Moral bozmaya lüzum yok! İşçi sınıfına güvenin!
Gezi’nin yıldönümü, Gezi’nin bir tekrarı olamazdı elbette. Bunu dileyenler olsa da bekleyen pek yoktu. Ancak 31 Mayıs’ın sokak muharebelerinden, hükümet kuvvetlerinin galip çıktığı da bir gerçek. Bu yüzden Gezi’den beri sokaklarda olanlarda bir moral bozukluğu gözlemliyorum. Oysa böyle bir moral bozukluğuna hiç de lüzum yok. Hükümet sokaklarda on binlerce polisle ve tonlarca kimyasal gazla hakimiyet sağlamış gözükebilir ama daha iki hafta önce “kudretli bir diktatör” olarak resmedilen Başbakan’ın markete sığınmak zorunda kaldığı, korumalarının makam aracının plakasını sökerek kendisini kaçırmaya çalıştığı olaylar yaşadık. Erdoğan, Gezi’nin yıldönümünde sokaklara hakim olduğunu zannetse de genel tablo AKP hükümeti için hiç de bir zafer tablosu değildir.
Bir sene önce Gezi parkında, ilk günlerde şiddetle saldıran AKP hükümeti nasıl bir güç gösterisi görüntüsünün arkasında kendi güçsüzlüğünü sergilemişse, bugün de durum farklı değildir. Geçtiğimiz yıl hükümetin zaafları, halkta biriken öfkeyle birleşmiş ve Gezi bir halk isyanına dönüşmüştü. Bu isyan ilk büyük atılımını elbette 31 Mayıs-15 Haziran arasında yapmıştı. Daha sonra Ağustos ayında tatile çıkan isyan Ankara Tuzluçayır, ODTÜ ve Hatay’da yoğunlaşan bir sıcak sonbaharla geri döndü. Ancak sonbahardan kışa dönülürken halk isyanının ilk dalgası da sönümlenmeye başlamıştı. Daha sonra, 17 Aralık süreci ile iktidarın çürüklüğü bir devlet krizi ile karşımıza çıktı. Sokaklar bir kez daha hükümet istifa sloganlarıyla dolsa da bu sefer isyan yerine sandığa bağlanan umutlar yeşeriyordu. Aslında yeşeren, bir umuttan çok halkın isyanını zehirleyen bir sarmaşıktı. 30 Mart’tan sonra ne 1 Mayıs ne de Gezi’nin yıldönümü sadece günleri geldiği için isyanı yeniden harlayacak bir sonuç veremezdi, vermedi de… Sonra Soma oldu… AKP iktidarı bir kez daha kuvvetli bir şekilde sarsıldı. İşçi sınıfı ayağa kalkmadı, ama bir silkelenir gibi oldu. Bu silkeleniş bile AKP hükümetinin düşeyazmasına yetti. Ama yine işçi sınıfı halk isyanıyla buluşamadı. 31 Mayıs’a işçi sınıfından ciddi bir destek gelmedi. Hükümet de yıldönümü muharebesini kazanmış gözüktü.
Gezi ile başlayan halk isyanının bir senesinin öyküsü isyanla işçi sınıfının buluşamayışının ve AKP hükümetinin de bu vesileyle her seferinde aradan sıyrılışının hikâyesidir. Peki, bu buluşamama durumu bir doğa olayı mıdır? “Olmadı işte! İstedik ama olmayacağı varmış” mı diyeceğiz? Hayır, neden olması gerektiği kadar neden olmadığını da biliyoruz. Sebep, halk isyanını işçi sınıfıyla buluşturmakla görevli sosyalistlerin bu görevden yüz çevirmesidir. Bu kadar basit.
Bir sene öncesine dönüyorum. Gezi parkı merdivenlerindeyiz. Bir zafer havası hakim. Meşhur Gezi merdivenlerinde DİSK Genel Sekreteri ile karşılaşıyorum ve soruyorum: “Genel grevle ilgili ne düşünüyorsunuz?” Cevap: “Şu anda gündemimizde yok.” Gezi’nin siyasi hedeflerine ulaşması için tek yol işçi sınıfının üretimden gelen gücünü yanına alması iken, bu eylem sendikalarımızın gündemine ancak Gezi boşaltıldıktan sonra protesto mahiyetinde gelecek ve yapılan göstermelik iş bırakma Gezi’nin cenaze törenine dönüşecekti. Türk-İş, AKP’nin kontrolüne girmişti, DİSK’in durumu da buydu. Peki, Türkiye’nin sosyalistleri ne yaptı? Ne yaptığını hatırlamak isteyen önce AKM’nin Gezi sürecinde tarihselleşen fotoğrafına baksın. Tek bir somut politik pankart var, o da Devrimci İşçi Partisi’nin “Sendikalar göreve genel greve!” pankartı. Diğer pankartlara bakın görürsünüz. Neyi mi? Solun ve sosyalistlerin yaptığının Gezi’de bir araya gelen kimliklerin yanına kendi kimliğini koymaktan ibaret olduğunu… Yani kadınların, gençlerin, eşcinsellerin, ulusalcıların, çevrecilerin, Kürtlerin yanında sosyalistler de vardı. Ama bu isyanı işçi sınıfıyla buluşturabilecek yegâne tarihsel siyasal güç oldukları halde DİP dışında neredeyse hiçbir sosyalist hareket sınıf politikası yapmak için kılını kıpırdatmadı.
Daha Gezi forumlarından başlayarak, sonra mahalle forumlarında giderek her yerde solcular ve sosyalistler isyanı nasıl büyüteceklerini değil yerel seçimlerde ne yapacaklarını tartışmaya başladılar.
Bu tartışmalar, AKP’yi sandıkta geriletmek gibi parlamentarist bir yaklaşımın izinde CHP’nin solunda birlikte davranma arayışına dönüştü. Oysa DİP “biz yüzde 99’uz” diyerek AKP’nin halk isyanını yüzde 50’ye sıkıştırmasına karşı AKP tabanını da kazanmaya yönelik bir sınıf hattı öneriyordu. CHP’nin soluna endeksli arayışlar, 17 Aralık’la birlikte bir anda solun bir kısmını CHP aracılığıyla cemaatin yanına savurdu. Biz Taksim barikatlarında “hepsi gitsin!” diyorduk. “İsyanımız sandıklarından büyüktür” diye ısrar ediyorduk. Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyenler kendilerini hırsıza karşı hırsızın CHP’lisine oy çağırırken buldular.
İsyanla başlayan tüm seneyi Ağustos böceği misali CHP’nin gölgesinde saz çalarak geçirenler, devrimci politikayı bırakıp ruh çağırmaya başlayanlar, Gezi’nin yıldönümünde çağırdıkları ruh gelmeyince tabii ki moral bozukluğu içine düşebilirler. Biz, Devrimci İşçi Partisi olarak belki sürecin yönünü değiştirecek bir güç sergileyemedik. Uyarılarımızın ve eleştirilerimizin haklı çıkmış olması da bizi tatmin etmiyor, etmez de… Çünkü biz haklı olmak için değil, sınıf düşmanını yenmek için savaşıyoruz. Ama şunu söyleyebilirim ki tüm seneyi Ağustos böcekleri gibi geçirmedik. Sadece gençlik içinde mütevazı güçlerimizi geliştirmekle yetinmedik, esas görevimizi savsaklamadan sınırlı enerjimizi sınıf faaliyetine yönlendirip partimizin sınıf bağlarını hiç olmadığı kadar kuvvetlendirdik. O yüzden moralimiz bozulmuyor. İşçi sınıfına güveniyoruz. İşçi sınıfının yumruğu indiğinde “hepsinin gideceğini” biliyoruz. Doğru yolda ilerliyoruz.
Bu yazı, Gerçek gazetesinin Haziran 2014 tarihli 56. sayısında yayınlanacaktır.