Gasp

 

Tayyip Erdoğan’ın bir “iç kabinesi” var. Numan Kurtulmuş yok orada, ne de başka bir dizi bakan. O kabinede Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan var, İçişleri Bakanı Efkan Ala var, bakan bile olmayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan var. Çok önemli bir rol oynayan Adalet Bakanı Bekir Bozdağ var. Bir önceki Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in delil karartma rejiminin kurulması için kendisine yapılan teklifler karşısında affını istediği, Ergin Gül’ün kampına geçince basına sızdırıldı. Bozdağ ise tam tamına delil karartma sorumlusu Erdoğan’ın. Efkan Ala 2015 konseptinin mimarı. Hakan Fidan “reis” projesinin esas uygulayıcısı. Yalçın Akdoğan da oyun yapıcı. “Kumpas” onun fikri mesela.

İşte iç kabineden Bekir Bozdağ, Anayasa Mahkemesi’nin Cumhuriyet gazetesi yöneticileri Can Dündar ve Erdem Gül hakkında verdiği karar için “yetki ve görev gaspı”ndan söz etmiş. Erdoğan’ın iç kabine görevlisi olarak Bozdağ’ın “gasp”tan söz etmesi insanı güldürebilir veya zıvanadan çıkartabilir. Ama artık biliyoruz ki, AKP zaten Göbels tarzı propaganda tekniklerini benimsemiş bir partidir.

Gasptan söz ediyorsanız, şu cümleye ne diyorsunuz Bozdağ beyefendi? “Uymuyorum, saygı duymuyorum.” Tayyip Erdoğan Anayasa Mahkemesi’nin kararını böyle karşıladı. Bu yetki gaspı değilse ne yetki gaspıdır?

AKP’nin iç kabineden olmayan temsilcileri bu aleni gasp ilanına katılmıyorlar, ama Erdoğan’a sahip çıkmaktan da vazgeçmiyorlar. Bu çıkışa ilişkin Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş’un (iç kabineden değildir dedik) bir yandan bunu Erdoğan’ın “kendi kişisel konumu” olarak nitelemekle hükümeti ondan ayırırken, bir yandan da işin içinden “Herkes Türkiye’de herhangi bir mahkeme kararına karşı görüşünü ifade edebilir” gibi bir tevil ile sıyrılmaya çalışması gülünçtür. Erdoğan’ın sözünde önemli olan “saygı duymuyorum” değildir, “uymuyorum”dur! Bu bir görüş ifadesi değildir. Devlet hiyerarşisinin tepesinde birinden gelince bir tehdittir, açık bir yetki gaspı niyet beyanıdır. Sıradan yurttaş anayasa ve yasaların bağlayıcı kıldığı bir mahkeme kararı için “uymuyorum” derse bu sorun olmayabilir. Ta ki o kişi o mahkeme kararına fiilen uymayana kadar. Ama cumhurbaşkanı “uymuyorum” derse, bu, en azından birçok organa “uymayın” çağrısı olacağı için yetki gaspı başlamış demektir.

Yetki gaspını fiili bir olgu hâline getiren bir başka söz daha var Erdoğan’ın aynı konuşmasında. Erdoğan şöyle diyor: “Bakın bu bir beraat kararı değildir, bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı bu bireysel başvuru veyahut Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar boşa çıkacak veyahut da şu anda tahliye edilmiş olan bu kişiler AİHM’e gideceklerdi. AİHM’e gittikleri zaman da oradan alacakları netice bellidir.”

Erdoğan açıkça “mahkeme tahliye etmeseydi, AİHM salıverilmelerini emredemeyeceği için cezası kaç paraysa öder, onları yıllarca içeride tutmaya devam ederdik” demeye getiriyor. Burada dile gelen genel hukuk kavrayışını bir kenara bırakalım. Daha önemli bir mesele var. Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş yine gülünç bir Erdoğan savunması yapıyor. “Kaldı ki Sayın Cumhurbaşkanımız, bu görüşlerini Anayasa Mahkemesi karar almadan önce değil, kararını aldıktan sonra ifade etmiştir. Dolayısıyla bunu tabii seyri içinde herhangi bir mahkemenin almış olduğu karara karşı kendi görüşünü, kendi konumunu tespit etmesi olarak görmek yerindedir.” Hayır, Tayyip Erdoğan devam etmekte olan bir dava hakkında konuşuyor! Anayasa Mahkemesi kararı olmuş bitmiştir, ama Erdoğan onunla yetinmiyor; ilgili mahkemenin tutuklulukta direnebileceğini söylemesi, işin içine birinci derece mahkemeyi sokmaktadır. Tam da kendi dediği gibi Anayasa Mahkemesi kararı bir beraat kararı olmadığına göre, dava devam etmektedir. Dündar ve Gül mahkeme önünde yeni duruşmalara çıkacaktır. Mahkeme şimdi cumhurbaşkanının bu çıkışını kendine emir gibi görürse bu devam eden davaya müdahale olmayacak mıdır? Yürütmenin tepesinde oturan kişi, mahkemelere talimat veriyor. İşte size açık yetki gaspı!

Bu yetki gaspı aslında uygulamada zaten nerdeyse günlük bir şey haline geldi. Buna sahip de çıkıyor Erdoğan. Daha önce de bu yolda beyanları var. Erdoğan, bu yöndeki ilk ciddi sinyali cumhurbaşkanı seçilmesinden bir yıl sonra Ağustos 2015’te verdi: “''Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır, ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişilmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir."

İkinci benzer açılımı yaklaşık bir ay önce kaymakamlarla düzenlediği bir toplantıda yaptı. Şöyle dedi: “Yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir tarafa, siz zihinsel inkılabınızı devreye sokun ‘Ben bunu bu şekilde yaparım’ deyin ve yapın.”

Erdoğan’ın son konuşmasına geri dönelim. Bir üçüncü boyutu daha var bu konuşmanın. O da kendisinin eleştirilemeyeceğini iddia etmesi. Buyurun: “Bana göre medyanın sınırsız özgürlüğü olamaz. Dünyanın hiçbir yerinde de medyaya sınırsız özgürlük yoktur. Bu haberlerde Bu ülkenin Başbakanı'na, bugünkü göreviyle Cumhurbaşkanı'na her türlü saldırı vardır. Basın mensubu yazılı görsel kalkacak Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a istediği gibi saldıracak, istediği gibi iftira oyunlarının içerisine girecek ve biz buna seyirci kalacağız. Böyle bir şey söz konusu olamaz.”

Görüldüğü gibi, Erdoğan kendisine “saldırı” veya “hakaret” saydığı fikirleri basın özgürlüğünün bir parçası olarak görmüyor. Neyin hakaret olduğuna, neyin politik eleştiri olduğuna kendi karar verecek! Haydi, onu bir yana bırakalım. “Saldırı” kelimesi anlamsız bir sözdür. Herkes herkese eleştiri yaptığında bu eleştiri sertse “saldırı” adını hak edebilir. Ama kimsenin bir eleştiri sert diye karşısındakinin özgürlüğünü kısma hakkı yoktur!

Tayyip Erdoğan her geçen gün daha fazla yetki gaspına alışıyor ve alıştırıyor! Son amaç, başkanlık sistemine giden yolda, bugün olmayan yetkileri kullanabilmek, yarın da hukuk dışı yöntemlerle başkanlık sistemini kurup bu hukuksuzluğa hukuki kılıf geçirmektir.

Yetki gaspı “yeni Türkiye”nin ana özelliklerinden biridir.