100. yıldönümünde Osmanlı’nın Cihan Harbi macerasından dersler
Eski adıyla Cihan Harbi veya Harbi Umumi, bugünkü adıyla Birinci Dünya Savaşı, 1914 Temmuz sonunda patlak vermişti. Ama Osmanlı devleti savaşa Kasım başında girdi. Kasım 2014’te bu uğursuz olayın 100. yıldönümünü yaşıyoruz. Osmanlı savaşa büyük iddialarla ve imparatorluğun genişlemesi düşleriyle girdi. Savaşan askerlerin, soykırıma uğrayan Ermenilerin, hastalık ve açlık dolayısıyla kırılanların sayısını toplarsanız üç milyonu aşkın insanın hayatını yitirdiği gerçeğiyle karşılaşırsınız. Buna karşılık, savaş bittiğinde altı yüzyıllık imparatorluğun yerinde yeller esiyordu!
Türkiye burjuvazisinin doğum macerası
Osmanlı’nın Cihan Harbi’ne girişi ve onun içindeki konumu, Türkiye’de yeni yükselmekte olan burjuvazinin kendi bağrındaki çelişki ve mücadelelerin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı’nın son yarım yüzyılına bütünüyle damga vuran çelişki, burjuvazinin kendi bağrındaki bir çelişki idi. Ticaret burjuvazisi büyük ölçüde Hıristiyan ve Yahudi halklardan oluşuyordu; devlet gücü ise büyük ölçüde Müslüman Türklerin elinde idi. 1908 Hürriyet Devrimi’nin başa getirdiği İttihat ve Terakki iktidarı Balkan Harbi’nden (1912-13) sonra Türk ve Müslüman hâkimiyetinde bir Osmanlılık projesine dönüyor, özellikle Ermeni ve Rumları dışlayan bir program benimsiyordu. Ekonomik gücü elinde tutan gayri Müslim unsurlara karşı bu yeni yöneliş sermaye birikiminde hâkimiyeti devlet gücüyle Türk ve Müslüman yeni yetme burjuvaziye vermeyi amaçlıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılığın gerçekleştirmeye çalıştığı, işte Türk-Müslüman burjuvazisinin bu yeni programıdır.
Avrupa’nın “hasta adam”ı bütün emperyalist ülkelerin kendi mirasını paylaşmak üzere mücadele ve pazarlık yürüttüğünün gayetle bilincindeydi. İttihatçı iktidar kördüğümü Almanya ile bir çıkar birliği içinde yeni fetihler aracılığıyla çözmenin peşine düşmüştür. Yani Osmanlı güya savunmacı bir politika yerine yayılmacı bir politika ile kurtarılacaktır. Buradan çıkarılacak sonuç açıktır: Dünyanın yeniden paylaşımına, yani yağmalanmasına ortak olmak istediğine göre, Osmanlı’nın savaşı da aynen öteki büyük devletlerin savaşı gibi emperyalist bir karakter taşır! Birinci Dünya Savaşı Osmanlı için bir savunma savaşı ya da yurt savunması değildir. Dünyayı yeniden paylaşma masasında yağmaya katılan bir devlettir Osmanlı.
Katliamlar
İşte savaş sırasında ve ertesinde yaşanan etnik katliamlar doğrudan doğruya bu politikanın sonucudur. 1915 yılında Ermenilerin kitlesel olarak Anadolu dışına göç ettirilmesi biçiminde başlayan katliam, Osmanlı’nın Müslüman-Türk hâkim sınıflarının gayri Müslim burjuvazinin hâkimiyetini yıkmak, onun elindeki mal mülkü gasp ederek ilk sermaye birikimini hızlandırmak için geliştirilen uç bir yöntemdir. Aslında 1911 yılında Trablus savaşı ile başlayan, 1922’ye kadar uzayan savaş sırasında Ege, orta Anadolu ve Karadeniz (Pontus) bölgelerinde Rumlara karşı yürütülen etnik temizlik faaliyetleri de, savaşın hemen ardından düzenlenen Mübadele de bu soykırımın etkilerini güçlendiren etnik arındırma yöntemleridir. Bütün bunların “sayesinde” 1923 sonrasında, cumhuriyet döneminde gayri Müslim halklar önce kelimenin en gerçek anlamında “azınlık” haline gelmiş, ardından da Anadolu topraklarından silinmeye başlamıştır.
Arapların Osmanlı’dan ayrılmasıyla sonuçlanan Ortadoğu bölgesindeki savaşlar için hiç ayrıntıya girmeden şunu belirtmek gerekir. Osmanlı’nın o topraklarda hiçbir bakımdan tarihi olarak meşru gösterilebilecek bir iddiası olamaz. O topraklar çok uzun çağlar boyunca Arapların yurdu olagelmiştir. Öyleyse, Araplara Osmanlı’dan, ama hemen arkasından cumhuriyet Türkiye’sinden ayrılmış olmaları dolayısıyla “arkadan vurma”, “kalleş” vb. terimlerle saldırmak kabul edilemez.
Enver Paşa’dan Erdoğan’a: ava giden avlanır!
Osmanlı İmparatorluğu'nun Müslüman-Türk hâkim sınıfları Birinci Dünya Savaşı'na yepyeni fetihler yapabilmeyi hayal ederek girdiler. Bunun yerine ellerinde ne var ne yok her şeyi kaybettiler. Bir bakıma Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular. Ava giden avlanır!
Bugün de Türkiye burjuvazisinin bölge çapında bir hâkim güç haline gelme ihtiyacı uğruna Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu tarafından izlenmekte olan ve Ortadoğu çapında Şii ve Alevileri düşman belleyen Sünni mezhepçi politika, aynı şekilde yüksek hedeflere gözünü dikmenin bir örneğidir. Ama sonuçları aynen bir yüzyıl öncesi gibi hüsran olacaktır. 1913 yılında Osmanlı’nın tarih sahnesinden bütün bütüne yok olacağını kimse hayal edemezdi. 1918’e gelindiğinde gerçekleşen buydu. “Bir koyup üç almak” isteyenlere hatırlatılır!