Fransa’nın vaadi

1789, 1830, 1848, 1871, 1936, 1968… Fransa modern çağda devrimler ve devasa halk hareketleri ülkesi olmuştur. Yukarıdaki ilk dört tarih tam tamına devrimlere tanık olmuştur. Son ikisi belki biraz daha tartışmalı ama onların ilginçliği de şurada: 1936 tarihin o güne kadar gördüğü en büyük genel grevdir. Bu rekor 1968’e kadar kırılamamıştır. 1968’de rekoru kıran da yine Fransa’dır! Genellikle sadece öğrenci hareketi ile bilinen Mayıs 1968, 10 milyon işçinin bir ila bir buçuk ay boyunca greve çıkarak fabrikalarını işgal ettiği bir büyük sınıf mücadelesi depremidir.

Sınıf mücadelesi dedik. Fransa sadece devrimde değil, sınıf mücadelelerinde de büyük hareketlerin ülkesidir. Devrimleri de esas olarak sınıf mücadelelerinin birer uğrağıdır. 1848 tarihin gördüğü ilk işçi devrimine tanık olmuştur. 1871 Paris Komünü ise Engels’in “Proletarya diktatörlüğünü mü görmek istiyorsunuz? Paris Komünü’ne bakın!” diye anacağı bir devrim, yani işçi sınıfının sadece 72 gün süren ilk iktidarı. 1936 ve 1968’in tarihteki yerine demin işaret ettik.

İşte şimdi bu ülke yeniden ayağa kalkmış durumda. Yanlış anlaşılmasın, devrim falan başlamadı. Ama çok kitlesel ve çok boyutlu bir toplumsal mücadele süreci başladı. Bunun genel uluslararası iklim içine yerleştirilmesi bu mücadele sürecini daha da önemli kılıyor. Büyük halk hareketlerinin gelişme potansiyellerini erkenden ince ince değerlendirmek yakın gelecekte ortaya çıkabilecek durumlara önceden hazırlanabilmek anlamına gelir. Bu yüzden Fransa’nın bugün yaşadığı büyük hareketin potansiyellerine ilişkin bir ilk değerlendirme yapmak anlamlı olacaktır.

Akdeniz devrimi için yeni bir kapı

Bilindiği gibi, Akdeniz 2011-2013 arasında tam anlamıyla bir devrimci havza hâline gelmişti. Tunus ve Mısır’da doruğuna ulaşan ama aslında bütün Arap dünyasını bir orman yangını gibi saran devrim hareketine Avrupa’nın güneyindeki ülkelerin ikisinde, Yunanistan ve İspanya’da büyük halk hareketleri eşlik etmişti: 2011 Mayıs-Haziran’ında İspanya’nın bütün büyük kentlerinin büyük meydanları ve Yunanistan’ın başkenti Atina’nın ana meydanı Sindagma haftalar boyunca halk kitlelerince işgal edildi. Buna paralel olarak Yunanistan’da 2010-2013 arasında 14 genel grev yaşanırken, İspanya’da Asturias bölgesinin madencileri çok sert bir grev mücadelesinden sonra başkent Madrid’e büyük bir yürüyüş düzenliyorlardı. 2013’te bu mücadele dalgasına Türkiye, Gezi ile başlayan halk isyanı ile katıldı. Bütün bu dönem boyunca en azından Mısır’da kitleler bitmek tükenmek bilmeyen bir devrimci enerji sergiliyordu.

Tablo 2013 Temmuzunda Mısır’da Bonapartist bir askeri darbe yaşanınca değişecekti. Devrim kampının büyük hatalarının da katkısıyla Mısır devrimi Suud destekli el Sisi tarafından durduruluyor, Mısır’da bir bakıma karşı devrim, devrimi yenilgiye uğratıyordu. Bu aşamadan sonra Akdeniz devrimi bir ikinci evreye girecekti. Sokakta ve grevde istediklerini alamayan kitleler politikaya sırt çevirmediler. Bu sefer yüzlerini parlamenter yola çevirdiler. Yunanistan’da 2015 başında Syriza iktidara geldi. 2015 sonunda ise İspanya’da daha iki yıl önce kurulmuş olan Podemos oyların yüzde 20’sini aldı. Kitle hareketi bakımından bu iki ülkenin düzeyine ulaşmaktan uzak Portekiz’de bile, 2015 sonlarına doğru yapılan seçimlerde yaklaşık her beş seçmenden biri sosyalist sola (Sol Blok ve Portekiz Komünist Partisi) oy verdi. (Portekiz’in Akdeniz’e kıyısı yoktur, ama tarihi ve kültürel özellikler, sosyo-ekonomik yapı ve politik şekillenme bakımından Portekiz neredeyse tipik bir Akdeniz Avrupası ülkesidir.) Yani 2011-2013 arası büyük kitle mücadeleleri dönemiyken, 2013-2015 arası kitlelerin oy sandığına döndüğü dönem oldu. (İstisnai olarak İspanya’da Katalonya bağımsızlık hareketi bu dönemde dev gösteriler düzenledi.) Kitlelerin dikkatini odaklaştırdığı parlamenter partilerin hiçbiri en ufak bir güvene mazhar olacak karakterde değil. Syriza Temmuz’da kitlelere ağır şekilde ihanet etti. Portekiz’de Sol Blok (ve çok daha az oyu olan PKP), uzun yıllar hükümet görevi yaparken kemer sıkma programlarına nezaret etmiş olan sosyal demokratlarla hükümet kurarak (hükümet programı ne derse desin) kendileri de aynı yola girdiler. Podemos İspanya sosyal demokrasisi PSOE ile koalisyon arayacak kadar işin başından düzen partisi olduğunu gösteren girişimlerde bulundu.

2016 ise Fransa ile başladı. Ocak ayında hava trafik kontrolörleri ve öğretmenler greve giderken küçük burjuvazinin bir kesimi, taksiciler neoliberalizmin “korunmuş meslekler”e saldırısı çerçevesinde körüklediği piyasa rekabetine karşı militanca eylemler yaptılar. (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/dunya-kazan-devrim-kepce-subat). Şubat ayı ise yaygın köylü eylemlerine sahne oldu. (http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/dunya-kazan-devrim-kepce-mart). Ama asıl büyük atılım, Şubat ayında açıklanan yeni İş Yasası tasarısına karşı 9 Mart ve 31 Mart’ta yapılan grev ve gösterilerle ve onlara eşlik eden başka tür eylemlerle yaşandı. İşçi sınıfına gençliğin de katılması, başkent Paris’ten başlayarak birçok kente yayılan meydanlar hareketleri ve üniversite işgal eylemleri Fransa’daki toplumsal mücadelelerin bu raundunun siyasi yaşamda büyük sarsıntılara yol açma potansiyeline sahip olduğunu düşündürüyor. (Bu yazıyı uzun tutmamak için eylem günleri, eylemlerin coğrafi yayılımı, eylemlere katılım sayıları, değişik sendikaların tutumları vb. konulara ancak belirli bir argümana çok özel bir dayanak oluşturduğu ölçüde yer vereceğiz. Okuyucu Fransa olayları konusunda bu sitede daha önce yayınlanmış olan ve Türkiye’de bu konuda en kapsamlı ve sağlıklı bilgileri sunan yazıya bakarak bütün bu ayrıntıları öğrenebilir: http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/fransada-is-yasasi-tasarisina-baskaldiri.)

Burada eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının devrimler ve halk hareketleri açısından nasıl etkili, hatta belirleyici olduğunu bir kez daha görüyoruz. Fransa’da işçi sınıfının dolaysız çıkarlarını ilgilendiren gelişmeler olduğunda büyük sendikal mücadeleler hep görülmüştür. Ama bu sefer, eylemler biraz kitleselleştiğinde derhal başka dinamikler doğuyor. Bunların en ilginci “#NuitDebout” hareketidir. “#AyaktaGeçirilenGece” olarak çevirebileceğimiz bu hareket, aynen daha önce İspanya’daki “Öfkeliler” hareketi gibi, Syndagma’daki işgal gibi, Gezi gibi, hatta ABD’deki Wall Street İşgali hareketi gibi, büyük ölçüde kendiliğinden ve büyük ölçüde sosyal medya ağından yararlanılarak örgütlenmiştir. Hedefi de Paris’te çok merkezi bir meydan olan ve tarihi bakımdan önem taşıyan République (Cumhuriyet) meydanı başta olmak üzere, halkın geceyi meydanlarda, eylem yaparak, tartışarak, slogan atarak, konserler dinleyerek geçirmesidir. Başka ülkelerde yaşanmış bir deneyim, şimdi başka deneyimlerden geçerek toplumsal mücadelelere gelen bir başka halk tarafından benimsenmektedir.

Bu, önce 2011 ruhunun ölmemiş olduğunu, “meydanlar hareketi” olarak anılabilecek mücadelelerin (Puerta del Sol, Katalunya, Sindagma, Taksim ve bütün bunların esin kaynağı olan Tahrir) hâlâ belirli toplum kesimleri nezdinde büyük bir prestiji olduğunu gösteriyor.

Bu hâliyle, ikincisi, bizim, 2011’de başlayan dünya devriminin üçüncü dalgasının bitmemiş, sadece soluklanma aşamasına girmiş, başka yollar aramakta olduğu konusundaki görüşümüzü de doğruluyor.

Üçüncüsü, Fransa’da başlayan halk hareketliliğinin çeşitli biçimler alarak gelişeceğini, bir yandan en klasik anlamda işçi mücadeleleri yaşanırken bir yandan da bu tür meydanlar hareketlerinin gündemde olacağını ortaya koyuyor.

Bunlara başka bir faktörü ekleyelim: başlayan mücadele atağı, 2011 uluslararası devrimci dalgasının izini taşıyan özgün yanına karşılık, aynı zamanda Fransa’nın klasikleşmiş sınıf ve toplumsal mücadeleler geleneğini de terk etmiyor. Üniversite ve liselerin işgali, amfilerde yapılan “Genel Kurul” (Assemblée Générale) toplantılarının gürültülü demokrasisi vb. en azından 1968’den beri Fransa’da tam anlamıyla yerleşik mücadele biçimleri olmuştur.

Bütün bunlardan dolayı Fransa olayları Akdeniz havzasında 2011’da açılan ve 2013’te duralayan devrim ve isyan dalgasını yeniden başlatma potansiyeline sahiptir.

Diyalektik aşma

Ne var ki, eğer bu potansiyel gerçekleşirse, Fransa olayları muhtemelen Akdeniz devrimini çok daha yüksek bir düzeye taşıyacaktır. Bunu anlayabilmek için devrimin birinci evresinin (2011-2013) yenilgisinin ardında, esas olarak, toplumsal hareket içinde proletaryanın hegemonyasının sağlanamaması olgusunun yattığını hatırlamamız gerekiyor. Bunun iki boyutu vardır: biri nesnel, öteki ise öznel karakterde iki boyut. (Bunlar birbirlerinden tam anlamıyla bağımsız olmamakla birlikte kaynakları farklı olduğu ölçüde kendilerine özgü bazı dinamikleri de vardır.) Nesnel dinamik, işçi sınıfının mücadelenin içindeki yeri ile ilgilidir. Öznel dinamik ise sınıfın öncü kesimlerini örgütleyen bir devrimci partinin oynayacağı rolle.

Kimse Tunus ve Mısır devrimlerinde veya Yunanistan, İspanya ve Türkiye’deki mücadelelerde işçi sınıfının önemini yadsımaya kalkmasın. Bu ülkeler arasında işçi sınıfının varlığını en güçlü olarak hissettirdiği ülkeler, önem sırasına göre, Yunanistan, Mısır ve Tunus, en az hissettirdiği ülkeler ise İspanya ve Türkiye idi. Ama bu son iki ülkede bile meydanlar hareketinde yer alan büyük kitlelerin önemli bir bölümü proletaryanın en modern ve eğitimli katmanlarından oluşuyordu. Ayrıca, İspanya’da madenciler hareketi Madrid yürüyüşünün doruk noktasında bütün hareketin kendi etrafında öbekleşmesini sağladı. Türkiye’de ise özellikle işçi sınıfının ve çeperindeki emekçi katmanların Alevi bileşeni yer yer büyük önem taşıyan eylemler yaptı. Ayrıca, daha sonraki büyük işçi eylemlerinde ve en son fiili metal grevinde görüldüğü gibi, Gezi’nin sloganları ve meydan okuması işçi hareketinde olumlu bir miras olarak yaşıyor.

Sorun işçi sınıfının eylemlerin bütünüyle dışında kalması değildir. Sorun kendine özgü bir politik doğrultusu ve ağırlığı olan işçi sınıfının bu hareketlere kendi talepleri ve mücadele biçimleriyle damgasını vuramaması, bizatihi sınıf eylemiyle öteki sınıf ve katmanlara kendisinin bütün mücadelenin yöneticisi rolüne soyunabileceğini ve hareketin bütününün ortak çıkarlarına sahip çıkabileceğini, onu temsil edebileceğini gösterememesidir. Yani tek kelimeyle sorun siyasi hegemonyanın kurulamamış olmasıdır.

Fransa işin nesnel yönü bakımından bunu değiştirme potansiyeline sahiptir. Birincisi, bütün mücadelenin merkezinde işçi sınıfına özgü bir sorun vardır. Yunanistan’daki ekonomik mücadele bile bu denli arı anlamda proletaryayı ilgilendiren bir alandan başlamamıştı. İş Yasası konusunda proletaryanın ısrarı ve azmi öteki sınıf ve katmanların onun etrafında toplanması bakımından kilit bir rol oynayacaktır.

İkincisi, toplumsal seferberliğin işçi sınıfı dışında kalan en faal, en kitlesel ve en radikal unsuru olan öğrenci gençlik olaylara daha başından itibaren “geleceğin işçileri” bilinci ile girmiştir. Yani burada “gömülü” ya da “içkin” olarak niteleyebileceğimiz bir hegemonya türü mevcuttur. Hegemonya bir toplumsal grubun kendi çıkarlarının gerekli kıldığı programatik hedeflerin, başka toplumsal sınıf, katman ve grupları da, gelecekte daha iyi yaşamalarını sağlayacağı yolunda ikna ederek yanına çekmesidir. Yani bu gruplar işçi sınıfının çıkarlarından ayrı biçimde tanımlanabilecek başka çıkarlara sahiptirler. İlişki dışsal olarak ve siyaseten kurulmaktadır. Burada ise gömülü ya da içkin bir hegemonya vardır, çünkü öğrenci daha baştan kendini işçi sınıfı ile özdeşleştirmektedir. Yani ilişki içseldir, ekonomik olarak kurulmuştur.

Üçüncüsü, Fransa’da sınıf mücadelesinin gelenekleri öteki bütün ülkelerden, bu geleneklerin tartışılmaz biçimde güçlü olduğu Yunanistan’dan bile, daha yerleşik ve köklüdür. İspanya’da 40 yıllık Franco diktatörlüğü, Türkiye’de ise 12 Eylül askeri diktatörlüğü, sınıf örgütlerinde büyük sarsıntılara yol açmıştı. Mısır ve Tunus ise (bu sonuncusunda bütün işçi sınıfının ana örgütü olarak görülen güçlü UGTT konfederasyonunun varlığına rağmen) sınıf mücadelesinin inceliklerini son on yıl içinde kavramaya başlıyordu. Diğerleri arasında bir tek Yunanistan’da sekiz yıl süren ve yitirilmiş bir savaş dönemine (1941-49) rağmen ve kısa süren Albaylar Cuntası’na (1967-1974) inat, güçlü bir işçi sendikası (GEE) ve güçlü bir kamu emekçileri sendikası (ADEDY) mevcuttu. Ama Fransa’daki en büyük konfederasyonun (CGT) yönetimi iktidardaki “Sosyalist” Parti’den (siz bunu “sosyal kapitalist” diye okuyun) bağımsızken, Yunanistan’da işçi sendikası GEE’nin merkez yönetimi, o ülkede PASOK adını alan sosyal demokrasinin elindeydi.

Bu üç faktör nedeniyle Fransa’daki mücadele 2011-2013 döneminin dalgasını geri getirirse, bu, daha üst bir düzeyde olma vaadini taşıyor. Proletarya hegemonyasının nesnel dayanaklarının güçsüzlüğü, öznel faktörün, yani devrimci parti rolüne soyunabilecek her türden hareketin her bir ülkede son yıllarda çok zayıf olması ve kitlelerin bürokratik işçi devletlerinin çöküşünden beri her tür kolektif çözümü olanaksız sayan ideolojik yönelişi ile birleştiğinde, ilk evrede (2011-2013) proletarya hegemonyasının öteki sınıf ve katmanlardan gelen insanlarca açık biçimde reddedilmesine yol açmıştı. Konu kimse için sır değil: Gezi’den tanıdığımız bir şeye değiniyoruz. Örgütlülüğe, sendikalara, siyasi partilere, solun bütün tarihi önderlerine karşı idi hareket. Kimi burada bir hikmet bulabilir. Biz hareketin zayıf karnını görüyoruz.

Öyleyse, Mısır ve Tunus’ta örtülü, Avrupa’nın güney kıyısındaki ülkelerde ve Türkiye’de açık açık, hareketin önemli bir bölümü, işçi sınıfı hegemonyasının olumsuzlanması idi. Şimdi, Yunanistan, İspanya ve Türkiye’de özgün bir biçim olarak ortaya çıkan “meydanlar hareketi” Fransa’da yeniden ortaya çıkıyor. Ama bu kez hareketin esas hâkim unsuru işçi sınıfı hareketi. Bu da olumsuzlamanın olumsuzlanması. Yani Fransa başa dönmüş olmuyor. 21. yüzyıl devriminin, proletaryanın yeni eğitimli katmanlarının ve küçük burjuvazinin bir kesiminin siyasi tutumu dolayısıyla birçok ülkede kendini muhtemelen yeniden ve yeniden  gösterecek olan bir olgusunu kapsayarak aşıyor. Hegel diyalektiğinin terimleriyle konuşursak, tam bir aufheben örneği.

Ön-faşizmin ikilemi

Üçüncü Büyük Depresyon döneminde Avrupa’da ortaya çıkan siyasi gelişmelere ilişikin değerlendirme, mutlaka kıtanın her yerinden fışkıran faşist ve ön-faşist (yani hızla faşizme dönüşebilecek karakterde, proto-faşist) hareketleri de göz önüne almak zorundadır. Bu, Marksist politikanın kategorik bir zorunluluğudur. Hele hele bu Avrupa ülkesi ön-faşist partinin (Front National-Ulusal Cephe, kısaca FN) 30-35 yıllık bir geçmişe sahip olduğu, artık kökleşmeye başladığı, dahası kalıcı olarak ülkenin birinci partisi hâline gelmekte olduğu Fransa ise. En önemlisi, bu parti, işçi sınıfının mavi yakalı olarak anılan katmanları arasında, ana damar “sol”un ve sağın Brükselci (yani AB’ci) neo-liberalizmi dolayısıyla çok güçlü mevziler elde etmeye başlamışsa.

Bunu hep yazıyoruz: Bugünün Avrupası’nda faşizmin ve ön-faşizmin panzehiri, “solun birliği” ya da “cumhuriyetçi birlik” adı altında, farklılaşan genişlikte de olsa aynı yere çıkan bir sınıf barışı, yani burjuvazinin güçleri ile ittifak değildir. Panzehir, sınıf mücadelesidir. Bunun henüz başlamadığı yerde de solda kapitalizmi (ve tabii neo-liberalizmi) karşısına alan bir güçlü sol odak inşasıdır. Bugünün ön-faşist hareketlerini 1930’lu yılların klasik faşizminden farklı kılan en önemli özellik, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye başlamasıdır. Naziler işçi hareketini ele geçiremediler, ezdiler. Le Pen ailesinin hâkimiyetindeki Front National sınıfın önemli kesimlerini kendi yanına çekiyor. Vampirlerin gün ışığından korktuğu gibi, ön-faşizm de sınıf mücadelesi görünce felç olur! Ön-faşizmin yenilgiye uğratılmasında şaşmaz formül, ekonomik düzeyde kalsa bile sınıf mücadelesidir.

Sınıf mücadelelerin şimdi Fransa’da olduğu gibi yükseldiği durumlarda ön-faşist partilerin önünde iki yol vardır: Ya harekete destek verecektir, ya da felç olacaktır. Hareketin karşısına açıkça çıkamaz, çünkü Brüksel’e liberalizm dolayısıyla yüklenirken eleştirdiği her şeye sahip çıkar duruma düşer. Yanında yer alması bize olanaksız görünüyor: FN esas olarak bir KOBİ ve küçük burjuvazi partisidir. Yani tekelci burjuvazinin desteğini henüz tam olarak alamamış olsa bile, KOBİ denen küçük ölçekli sanayi ve ticaret erbabının saflarında (ve esnafın arasında) çok ciddi mevziler elde etmiştir. Onlara doğrudan hizmet etmekte, “Fransa’nın büyüklüğünü yeniden kurma” söylemiyle ise büyük sermayeye öteki burjuva partilerinden daha iyi hizmet edeceğini vaat etmektedir. Bugün, tekelci sermayeden de daha çok KOBİ burjuvazisinin ellerini ovuşturarak karşıladığı İş Yasası’nın birdenbire tam karşısında yer alması, sadece finansmanı bakımından değil, yerel toplumsal doku içindeki desteği açısından da kendisine büyük darbe vurur. Yani “yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal” durumu: Bu tür sınıf mücadeleleri ön-faşizmi arafta bırakır, felç eder.

Gerçek gazetesi ısrarla yazıyor: Fransa 2017’de ön faşizmin korkunç bir atılımı ile karşı karşıya kalabilir. Cumhurbaşkanı seçimi geliyor. FN başkanı Marine Le Pen’in ikinci tura kalacağı hemen hemen kesindir (ya da bugüne kadar kesindi). İktidardaki “Sosyalist” Parti ve Cumhurbaşkanı Hollande, halk arasındaki itibarı bakımından yerlerde sürünmektedir. İkinci turda işçi sınıfının nasıl davranacağı belirleyici olacaktır. Şayet bugünden seçime kadar İMF dâhil bütün düzen kurumlarının korktuğu olur ve Avrupa çok ciddi bir ekonomik daralma yaşar, büyük ölçüde işten çıkartmalar geçekleşir ama sınıf mücadelesinde bir durgunluk yaşanırsa, bu Marine Le Pen’in (ihtimal düşük olmakla birlikte) ikinci turdan muzaffer çıkmasına bile yol açabilir. İşte şimdi başlamış olan sınıf mücadelesi dalgası, FN’i zayıflatarak bu büyük tehlikeyi önlemek bakımından emekçi sınıflara ve ezilenlere muazzam bir avantaj getirebilir.

Burada bir ayrıntı çok önemlidir. Gerçek gazetesinde yayınlanan ve Şubat’tan bu yana yaşananları ayrıntısıyla anlatan yazıda titizlikle altı çizilen bir olgu, büyük önem taşıyor. O kadar önemli ki alıntılamak en iyisi:

“9 Mart öncesindeki haftalarda, çeşitli Fransız üniversitelerinde öğrenciler eylemi daha iyi örgütleyebilmek için “meclis”ler kurarken, özellikle Paris 8 üniversitesinde 700 öğrencinin katılımıyla gerçekleşen meclis toplantısı, okulun tarihinde görülmüş en kitlesel etkinliklerden biri olarak, 9 Mart eyleminde görülecek kitleselliğin ilk sinyalini de vermiş oldu. Bu noktada, iş yasasına karşı hareketin en güçlü olduğu Paris 8’le ilgili biraz bilgi vermekte de fayda var. Mağrip göçmenlerinin yoğun yaşadığı Saint-Denis bölgesinde yer alan bu üniversite, aynı zamanda Paris’in en yoksul öğrenci tabanına sahip üniversitesi olarak biliniyor. Dolayısıyla, bu okulun, hem 68 kuşağı ile özdeşleşmiş Sorbonne’un önüne geçerek öğrenci hareketinin en ileri mevzii konumunu almasına hem de eylemlere Saint-Denis işçileri ile ortak bir kortej oluşturarak katılmasına şaşmamak gerek.”

Bu olgu genelleştirilebileceği ölçüde muazzam bir önem taşıyor. Göçmenlerin, özellikle Mağripli ailelerin çocukları, hem ekonomik, hem de sosyo-kültürel olarak o kadar vahim bir ayrımcılıkla karşı karşıya yaşarlar ki, ya adi suçlardan kitlesel ölçekte hapse düşmekte, ya da son zamanlarda tekfirci-mezhepçi hareketlere (en başta DAİŞ’e) asker olarak yazılmaktadırlar. Göçmen gençleri, mesela 2005’te yaşanan araba yakma furyasında olduğu gibi siyasi bir boyut içeren bir isyana giriştiklerinde de yalnız kalmaktadırlar. Şimdi Paris 8’in önünü çektiği eğilim, göçmen ailelerin sınıf mücadelesinde yer alarak kendi haklarını savunmaları anlamına geldiği ölçüde, yerli Fransız işçi ile Afrika kökenli işçi arasında birlik oluşturarak ön-faşizme karşı en önemli kazanımı getirecektir.

İdeolojik dağınıklık, solun zaafları ve devrimci parti sorunu

Fransa’da başlayan hareketin potansiyeli açısından daha birçok şey sayılabilir. Mesela geleneksel olarak muhafazakâr bir hayat tarzına sahip olduğu için daha ziyade sağın oy deposu olan köylülüğün bugün güçlü bir mücadele içinde olmasından dolayı (bkz. http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/dunya-kazan-devrim-kepce-mart) işçi sınıfına yaklaşması olasılığı, en azından tarafsızlaştırılması olanağı, sınıf mücadelelerindeki dengeler açısından büyük değer taşıyacaktır.

Ama bunun karşısında olumsuz faktörleri göz önüne almazsak bir hayal âlemine dalmış oluruz. Olumsuz faktörler elbette çok sayıdadır. Ama üç tanesi belirleyici önem taşıyor: Fransa’da solun ve işçi sınıfının ideolojik dağınıklığı; işçi sınıfı için mücadeleyi ileri taşıyacak bir odak yaratmanın güçlüğü; devrimci Marksist gelenekteki zaaflar. Uzun bir yazıyı daha fazla uzatmamak için her birine çok kısa değineceğiz.

İlki aslında bütün dünya için geçerlidir. Neoliberalizmin 1970’li yılların sonundan itibaren kazandığı ideolojik mevziler Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın 1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında çöküşü ile pekiştiğinde, kolektif her tür çözüme inanç ortadan kalkmış, sadece devrimci değil her türden örgütlenme başlıca hedef hâline gelmiştir. Fransa bundan büyük pay almıştır. Şu anlamda: Fransa (İtalya ile birlikte) Avrupa’nın büyük ülkeleri arasında Marksizmin en güçlü ideolojik etkiye sahip olduğu bir ülke iken, entelektüel üretimde önde giderken, 1980’li yılların ortasından itibaren ideolojik gerilemenin merkezi hâline gelmiştir. “Yeni filozoflar” ve postmodernizm, entelektüel akımlar olarak Fransa’nın çocuklarının ürünüdür her şeyden önce. Bugün mücadele yükselirken bu ideolojik gerilmenin ve dağınıklığın mutlaka etkileri olacaktır.

İkincisi, sendikalar ve sol partiler felaket durumdadır. Bir zamanlar ülkenin neredeyse en güçlü partisi olan Fransız Komünist Partisi (FKP) şimdi kalelerini adım adım FN’e yitiriyor; eski heybetinin bir gölgesi hâline gelmiştir. Elinde kalan kaleleri korumak için de neoliberalizmin taşıyıcısı hâline gelmiş olan “Sosyalist” Parti ile tekrar tekrar ittifak yapmıştır. “Sosyalist” Parti’den kopan Mélenchon’un önderliğinde kurulan Parti de Gauche (Sol Parti) bütün sol retoriğine rağmen Fransız emperyalizminin tanımladığı sınırlar içinde varlığını sürdürmektedir. Yeşiller sol kabul ediliyor, ama burjuva bir akımdır.

Sendikalara gelince, eskiden ülkenin sendikal hayatına belirleyici bir etki yapan CGT her geçen yıl biraz daha zayıflıyor. Üstelik hep FKP etkisinde olduğu için ağır bir bürokratik hantallığa müpteladır. FO garip bir konfederasyondur, Soğuk savaş’ın ürünü olduğu halde içindeki Trotskist damarın da etkisiyle zaman zaman CGT kadar mücadeleci olabilmektedir. Ama o da aynı bürokratizmden muzdariptir. CFDT başta sola doğru bir yöneliş gibi göründüğü halde 1980’li yıllarda “Amerikan sendikacılığı” diye aşağılanan bir yola girmiştir. Şimdi ise “Sosyalist” Parti türü düzen sendikacılığı yapmaktadır. İş Yasası gibi sınıfların karşılıklı çıkarları açısından tartışılamayacak berraklıkta bir vakada bile konfederasyon yönetimi eylemlerin dışında kalmayı seçmiştir (ama taban kısmen mücadeleye katılmıştır). CGT ve FO şimdi hareketin içindedir, ama başta epeyce yan çizdikleri biliniyor. İlk kitlesel eylem olan 9 Mart tabandan gelen bir inisiyatifin ürünüdür (Bkz. http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/fransada-is-yasasi-tasarisina-baskaldiri).Bu partiler ve sendikalar toplamının böyle vaatlerle dolu bir sınıf mücadelesi dalgasının önderliğini yapamayacağı bütünüyle açıktır.

Bu zaten devrimci Marksist hareketin ödevidir. Bu konuya ayrıntısıyla girmeyeceğiz ama şunu söyleyelim: Fransa, devrimci Marksizmin (Trotskist partiler ve örgütler biçimi altında) dünyada en sağlam geleneğe sahip olduğu ülkelerden biridir. Ama var olan örgütlerin hepsi ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. NPA (Nouveau Parti Anticapitaliste-Yeni Antikapitalist Parti) çok çeşitli Trotskist grupları büyük ölçüde revizyonist bir çoğunluğun hâkimiyeti altında bir araya getirmiş bir birleşik parti modeli ile örgütlenmiştir. İçinde devrimci proleter eğilimde gruplar olabilir ama esas olarak küçük burjuva demokrasisinin ve postmodernizmin oyununu oynamaktadır. LO (Lutte Ouvrière-İşçi Mücadelesi) bir zamanlar seçimlerde büyük başarı elde eden gerçek bir işçi örgütüdür, ama uvriyerist (korporatist anlamda işçici) anlayışı dolayısıyla politik bir atılım yapması çok zordur. Devamlı adını değiştiren, bugün yanılmıyorsak POI (Parti Ouvrier Indépendant-Bağımsız İşçi Partisi) adını taşıyan akım ise ulusalcılık yoluna sapmış, sekter ve manipülatif bir akım olması bir yana, kısa süre önce bölünmüştür. Partinin üçte biri, genel sekreteri ve önderi Daniel Gluckstein da dâhil olmak üzere partiden uzaklaştırılmıştır. Bu tablonun bütünü iç açıcı değildir, ama tek yanlı olarak ele alınmamalıdır. Başka birçok ülkeden farklı olarak devrimci Marksizmin Fransa’da ciddi bir geleneği olması, mücadele içinde bir önderlik odağı yaratılmasını çok daha olanaklı hâle getiriyor.

Yine de bu üç faktör göz önüne alındığında, Fransa’daki mücadelenin ufkunun pırıl pırıl aydınlık olduğunu söylemenin çok zor olduğunu teslim etmek gerekir. Ancak çok büyük ve uzun soluklu bir hareket, ideolojik dağınıklığın aşılmasına, sendikaların anti-bürokratik yenilenmesine, devrimci Marksist hareketin derlenip toparlanmasına kapı açabilir. Şayet hareket başka ülkelerin işçi sınıfına ve gençliğine Akdeniz’in yeniden bir devrimci havza hâline gelmesi yolunda yeterli bir ilham verebilirse, kendine de en büyük iyiliği yapmış olur.

Hele bu ülkeler arasında İtalya yer alırsa, işte o zaman bütün denklem değişir. Çünkü İtalya’da en güçlü devrimci Marksist odak, içinden geçmekte olan ekonomik ve politik krizin karakterini kavrayan ve işçi sınıfı içinde çok ciddi bir varlığa sahip olan PCL’dir (Partito Comunista dei Lavoratori-Komünist İşçi Partisi). Yani Devrimci İşçi Partisi’nin kardeş partisi! İtalya o zaman Avrupa’nın Arjantin’i hâline gelebilir. Yani işçi sınıfının öncüsünün ülke politikasında gerçek bir ağırlık kazandığı bir ülke. Bu, bütün Avrupa’nın dengelerini değiştirecek bir atılım olacaktır.

Yadsınamayacak gerçek

Fransa’daki mücadelenin bize esas öğrettiği şudur. 2011’in soluğu tükenmemiştir. Üçüncü Büyük Depresyon’da, sınıf çelişkilerinin böylesine keskinleştiği bir ortamda kolay kolay tükenemez de. Hazırlığımızı buna göre yapmalıyız.