyanet sorunu biçimini almış durumda. Diyanet’in basitçe ilga edilmesi de, mezhepler arasında paylaşılması da bizim reddetmemiz gereken çözümlerdir. Diyanet’in mezhepler arasında paylaşılması devletin Sünni mezhebine bağlanması yerine devletin bütün İslami mezheplere bağlanması anlamına gelir. Bunun reddedilmesi gerektiği izahtan varestedir. Diyanet’in ek hiçbir adım atılmaksızın ilgası, devletin Sünniliği finanse etmemesi gerektiği anlamında doğrudur. Ama bu liberal/sol liberal tez, Diyanet’in yerine dini alanı düzenleyecek bir gerçek laik kurum öngörmeyerek kendiliğindenci bir mantığı kabul etmiş olmaktadır. Biz Diyanet’in Sünni hiyerarşinin elinden kurtarılarak din ve vicdan özgürlüğü ve devletin ve siyasetin dinden bağımsızlaşması alanlarında denetim işlevi görmesini savunuruz. b) Devlet içinde örgütlenme dışında bir de toplum içinde örgütlenme odakları olan tarikatlar ve cemaatler: Bizim bunlara en azından Fransız devriminin kiliseye yaklaştığı gibi yaklaşmamız gerekir. Birer ekonomik birim olarak tarikatlara hayat hakkı tanımamak. Kemalist-burjuva rejim gibi tarikatları yasaklamamalı, ama onları parasız bırakarak cazibelerini ortadan kaldırmayı savunmalıyız. Tarikatlar ve cemaatler yeniden düzenlenmiş haliyle bir işçi sınıfı kurumu olan Diyanet’in (mevcut Diyanet işleri ile karıştırılmaması için farklı bir adla anılması yararlı olacaktır) sultası altında varlığını sürdürmeyi seçme “özgürlüğü”ne sahip olmalıdır.
Dinin finansmanı meselesi belirleyicidir. Dini kurumlar tarih içinde hep büyük bir zenginliğin odağında olmuştur. Sınıflı toplumun ortaya çıkışında geçiş biçimleri arasında din adamları/rahipler özel bir yere sahiptir. Ortaçağın din savaşlarında yağma bir numaralı motivasyondu. Feodalizmin hâkim sınıfı içinde ruhban özel bir yer tutardı. Osmanlı’da dini vakıflar özel mülkiyete en yakın biçimdi. Bugünkü Diyanet İşleri Başkanı’nın selefi Ali Bardakoğlu, Gerçek sitesinde yer verilmiş olan demecinde tarikatların dünyevi kuruluşlar haline geldiğini iddia ediyor. Bütün bunlardan dolayı Körfezin rantiye hâkim sınıflarından Türkiye’nin katılım bankacılığına kadar dini kisve altında vurgun yapan hâkim sınıflar, İslam dünyasının belirleyici unsurları. İşin bir yanı dinden para kazanma ise, öteki yanı dini faaliyetlerin finansmanı. Bir dini kurum devlet korumasından yoksun bırakıldığı anda ekonomik bakımdan nasıl ayakta duracağı sorusu doğar. Katolik kiliseleri kapitalist işletmelerdir. Protestan kiliseleri hayırseverlikle ayakta durur. Almanya bunun kiliseleri sarsıntıya sürükleyebileceğini düşünerek, sendika aidatı gibi (gönüllü) kilise vergisi kurumunu ihdas etmiştir. Biz camilerin ve bütün dini kurumların kendi yağında kavrulmasını savunuruz. Devletten hiçbir dine tek bir kuruş gitmemeli. İşçi ailelerinin ihtiyacı olan parayı imamlara vermemeliyiz! Diyanet imamların yeryüzünde cennetidir! Bütün imam maaşları müminlerin desteğiyle olmalıdır. Kemalistler Diyanet’i daha radikal ve karanlıkçı dini akımların ortaya çıkmasına karşı barikat gibi görürler. Ama dini finanse ederler. Biz finansmanı kesmeli, denetimi koyulaştırmalıyız. Yoksul müminlerin cebindeki paranın camileri ve imamları âbâd etmeyeceği açıktır. İslamcıların bulacağı çözüm yatırım bankaları ve tarikat/cemaat ağları olacaktır. Buna da mülksüzleştirme ve henüz mülksüzleştirme yapılmadan önce dinin sermayeleştirilmesine karşı mücadele şiarlarıyla mücadele etmeliyiz. Katılım bankacılığı, dini bütün patronluk, Hak-İş’le işçiyi tutsak etme, iş dünyasında her türlü dini kuruma karşı mevzi savaşı vermeliyiz. Bu program Alevilerin de tümünü kapsamayabilir. Ancak bu, Aleviler arasında sınıf ayrışmasını hızlandırabilir. Alevilikten geçinenleri teşhir edebilir.
İslam’ın sosyalizme uygun olup olmadığı, gerçek İslam’ın ne olduğu, abdestli kapitalizm, İslam sosyalizmi gibi son tahlilde dinbilimsel (teolojik, ilahiyata dair) tartışmalardan uzak durulmalıdır. Partinin dini olmadığı gibi herhangi bir İslam anlayışı ya da yorumu da yoktur. Ancak bu Hallacı Mansur’dan Bedreddin’e İslam içinden veya başka dinlerden gelen ve mülkiyete, iktidara, emperyalizme vb. tehdit oluşturan şahsiyetler ve akımların (mesela Karmatiler, Kurtuluş Teolojisi, Ali Şeriati, Thomas Münzer, Tai Ping, Malcolm X vb.) militanlar tarafından bilinmesini ve Marksist bir temelde analiz edilmesini, yeri geldiğinde bu unsurlara propagandada yer verilmesini dışlamaz.
Dinin özel hayata ait olması gerektiği ilkesine bağlı olarak herkesin din yorumunu kendilerine bırakır,insanları, grupları ve siyasi odakları yalnızca toplumsal pratiklerine bakarak sınıf perspektifiyle değerlendiririz. Lübnan Hizbullah’ı Şiiliğin daha ileri bir İslam yorumu olması dolayısıyla değil emperyalizme ve Siyonizme karşı savaştığı için zaman zaman ilerici bir rol oynamaktadır. Kürt Hizbullah’ı ise katı bir Şafi yorumunu benimsediği için değil esas olarak Kürt ulusal hareketi aleyhinde sömürgeci güçlerin piyonu olduğu için gerici bir odaktır. Bu temelde Antikapitalist Müslümanlar, devrimci Müslümanlar gibi yapıları İslam yorumlarının tutarlılığına göre değil ilkinin sol liberal diğerinin ise sol Kemalist/ulusalcı bir çizgiyi savunması temelinde değerlendirmeye tabi tutarız, ilişkilerimizi de bu temelde belirleriz. Bu akımlar hiçbir şekilde sosyalizmin İslami duyarlılık taşıyan kitlelere ulaştırılmasının aracı değildir. Tersine İslam aracılığıyla liberalizmi ve farklı türden reformizmleri yani son tahlilde burjuva hegemonyasını solun içine taşımaktadırlar.
DİP, özellikle işçilerin dinsel inançlarını mücadeleye katılmaları önünde bir engel olarak görmemeye devam edecektir. Dinsel inançlar parti üyeliğine engel değildir.
DİP, siyasal İslam’a karşı çıkmakla yetinmez diğer burjuva ideolojileri gibi onu da yenmek için mücadele eder. Bunun için de temel yöntem olarak İslam karşıtı propagandayı değil siyasal İslam’dan etkilenen kitleleri sınıf mücadelesi temelinde örgütlemeyi benimser. Kitleler soyut bir laik propagandaya mesafeyle yaklaşabilir ancak aynı kitleler İslamcı bir burjuva partisine verdikleri desteğin çok daha fazlasını TÜSİAD'ı, MÜSİAD'ı, TUSKON'uyla topyekûn sermayeye karşı savaşan bir sınıf partisine vereceklerdir.