Yarı askeri rejimde emekli amiral muhtırası
104 emekli amiralin bildirisi, iktidardan hızlı ve sert bir tepki gördü. İktidar güçlü bir propaganda kampanyası ile bu bildiriyi bir “askeri darbe iması/çağrısı” ve “muhtıra” olarak niteledi. İktidarın propaganda kampanyası saflaşmayı “darbe ve demokrasi” eksenine çekerken muhalefet partileri de bu eksende tutum almak zorunda bırakıldı. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “sahte gündem” açıklaması, İyi Parti lideri Meral Akşener’in ise daha ileri giderek amirallerin bildirisine yönelik “zevzeklik” ifadesi iktidarın propagandasını güçlendiren, amiralleri ise siyasi alanda sahipsiz bırakan bir rol oynadı. Amiralleri açıktan ve doğrudan sadece İyi Parti’den ayrılarak parti girişimi başlatan Ümit Özdağ destekledi ve amiralleri yeni kuracağı partide siyaset yapmaya çağırdı. Bu hava içerisinde imzacı emekli amirallerden onu, yayınladıkları bildirinin ertesi sabahında gözaltına alındılar.
Bir anda Türkiye gündeminin belirleyicisi haline gelen bu süreç büyük ironi ve çelişkilerle dolu. Amiraller uzun süredir milliyetçi bir perspektifle politikalarına onay verdikleri siyasi iktidar tarafından derdest edilmiş durumdalar. Hatta imzacı amirallerinin en medyatik olanı Cem Gürdeniz’in başkanlık sistemini “merkezi ve güçlü” bir sistem olarak savunduğu da biliniyor. Bu amiraller 15 Temmuz sonrasında adım adım kurulan yarı-askeri rejimde kendi önerdikleri politikaların, iktidar nezdinde karşılık bulduğunu düşünüyor, Kürt sorununun ve dış politikanın orduya havale edilmiş olmasıyla hayallerine kavuşmakta olduklarını düşünüyor ve kanal kanal dolaşarak iktidarın milliyetçi politikalarını övüyorlardı. Şimdi bu amiraller savundukları güçlü ve merkezi rejim altında, destek oldukları iktidarın ağır suçlamaları ile karşı karşıyalar. Bu amiraller ve destekçileri bildirilerinin içeriğini dahi savunmaktan acizler. Ne Montrö ne de ordu içindeki siyasal İslam ve tarikat örgütlenmesi konusunda bildirinin argümanları gündeme getiriliyor. Varsa yoksa amirallerin imzaladığı bildiri “düşünce ve ifade özgürlüğü” kapsamında mıdır değil midir o tartışılıyor.
Türkiye’de ordudan dış siyasette anti-emperyalizm, içeride ise laikliğin savunulmasını bekleyenlerin bu safça inanıştan kurtulması gerektiğini on yıllardır yazıyor ve söylüyoruz. Herhalde düşünce ve ifade özgürlüğünün savunulmasını da generallerden amirallerden bekleyecek değiliz. Bu olayı da Türkiye’de ordudan medet umanların safdilliğinin sayısız örneğinden bir yenisi olarak kayda geçirip esas tartışılması gereken noktaya geliyoruz. Bugün amirallerin bildirisi ile birlikte “askerin sivil siyasete müdahalesi”, “darbe ve demokrasi ikiliği” gibi argümanlarla yapılan tartışma tam bir safsata niteliğindedir. Türkiye’de bir demokrasi olmadığı herkesin malumu. Ancak altının çizilmesi gereken esas olgu Türkiye’de bir sivil iktidarın da olmadığı ve bir yarı-askeri rejimin hüküm sürdüğüdür. Türkiye’de ordunun üst komuta kademesiyle, boylu boyunca siyasetin içinde olduğu dahası doğrudan “sivil” hükümete ortak olduğu bir yarı-askeri rejimde emekli amirallerin bir bildiri ile siyasete müdahale etmeye çalışmasından bahsetmek gülünçtür.
Demokrasiye askeri müdahale mi askeri müdahaleyle kurulmuş istibdad rejimi mi?
15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra adım adım bir yarı askeri istibdad rejimi inşa edilmiştir. 15 Temmuz’dan sonra OHAL ilanını takip eden meşhur Yenikapı mitinginde 12 Eylül darbe döneminden sonra ilk defa bir Genelkurmay başkanı miting kürsülerine çıkmıştır. Hadi söylenenlere inanalım ve diyelim ki ülke darbe girişiminden yeni çıkmış, ordunun başı da sivil siyasete destek vermek için o kürsüye çıkmıştır. Peki generaller çıktıkları o siyaset kürsüsünden inmişler midir? Hatırlayalım! Ülke OHAL koşullarında YSK’nın mühürsüz oyları geçerli saydığı “mühürsüz” referandumla başkanlık sistemine geçmiş ve ilk Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl sonra gitmiştir. O seçimden önce 23 Nisan 2018 günü TBMM’ye gidiyoruz. Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları locadadır. Konuşma sırası İyi Parti’ye geldiğinde Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli protesto ederek meclisi terk eder. Arkalarından da generaller! Üstlerinde üniformalarıyla, emrinde ordular, donanmalar, filolar olan muvazzaf generallerin bu eylemi siyasete müdahale değil miydi? O günkü mizansen Erdoğan’ın ülkeyi generallerle birlikte yönetmeye hazırlandığının bir ilanıydı.
Generaller meseleyi orada bırakmadı. Cumhurbaşkanlığı seçimine öyle bir müdahale yaptılar ki! Ne bildiriyle ne de başka türlü bir açıklamayla… Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar bir askeri helikopterle yanında Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’la birlikte muhalefetin ortak adayı olması tartışılan Abdullah Gül’ün bahçesine indi! Bu ziyaretin sonrasında Abdullah Gül, 28 Nisan günü (kendisinin Cumhurbaşkanı adayı olmasına karşı TSK’nın internet sitesinden yayınladığı e-muhtıranın 11. yıldönümünden bir gün sonra!) aday olmayacağını açıkladı. Artık Cumhurbaşkanlığı seçimleri bir “muhtıralı seçim” olacaktı. Muhtıralı seçimin ardından kurulan kabinede Hulusi Akar, Milli Savunma Bakanlığı’na getirildi. Bu ordunun sivil iktidara tabi kılınması değil, ordunun hükümete ortak olmasıydı. Erdoğan görünürde “tek adam” gibiydi ama iktidarın tamamına değil yarısına hakimdi. Artık İçişleri Bakanı olarak Jandarma’nın kendisine bağlandığı Süleyman Soylu da zaman içinde Erdoğan’dan çok iktidarın askeri kanadıyla hareket etmekte olduğunu gösterdi. Gayri resmi iktidar ortağı konumundaki Devlet Bahçeli, rejimin askeri kanadının fiili sözcülüğünü yapmaktaydı.
Yarı askeri rejimin askeri kanadının sadece muvazzafları yok, en az emekli amiraller kadar ünlü emeklileri de var! Emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Albay Korkut Eken’in, organize suç örgütü liderliğinden hüküm giymiş Alaattin Çakıcı ve eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar ile birlikte verdiği fotoğrafın düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilişkisini, AKP ve MHP aleyhine görüşlerini ifade eden gazeteci ve siyasetçilerin meydan dayağı ile hastanelik edilmesi açısından değerlendirmek gerekecektir.
Askeri klikler arası çekişme
Tüm bu tablo bize sivil siyasetin ya da demokrasinin askeri müdahaleye karşı savunulmasına dair anlatılanların masal olduğunu göstermektedir. Olan biten her şeyden önce askeri klikler arasında bir çekişmedir. Ordunun üst komuta kademesi ile 15 Temmuz sonrası orduya katılan alt kademe subay, astsubay ve uzmanlar yoğunlukla Bozkurt ile Rabia işaretini birleştiren bir ruh hali ve ideolojik tavır içinde iken, ordunun klasik tedrisatından geçmiş, tutarsız ve sığ da olsa daha sık laik ve Kemalist/Atatürkçü refleksler gösteren, albay rütbesine kadar orta kademelerdeki muvazzaf askerlerde ciddi bir rahatsızlık söz konusudur. Geçtiğimiz yıl Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) çok sayıda albayın emekliye sevk edilmesi bu kesimde ciddi bir rahatsızlık kaynağı olmuş ve AKP ile içli dışlı olan Milli Savunma Bakanı ile ordunun en üst kademesinin eleştirilmesine neden olmuştu. Bu yıl yapılacak YAŞ öncesinde de geçtiğimiz Şubat ayında yayınlanan bir Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile general ve amirallerin dışında tüm subay ve astsubayların tayinlerinin Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’ne verilmesi, Kuvvet Komutanlıkları’nın yetkisinin daraltılması ve istişari düzeye indirilmesi bu gerginliği arttırdı. Son YAŞ’ta albay rütbesinden tuğgeneral rütbesine terfi ettirilen ve Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanlığı’na atanan Serdar Atasoy’un bu görevine başlamadan önce FETÖ suçlamasıyla tutuklanması ve itirafçı olması hükümetin atamalara partizanca müdahale etmesine bir örnek olarak bir süre gündemde tutulmuştu.
Bu ortam içinde her ne kadar emekli amirallerin bildirisinde Montrö konusu daha önde gözükse de onları harekete geçmeye sevk eden esas faktörün tarikat evinde sarıkla görüntüsü çekilen amiral ve bu amirale ciddi bir yaptırım uygulanmamasının sembolik etkisi olduğu düşünülebilir. Montrö Sözleşmesi’ne denizci askerlerin hassasiyeti bilinmektedir ancak mesele sadece Montrö olsa belki de daha önce 30 Ocak’ta yayınlanan 126 emekli büyükelçinin aynı konulu bildirisi yeterli görülürdü. O bildiride emekli büyükelçiler tamamen Montrö’ye odaklanmış ve bu sözleşmeyi Kanal İstanbul projesi ile karşıtlığı içinde savunmuştu. Nitekim Amirallerin dışında birçoğu daha alt rütbelerden emekli oldukları anlaşılan ve kendilerini 1976-1984 arasında Deniz Lisesi ve Harp Okulu’nda eğitim almış Deniz Aslanları olarak tanımlayan bir başka grup da bir bildiri daha yayınlamıştır ve bu bildiride vurgu tamamen tarikatlar ve irtica ile karşıtlık içinde laiklik ve Atatürkçülük savunusu üzerindedir.
Ordu içindeki çekişme ideolojik politik motifler taşısa da, çekişmenin konusunu oluşturan konular kendi içinde son derece önemli ve kritik olsa da, uzun bir süreç içinde ve bilhassa 12 Eylül’ün ardından subayların iliklerine kadar işleyen kariyerizmin son tahlilde belirleyici hale geldiği de açıktır. Örneğin bir hafta öncesine kadar emekli amirallerin bildirisiyle benzer tutumlar sergileyen emekli asker, güvenlik uzmanı vb. sıfatlarla medyada boy gösteren isimlerin kısa bir suskunluğun ardından, duruma vakıf olur olmaz, hemen direksiyonu iktidardan yana kırmaları tipik bir davranıştır. Bu davranışın ordu içinde rahatsız ve kaygı içinde olan kesimlerde, sütre gerisine çekilme diyebileceğimiz tarzda izdüşümleri olacağı beklenebilir. Devlet Bahçeli, bildiri yayınlayan emekli amirallerin emeklilik haklarının kaldırılarak maaşlarının kesilmesini isterken, “laik ve Atatürkçü” subayın kafasının içinde “laiklik mi yoksa emeklilik mi elden giderse daha kötü olur” düşüncesinin dolaşmasını istediği açıktır.
NATO’cuların NATO’cularla kavgası
Emekli amirallerin bildirisine sempati duyacağını varsayabileceğimiz ve deniz kuvvetleriyle sınırlı olmayan rahatsızlık ve kaygı içindeki kesim şimdi Amerikancı, Atlantikçi, NATO’cu olarak suçlanmaktadır. Özellikle bir numaralı imzacı Ergün Mengi’nin Global İlişkiler Forumu’na üye olması, bu forumun ABD’nin Council of Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi) adlı kuruluşuyla bağlantılı olduğu öne sürülerek NATO’culuk iddiasına dayanak yapılmaktadır. Ergün Mengi ayrıca İyi Parti’de dış ilişkiler ve jeostrateji alanlarında da görev almış ve son dönemde partiden ayrılmış. Bize göre bildiricilerin NATO’cu olduğunu söylemek için bu tür delillere gerek yok. Bunlar çok övündükleri “Mavi Vatan” doktrinini bile İsrail ile ittifak politikası zemininde savunuyorlar. NATO’dan çıkılmasını savundukları görülmemiştir. Yunanistan’daki ABD üslerinden şikayet ederler ama İncirlik hakkında susarlar.
Doğrudur bu amiraller de TSK’nın komuta kademelerinin kahir ekseriyeti gibi NATO’cudur. Ancak madem Amerikan “think tank” kuruluşlarından bahsedilmektedir meşhur Rand Corporation raporunu hatırlamanın ve hatırlatmanın tam yeridir. O raporda orta kademe subayların üst kademesinin siyasetle içli dışlı olmasından, siyasi İslam’a verdiği tavizlerden büyük rahatsızlık duyduğu belirtilmiş hatta bir darbe girişiminin bile olası olduğu yazılmıştır. Peki aynı rapora göre ABD bu orta kademe subaylardan beklenti içinde midir? Hayır, rapor Türkiye ile ABD ilişkilerinde “kilit muhatap” olan kişinin Hulusi Akar olduğunu belirtmiş ve özellikle Hulusi Akar ile İsrail ordusu arasındaki görüşmelerin Mavi Marmara’dan sonra iki ülke arasındaki ilişkiler açısından önemli olduğunun altını çizmiştir.
Raporlardaki fikirler yazarını bağlar. Ancak Hulusi Akar’ın gerek S400’ler konusunda gerekse Suriye ve Irak’la ilgili konularda ABD ile ilişkilerde kilit bir rol oynamaya devam ettiği açıkça gözler önündedir. Boynundaki Amerikan liyakat madalyasını da unutmuyoruz. Ancak amiralleri esas kızdıran tam da ABD ve AB’den gelen baskılar doğrultusunda Hulusi Akar’ın Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerine ara verilmesinde ve Yunanistan’la istikşafi görüşmelerin başlatılmasında oynadığı “kilit” roldür. TSK içinde zaman zaman sadece Kara Kuvvetleri’nin değil Hava Kuvvetleri’nin de gölgesinde kalmış olan Deniz Kuvvetleri “Mavi Vatan” ve “Doğu Akdeniz” gündemleri sayesinde son dönemde hiç olmadığı kadar öne çıkmıştı. Cihat Yaycı’nın tasfiyesinden sondaj faaliyetlerine son verilmesine uzanan süreçte Hulusi Akar adeta denizcilerin popülaritesini söndüren kişi olarak öne çıkmıştır. Tüm bunların yanında 2017’de Koramiral rütbesinde iken Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmiş olan ve tüm bu süreçte Hulusi Akar’la uyumlu bir tutum sergileyen Oramiral Adnan Özbal’ın Hulusi Akar’a benzer biçimde Amerikan Deniz Kuvvetleri Liyakat Madalyası sahibi olduğunu da not edelim. Özetleyecek olursak son dönemde yaşananların ordu içinde bir çekişme konusu olduğuna şüphe yoktur. Ancak çekişmenin NATO ve ABD yanlıları ile karşıtları arasında olmadığı açıktır. Hepsi son tahlilde köküne kadar NATO’cudur! Atlantikçidir! Amerikancıdır!
Emekçi halk kendi kavgasını kendi vermeli
İktidar içindeki çelişkiler büyüktür. Ordu içinde de ciddi rahatsızlık söz konusudur. Emekli amirallerin bildirisi bu çelişki ve çatışmaların uç verdiği yerdir. Darbe tehlikesi var mıdır? Vardır. Ama bu bugün çıkmış bir tehlike değildir. Dahası mesele demokrasi mi darbe mi meselesi değil “yarı-askeri rejim mi tam askeri rejim mi” meselesidir. Çatışan gruplar emperyalizm karşıtı değildir, ülkenin boynundaki emperyalist zincirin farklı ama birbirine geçmiş halkalarıdır. Kendi iç kavgalarından emekçi halka hayır getirecek bir sonuç çıkmaz. Emperyalist zincirlerin kırılması, laikliğin savunulması, emekçi halkın gündemi ve yaşamsal ihtiyacı olan ekmek ve hürriyetin kazanılması, istibdadın sivil ve askeri unsurlarının kirli siyasetinden, emperyalizmden ve sermayeden bağımsız bir sınıf siyaseti ile mümkündür. Bunu sağlayacak tek güç emekçi halkın bağrındadır ve bu gücün merkezinde işçi sınıfı vardır. Ya işçi sınıfı örgütlenecek ve siyasete damgasını vuracaktır ya da Türkiye hâkim sınıfların iç çatışmalarında saflaşarak batağa sürüklenmeye devam edecektir. Bu yaşananlar bu gerçeğin bir kez daha görülmesine vesile olmalıdır.