DİP Genel Başkanı Sungur Savran’ın Haber 2021 ropörtajı: Türkiye Montrö’den değil NATO’dan çıksın
Haber2021, Montrö tartışması ve emekli generallerin bildirisiyle ilgili sosyalist sol partilerle bir dizi ropörtaj gerçekleştirdi. Haber2021’in sorularını Devrimci İşçi Partisi adına Genel Başkanımız Sungur Savran cevapladı.
Haber2021: Gündemdeki Montrö tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Tartışma nereden çıktı ve ulusal ölçekteki siyasal saflaşmalar bakımından bu tartışma bize ne gösteriyor?
Sungur Savran: Önce belirtelim ki Montrö tartışmasını entelektüel ya da akademik zeminde bir tartışma olarak görmek çok yanlış olur. Montrö’nün imzalandığı dönemin siyasi koşulları, sözleşmenin maddelerinin içeriği, uluslararası hukuk literatüründeki yeri vs. herhangi bir zamanda akademik çalışmalara ve değerlendirmelere konu olabilir. Ancak Karadeniz’in kuzey kıyılarında, son tahlilde bir üçüncü dünya savaşını dahi tetikleyebilecek bir gerginlik yaşanıyorsa, bu gerginliğin bir tarafı NATO ise, önce Amerikan şimdi de İngiliz donanmalarına ait savaş gemileri boğazlardan geçerek Karadeniz’de boy gösterme çabasında ise Montrö tartışmasının asla akademik ve entelektüel bir tartışma olarak görülemeyeceği açıktır.
Montrö’nün değiştirilmesinin ya da feshedilmesinin nasıl mümkün olabileceği sözleşmenin metninde açıkça ifade ediliyor. Bugüne kadar bu sözleşme değişmeden kaldıysa bunun sebebini kâğıt üzerinde aramak boşunadır. Hayır. Montrö’nün maddeleri sözleşmenin değiştirilmesine ya da feshedilmesine el vermediği için değil, Karadeniz’e kıyıdaş olan tüm milletlerin göreli bir barış ve sükûnet içinde yaşamasına destek veren bir dengeyi yansıttığı için bugüne kadar yaşamıştır sözleşme.
Montrö’nün Rusya ve Türkiye’nin milli menfaatlerinin örtüşmesiyle hayat bulduğunu ve bu sayede hayatta kaldığını söylemek yanlış olmaz, ama çok eksik bir değerlendirme olur. Her ne kadar Montrö sözleşmesi 1936’da imzalanmışsa da, boğazlarda egemenliğin Türkiye’de olması ilkesi ve hedefi, basitçe Türk ve Rus menfaatlerinin örtüşmesine değil, bir ihtilal olarak Türkiye’nin Millî Mücadelesi ile Rusya’nın Büyük Ekim Proleter Devrimi’nin kader birliğine dayanır.
Bolşevizmin Millî Mücadele’ye verdiği destek bilinir. Ekim Devrimi’nin ardından Rus iç savaşında Kızıl Ordu’yu kuran ve komutasını üstlenen Trotskiy, devrimin yenilgiye uğrattığı sömürücü sınıfların Beyaz Ordusu’nun Karadeniz’i kontrol eden İngiliz ve Fransız donanmaları tarafından nasıl beslenip ayakta tutulduğunu en acı şekilde görmüş ve yaşamıştır. Bolşevizmi Gürcistan’dan atmaya çalışan Menşeviklerle yaptığı polemikte boğazların kapısı emperyalist donanmalara kapatılmadan ve anahtarlar da Türkiye’ye teslim edilmeden, Karadeniz’de ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etmesinden bahsedilemeyeceğini vurgulamıştır.
Şimdi bugüne bakalım. Geçtiğimiz hafta ABD donanması iki savaş gemisini boğazlardan geçirmek istedi. Son anda vazgeçti. Şimdi İngiliz donanmasının iki savaş gemisini Karadeniz’e göndereceği söyleniyor. Neden sadece iki? Neden Amerikan ya da İngiliz donanmasının Akdeniz’de, Kızıldeniz’de, Basra’da, Hint Okyanusu’nda cirit atan uçak gemilerinden biri değil de daha küçük, toplam tonajı 15 bini geçmeyen gemiler? Neden en geç 21 gün sonra geri dönmek üzere? Bu soruların hepsinin cevabı Montrö’de açık ve net şekilde hükme bağlanmış olan kısıtlamalardadır.
Şimdi tüm bunlar yaşanırken, ABD ve Ukrayna donanmalarının 1997’den beri Karadeniz’de gerçekleştirmekte olduğu Deniz Meltemi (Seabreeze) tatbikatı için Amerikan elçiliği “Karadeniz’in dünyanın tüm milletlerine açık olması umuduyla” diyerek tivit atarken Montrö’yü tartışmaya açmanın kimin çıkarına olduğu açık değil mi?
Öteden beri Rusya’ya karşı NATO tezlerinden asla vazgeçmeyen, emperyalizmin Rusya’yı kuşatma çabasında kendine yer bulmaya çalışan iktidar safındaki siyasal İslamcı ve faşist akımları biliyoruz. Bunlar maceracı ve yayılmacı bir dış siyasetin, bir tür yeni Enverizmin peşinden gidiyorlar. Bunların Musul hayalleriyle, “bir millet iki devlet” sloganlarıyla, hatta daha ötesinde Mehmet Ağar’ların “beş eyalet” düşleriyle, Montrö’den önce Lozan’ı da hedef tahtasına oturttuklarını biliyoruz. Emperyalistler de bu yayılmacı hayalleri çok güzel değerlendiriyorlar. Türkiye bir yandan Montrö bağlamında Karadeniz’i emperyalist donanmalara açacak adımları tartışırken, TSK’nın NATO’nun Irak operasyonunda yeni roller üstlendiğini görüyoruz. Bunlar tabloyu tamamlayan unsurlar.
İşte burada milliyetçilikten tutarlı bir anti-emperyalizm çıkmadığını da bir kez daha görüyoruz. Liberal solun, “Kürt açılımı” adı altında Musul ve Kerkük’ü Barzani ile birlikte kontrol altına almayı hedefleyen ve özünde bir “petrol açılımı” olan, burjuvazinin sömürgeci çıkarlarına dayanan girişimi nasıl desteklediğini hep birlikte gördük. Şimdi de ulusalcılık, ulusal sol, sol Kemalizm ya da düpedüz milliyetçilik… nasıl tarif ederseniz edin, gidilen yol aynı yoldur! İster açılım, demokrasi, diyalog gibi ifadelerle, isterse de tam tersi yönde şovenizme varan milliyetçi bir söylemle olsun, karşımıza getirilen, burjuvazinin sömürgeci çıkarlarından başka bir şey değildir.
Bize lazım olan Türkün ve Kürdün tam eşitliğini savunan bir enternasyonalizmdir. Tutarlı bir anti-emperyalizm ancak bu siyasetin içinden çıkar. Kürt hareketinin ABD ve Avrupa emperyalizmi ile değişik düzeylerde işbirliğine girdiğini biliyoruz. Bunu asla doğru bulmuyoruz, eleştiriyoruz, mahkûm ediyoruz. Ama Türkiye NATO üyesi iken, Suriye’de, Libya’da, Irak’ta, Kafkaslar’da atılan stratejik adımların hepsi emperyalizmin ve hatta Siyonizmin çıkarları ile son tahlilde uyum gösteriyorken iğneyi de çuvaldızı da Kürtlere batırmak, iktidarın milliyetçi demagojiyle suçlarını örtmesine yardım etmekten, Kürtleri ise daha da fazla ABD’ye ve AB’ye (ki bu emperyalistler kendilerini nasıl sunarlarsa sunsunlar tescilli Kürt düşmanlarıdır) doğru itmekten başka neye yarar?
Bu yüzden biz Devrimci İşçi Partisi olarak tek başına Montrö’yü savunmanın yeterli olmayacağını görüyoruz. Bu yüzden Türkiye Montrö’den değil NATO’dan çıksın, İncirlik ve Kürecik başta olmak üzere tüm emperyalist üsler kapatılsın diyoruz. Bu büyük bir meydan okumadır. Emperyalizme karşı bu meydan okumayı kazanmak için Türk, Kürt, Arap ve dahası Montrö bağlamında tüm Karadeniz halklarını, Kafkasya’yı, Balkan milletlerini, Ege’nin iki yakasını ve bir bütün olarak Rum ve Türk Kıbrıslıları da emperyalizme karşı birleşik bir cephede buluşturmamız gerektiğinin bilincindeyiz.
Haber2021: CHP'nin dile getirdiği, Montrö gibi tartışmaların yapay tartışmalar olduğu ve tek önemsenmesi gereken gündemin ekonomi olduğu şeklindeki tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sungur Savran: Montrö tartışmasının yapay bir tartışma olmadığı açık. En azından emperyalizm açısından Montrö son derece somut ve yakıcı bir gündem. Ama bugün Millet İttifakı’nda ifadesini bulan, bizim uzun süredir “Amerikan muhalefeti” olarak andığımız cepheden ve bunun merkezinde yer alan CHP’den anti-emperyalist bir Montrö çıkışı zaten beklenemezdi.
Ekonomiye gelince bugün en yakıcı gündemin ekonomi olduğuna şüphe yok. Ama 2001 krizi ile ilgili olarak AKP’nin yaptığını şimdi CHP yapıyor. Siyasi iktidarı yanlış politikalar uygulamakla suçlayıp kapitalizmin sistem olarak kriz ürettiği gerçeğini gizlemek ve sermaye düzenini aklamak, tüm düzen partilerinin ortak tutumu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla yakıcı gündem genel olarak ekonomi değildir. Yakıcı gündem sınıf mücadelesi olarak ekonomidir.
Bu açıdan bakıldığında Montrö tartışması ile ekonominin birbirinden ayrılamayacağını görürsünüz. Mesela Cihat Yaycı ve Doğu Perinçek gibi isimlerin Montrö’yü eleştirdiğini görüyoruz. Montrö’nün Türkiye’nin egemenlik haklarını sınırladığını ve eğer Montrö kalkarsa Türkiye’nin boğazlar üzerinde tam egemenliğe sahip olacağını söylüyorlar. Bir an için söylediklerinin doğru olduğunu varsayalım. O zaman şu soruyu sormak gerekir. Türkiye’nin Adana İncirlik’te, Malatya Kürecik’te, tam egemenliği var mıdır? Türkiye 15 Temmuz’da meclisi vuran uçakları besleyen tanker uçakların kalktığı İncirlik’i kapatamamışken, Montrö Sözleşmesi’nin, imzacısı olan tüm ülkeleri ve üçüncü tarafları bağlayan hükümleri olmadan boğazları emperyalist donanmalara kapayabilir mi? Daha önemlisi ekonomide dolarizasyon yüzde 56’lara gelmişken, tüm ekonomi dolara bağımlı durumdayken, Trump’ın bir tivitiyle ekonominin nasıl allak bullak olduğuna hepimiz şahit olmuşken ve bir tivitten çok daha fazlasını ifade eden Halkbank davası Demokles’in kılıcı gibi Türkiye’nin üzerinde sallanırken, Türkiye’nin boğazlar üzerinde Montrö olmasa dahi tam egemenlik sahibi olabileceğine inanabilir miyiz? Hele bunun için Erdoğan’a ve Bahçeli’ye, Amerikan liyakat madalyası sahibi Milli Savunma Bakanı’na, yine aynı madalyanın Amerikan donanması tarafından verilenini taşıyan Deniz Kuvvetleri Komutanı’na bel bağlayanlara ne demeli?
S-400 füzeleri ile havadan gelecek tehditleri savuşturabileceğinizi düşünüyorsunuz… Ekonominin kılcal damarlarına kadar işlemiş dolar bağımlılığına karşı nasıl bir savunma sistemi öneriyorsunuz?
S-400’leri bir beka meselesi olarak anlatanlarla, füzeleri paketleyip depoya kaldıralım diyenlerin yine aynı noktada, kapitalist piyasa ekonomisinin dokunulmazlığında buluşmuş olduğunu görüyoruz. Ekonominin en önemli ve yakıcı gündem olduğuna katılabiliriz. Ancak ekonomi asla sınıf mücadelesinden bağımsız şekilde değerlendirilemez, emperyalizmin zincirlerinden istibdadın sopasından ayrı şekilde tartışılamaz.
Bir de işçi sınıfının yaşadığı dağ gibi sorunlar karşısında her zaman üç maymunları oynamış olan Kılıçdaroğlu’nun tam anti-emperyalist mücadele açısından hayati bir mesele gündeme gelmişken birden ekonomiyi hatırlayıp “uyusun da büyüsün” tutumuna girmesi ancak gülünecek bir şeydir.
Haber2021: Her ne kadar Montrö tartışmasını önce iktidar çevreleri başlatmış olsa da özellikle Amirallerin yaptığı duyurunun ardından ülkenin ve hatta bölgenin en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Önceki dönemlerden farklı olarak sol bu gündemde emekli subaylarla birlikte "fotoğraf vermek"ten çekinmedi. Bu politik denk gelmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sungur Savran: Biz Montrö’nün değiştirilmesine karşı çıktığımız için, emekli amirallerle aynı fotoğraf karesine girdiğimizi düşünebilirsiniz. Hangi perspektiften baktığınıza göre değişir. Ama “fotoğraf vermek” başka bir şey olsa gerek. Türkiye halihazırda yarı askeri bir rejimle yönetiliyor. Devrimci İşçi Partisi olarak bu konuda yayınladığımız bildiride, yarı askeri bir rejimde emekli amirallerin “sivil siyasete müdahale” ile suçlanmasının gülünç olduğunu belirttik. Mecliste 23 Nisan 2017’de Genelkurmay Başkanı’nın ve Kuvvet Komutanları’nın nasıl Erdoğan ve Bahçeli ile birlikte genel kurulu terk ederek politik bir gösteri yaptıklarını hatırlattık. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hulusi Akar’ın helikopterle Abdullah Gül’ün bahçesine inmesi ve ardından Gül’ün adaylıktan çekilmesi 2018 seçimlerini bir “muhtıralı” seçim yapmıştı. Genelkurmay Başkanı’nın Millî Savunma Bakanlığı’na atanmasıyla artık ordu doğrudan iktidarın ortağı olmuş durumdadır. Hangi sivil siyasete müdahaleden bahsedilebilir?
Öte yandan biz, ordudan, muvazzaf ve emekli askerlerden laikliği müdafaa etmesini, emperyalizme karşı direnmesini bekleyenleri hep uyardık. Dolayısıyla solda orduyla politik olarak denk gelmeyi bekleyenlerden değil o denk gelişin mümkün olmadığını ve olmayacağını söyleyenlerden olduk.
Nitekim yine öyle olmadı mı? Emekli amirallerin bildirisine bakarsanız Montrö ve laiklik konularında Türkiye son derece tehlikeli bir noktaya gelmiştir. Adeta bir hayat memat meselesi söz konusudur. Ancak tartışmanın geldiği nokta bir “iletişim kazası” olarak niteleniyorsa, devam eden soruşturma hakkında konuşmanın yanlış olacağı söyleniyorsa, devrimci gençler Dolmabahçe’ye çıkıp “ABD Karadeniz’den defol” diye haykırırken emekli Amiraller köşesine çekiliyorsa burada olsa olsa bir denk gelemeyişten bahsedebiliriz.
Siyaset güçle yapılır. Biz o gücün işçi sınıfında olduğunu savunuyoruz. Emperyalist zincirleri de, istibdadın sopasını da kıracak olan güç işçi sınıfındadır. Ordu ve askeri politikayı önemsememek bizden uzak olsun. Biz Lenin ve Trotskiy’in geleneğini sürdüren sosyalist bir hareketiz. Türkiye’de en milliyetçi partiler, MHP başta olmak üzere bedelli askerlik için kampanya düzenlerken bu yasa “ya paranı ya canını” yasasıdır diyerek bedelliye karşı çıkan, orduda profesyonelleşmeyi reddeden sosyalist ve enternasyonalist bir partiyiz. Tüm üyelerimiz bu perspektifle, silah altına alınan binlerce işçi ve köylü ile birlikte askere gitmektedir. Ama açıkça belirtmemiz gerekir ki bu konuda sadece milliyetçi burjuva partileriyle ve sol liberallerle değil profesyonel orduyu en önde savunan “ulusalcı” general ve amirallerle de denk gelmedik.
Bir gün denk gelir miyiz? Baksanıza amiraller bildiriye albayları dahi imzacı olarak kabul etmemiş. İşçi sınıfının peşinden gelmeye nasıl razı olacaklar? Burjuva sınıf hâkimiyetinin baş güvencesi olan Genelkurmay dışında her rütbeden askerin kendine özgü politik tavrını kendi koşulları içinde değerlendiririz her zaman. Ama hiçbir hayale kapılmadan. Bu emekli askerler bir NATO ordusunda, yani Türkiye’yi emperyalizme zincirlerle bağlayan bir orduda bir hayat boyu görev yapmışlar. Amiral olana kadar beklemişler. Bugün birden “ulusalcı” mı oldular? İstisnalar, hatta azınlıklar elbette tarihte olmuştur, gelecekte de olabilir. Ama emir komuta zinciri içinde değil. Bir katman olarak generaller ve amiraller için de bu çok zordur. Özetle biz sınıf mücadelesi merceğinden bakarak yaşananların fotoğrafını çektiğimizde daha farklı bir resim görüyoruz.
Emekli amiraller Montrö’yü savundu diye Montrö’den vazgeçecek değiliz! Emekli amiraller Montrö dediler diye başka konularda hemen yanlarına geçecek de değiliz! Farklı siyasi güçler bazen tek bir soruna aynı açıdan bakabilirler. Ama aralarında öteki sorunlarda dağlar kadar fark olabilir. Amiraller bizim ailemiz değil ki birlikte fotoğraf verelim. Bizim ailemiz Türkiye’nin fabrikalarındadır, tersanelerindedir, madenlerindedir, kargo işçileri ordusunun içindedir. Bizim ailemiz işçi sınıfıdır. Fotoğraf çektirirken gözlerimiz hep onları arar.