Gezi iddianamesi: Bir hukuk skandalından çok daha fazlası
Gezi iddianamesi bir dizi istihbarat raporunun arka arkaya eklenmesiyle Fethullah Gülen cemaatine bağlı savcıların icraatlarını hatırlatıyor. İddianameyi hazırlayan savcı usulüne uygun delilleri toplama, bu delillerin suçlanan sanıklarla ve suçun kendisiyle ilişkisini kurma zahmetine katlanmıyor. Daha önceki cemaat savcıları gibi davada istediği sonucu almak için hakikatin ortaya çıkmasından ziyade siyasi iktidarın iradesine bel bağlıyor. Zaten söz konusu soruşturmanın da dönemin cemaatçi savcıları tarafından başlatıldığı biliniyor. İddianamede bu konu açıkça zikrediliyor ve söz konusu soruşturma evraklarının cemaatin etkisini ortadan kaldıracak şekilde yeniden değerlendirildiği söyleniyor. Bunun nasıl yapıldığı söylenmediği gibi iddianamenin içeriğinden de bu “yeniden değerlendirmenin” içeriğini öğrenmek mümkün değil.
Hukuki düzeyde davanın sanıkları ve avukatları kendilerini savunacaklardır. Hukuki açıdan bakılacak olsa tel tel dökülen bu davada bırakın ağırlaştırılmış müebbet hapis istenmesini, tutuklu sanıkların derhal serbest bırakılması gerekirdi. Ancak bu dava bir hukuk skandalından çok daha fazlasıdır. Gezi ile başlayan halk isyanının meşruiyeti hedef alınmaktadır. Bir milletin uyanışı ve hürriyet için ayağa kalkışı, emperyalist bir komploya indirgenerek karalanmaktadır. Bu sadece geçmişe yönelik bir hesaplaşma değildir. Aynı zamanda istibdadın ekonomik ve siyasi krizler içinde bataklığa sürüklediği Türkiye’de emekçi halkın ekmek ve hürriyet için girişeceği her türlü meşru mücadelenin de önünü kesme çabasıdır.
Sorosçular isyan eden halka ihanet edenlerdir
Bu açıdan bakıldığında iddianamenin merkezine yerleştirilen Osman Kavala ile Sorosçu dernek ve vakıfların savunulması, Gezi’nin savunulmasıyla bir ve aynı şey değildir. Bu iki savunma sadece tek bir noktada örtüşebilir: Osman Kavala, Sorosçu dernek ve vakıflar, bunların fonladığı liberal/sol liberal oluşumlar Gezi ile başlayan halk isyanını ne yaratmıştır ne de onu yönlendirmiştir. Bilakis bunların tüm çabaları daha önce Türkiye’nin siyasi hayatında oynadıkları rolün bir devamı olarak Gezi ile başlayan halk isyanının da burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına zarar getirmeyecek şekilde ehlileştirilmesi yönünde olmuştur. Yani Sorosçular iddianameye bakıldığında beraat etmelidir ama bu halk nezdinde Sorosçuların aklanması demek olmayacaktır. Gezi’yi bir Soros komplosu olarak karalamak abesle iştigaldir ve sanıkların beraati bunun bir ifadesi olacaktır. Diğer yandan Sorosçularla AKP’yi yan yana sanık sandalyesine oturtmayan hiçbir mahkemenin halkın vicdanında adaleti tecelli ettirmesi mümkün değildir.
Halk isyanında aktif olarak yer alanlar bu kişileri hareketin önderliğini yaparken, söz gelimi hareketi müstebit iktidara karşı yöneltirken değil, insanları evlerine gitmeye çağırırken, barikatların kaldırılması ve Gezi parkı çadırlarının sembolik tek bir çadıra indirilmesi için kulis yaparken hatırlayacaktır. Halk günler boyu istibdada karşı sokaklarda meydanlarda direnmiştir. Sanıkların yöntemi ise hükümetle müzakere süreci içinde halkın haklı isyanını sönümlendirmek olmuştur. Özellikle Gezi parkı ve İstanbul’da binlerce insanın tanıklığı bu gerçeği doğrulayacaktır. Ancak iddianamenin kendisi de bu doğrultudaki kanıtlarla doludur.
Halk sokaklarda ve meydanlarda “hükümet istifa” sloganlarıyla günlerce, haftalarca eylemler yaparken, iddianamede yer alan onlarca telefon kaydı ve açık kaynak taraması sonucunda sanıkların hükümeti şu ya da bu biçimde devirmeye yönelik herhangi bir plan içinde olduğunu gösteren tek bir cümle bulunamamıştır. Açık Toplum Vakfı’ndan AKP’ye çok yakın olduğu için uzaklaştırılan Can Paker’le ilgili ifadelerde ise hükümeti tenkit etmekten, AKP’ye muhalefet etmekten bahsedilmektedir. Osman Kavala durumu kamuoyuna izah edecek bir mektup hazırlanmasını isterken kendilerinin AKP’ye vermiş oldukları desteklerin özellikle zikredilmesini istemektedir. Gezi sürecinde doğrudan Erdoğan’a bağlı Kamu Güvenliği Müsteşarlığı tarafından finanse ve koordine edilen akil insanlar faaliyetinin bir parçası olmayı sürdüren Osman Kavala’nın ve çevresinin başka bir tutum içinde olması beklenemezdi zaten. Nihayet iddianame sanıkların hükümeti devirmek şöyle dursun dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin başta olmak üzere hükümetle ilişki kurma çabalarını açıkça ortaya koymaktadır. Daha sonra bu diyalog girişiminin içeriği, Erdoğan’la kısmi taleplerin karşılanması ve sürecin normalleştirilmesi beklentisiyle Gezi’deki barikatları kaldırma, çadırları sembolik tek bir çadıra indirme pazarlığı yapıldığında ortaya çıkmıştır.
Gezi “yerli ve milli” bir halk isyanıdır
İddianamenin Gezi’yi bir emperyalist komplosu olarak karalarken kullandığı akıl yürütme şudur: Yugoslavya’nın parçalanmasında ve Miloseviç’in devrilmesinde rol oynayan CIA destekli Otpor gençlik örgütlenmesi ile onun genelleşmiş ve uluslararasılaşmış hali olan Canvas’ın (Uygulamalı şiddet içermeyen eylemler ve stratejiler Merkezi) eylem tarzı ve stratejileri Gezi sürecinde de uygulanmıştır. İddianameye göre bu Gezi’nin emperyalizm destekli bu yapılar tarafından planlanıp yönlendirildiğini kanıtlamaktadır. Bu akıl yürütmede, akla ve hakikate uygun en ufak bir şey yoktur. Bilakis varolan gerçeklik tamamen ters yüz edilmiştir.
İddianamede Canvas’ın benimsediği ve önerdiği eylem biçimleri ve hareket tarzları 198(!) başlıkta sıralanmıştır. Bunlarla Gezi sürecinde gerçekleşen eylemler arasında paralellik kurulmaya çalışılmıştır. Bu başlıklar “hükümeti sert bir dille eleştirmek”, “direnişi destekleyen edebiyat ve konuşmalar”, “yürüyüş eylemi”, gibi son derece soyut ve ayırt edici olmaktan uzak maddelerle doludur. Gezi ile başlayan halk isyanı Türkiye’nin 80 ilinde milyonlarca insanın katıldığı sayısız eylemlerle doludur. Bu eylemlerde halk 198 değil 1098 başlık altında toplanacak kadar çok çeşitli biçimlerde tepkisini göstermiştir. Dolayısıyla bu eylemlerle Canvas’ın önerdiği bazı biçimlerin örtüşmesi hiçbir şey ama hiçbir şey ifade etmez.
Kaldı ki Türkiye tarihi halk hareketleri ve özellikle de işçi mücadeleleri açısından son derece zengindir. 15-16 Haziranları, Zonguldak madenci yürüyüşlerini yapmış bu halk, yürüyüş eylemini emperyalizmin paralı eğitmenlerinden öğrenecek değildir. Bu noktada Gezi ile başlayan halk isyanının yöntemleri ve aldığı biçimler açısından öne çıkan ayırt edici olan unsurların, halkın öz deneyimlerinden hareketle değil, Canvas ve Otpor’ın yönlendirmesiyle gerçekleştirilmesinin kanıtlanması gerekirdi. İddianamede böyle bir çaba yoktur. Ancak Gezi’nin gerçeği bize tam tersini kanıtlama olanağı vermektedir.
Gezi ile başlayan halk isyanında öne çıkan ve ayırt edici olan unsurlar içinde polis saldırısına karşı barikatları, savunma amaçlı baret, gözlük, gaz maskesi kullanımını, yer yer taşlarla polis şiddetine karşı mukabele etmeyi (Yargı içtihatlarında barışçıl bir eylemin polis şiddetiyle dağıtılmasına karşı savunma amaçlı direniş, eylemin barışçıl niteliğini ortadan kaldırmamakta ve suç oluşturmamaktadır) ve parklarda kurulan çadırları söylersek buna kimse itiraz etmeyecektir. Şimdi buraya dikkat! Bu söylediklerimizin hiçbiri 198 madde içinde YOKTUR! Doğru duydunuz! Uluslararası profesyonel eylemciler olarak kendini tanıtan Canvasçılar 198 eylem biçimi içinde ne barikat kurmaktan ne çadır kurmaktan, ne gaz fişeğine karşı baret takmaktan ne de polise taş atarak kendini savunmaktan bahsetmektedir.
Bunun iki önemli sebebi vardır. Birincisi bu eylem biçimleri hem evrenseldir hem demode deyimi kullanacak olursak sonuna kadar yerli ve millidir! Dahası 2000’li yıllarda bu eylem biçimleri en çok da anti-emperyalist gösterilerde kullanılmış ve yerleşmiştir. Polisin yoğun gaz kullanarak kitleleri dağıtmaya başladığı ilk örnekler Irak savaşında ABD emperyalizmi protestolarında, İstanbul’da düzenlenen NATO toplantısına karşı yapılan eylemlerde ve yine İstanbul’da düzenlenen IMF toplantılarını protesto eylemleri sırasında yaşanmıştır. Tüm bu eylemlerde kendini emperyalist komplonun mağduru gibi göstermeye çalışan Erdoğan ve AKP, emperyalizmin istediklerini yaparken buna karşı çıkan halkını şiddetle bastırmaya çalışan bir konumdadır.
Türkiye’nin emekçi halkı ve gençliği direniş ve eylem talimini yasaklanan ve her bir yasaklamanın hukuka aykırı olduğu mahkemelerce tasdik edilmiş 1 Mayıs’larda yapmıştır. Çadırlar da son derece önemlidir. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’in bir telefon kaydında Erdoğan’ın çadır meselesini adeta bir takıntı haline getirdiğinden bahsettiği hatırlanacaktır. Gezi’nin çadırları Batı’dan ithal değildir; öz be öz bu memleketin her köşesinden gelen Tekel işçilerinin mamulüdür. 2010 yılında Ankara’nın göbeğinde Sakarya meydanını 77 gün boyunca çadırlar kurarak zapt eden ve hakkını arayan Tekel işçilerinin mücadelesi sadece bu mücadeleden korkan iktidar sahiplerinin değil tüm milletin zihnine kazınmıştır.
İkinci olarak Otpor ve Canvas tarzı emperyalist destekli oluşumların bu eylem biçimlerine yer vermemesinin siyasi bir sebebi daha vardır. Yugoslavya Otpor örneğinde ve daha sonraki emperyalizm yanlısı turuncu “fason devrimler”de, bu taşeron yapılar halkın öz örgütlenmesini sağlamak ve meşru direnişini yükseltmekle ilgilenmezler. Bu emperyalizmin çıkarına aykırıdır. Çünkü emperyalistler mevcut iktidarla her daim bir anlaşma yolu bulurlar. Ama emperyalizm halkların baş düşmanıdır. Emperyalist destekli Otpor/Canvas gibi oluşumlar, şiddetsiz eylem adını verdikleri yöntemlerle söz konusu ülkeler üzerinde bir emperyalist müdahale baskısı yaratmayı hedeflerler. Bunların kullandığı mücadele aracı halkın yerden topladığı taşlar değil Yugoslavya’da olduğu gibi havadan yağan tonlarca NATO bombasıdır. Bugün Venezuela’da bunun çok somut bir örneğini darbeci Guaidó’nun kışkırttığı kitlelerin eylemlerinde görüyoruz. Gezi’nin ise gerek biçimleri gerekse de içeriğiyle tüm bunlarla en ufak bir ortak yanı bulunmamaktadır.
Hükümet sadece seçimlerle mi değişir?
Hükümetin değiştirilmesinde tek meşru ve demokratik yöntem seçimler değildir. Seçim dönemleri dışında halk memnun olmadığı bir iktidarı sokak eylemleri, büyük mitingler, grevlerle istifa etmeye zorlayabilir. Hatta denebilir ki halkı günlük hayatının rutinini bir tarafa bırakıp sokaklara meydanlara inmeye itecek şey esas olarak ülke yönetimini halkın menfaatleri doğrultusunda etkileme ve değiştirme beklentisidir. “Hükümet istifa” sloganının bu kadar popüler olmasının sebebi budur. Bugün Erdoğan ve AKP ile müttefikleri ise sadece “hükümet istifa” demeyi değil somut bir talep için verilen (EYT, özelleştirmeyi durdurmak, insanlık dışı çalışma koşullarının düzeltilmesi vb.) her türlü mücadeleyi hükümete karşı bir komplo olarak suçluyor. Bu siyasi tutum gerçeği değil istibdadın halktan korkusunu yansıtıyor sadece.
İddianame her ne kadar iktidar ile aynı doğrultuda bir fikriyatla hazırlanmışsa da gerçekten kaçmak bir yere kadar. İddianamenin değerlendirme bölümünde savcı Otpor’un Muhammed Mursi’nin darbe ile devrilmesine karşı çıkmayışını eleştiriyor. Bunu yaparken haliyle Muhammed Mursi’nin, Mısır diktatörü Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle yapılan seçimlerin ardından Cumhurbaşkanı olduğunu da zikretmek durumunda kalıyor. Hüsnü Mübarek, Mısır devriminden üç ay önce yapılan seçimlerde yüzde 81 oyla 30 sene boyunca olduğu gibi tekrar başkan seçilmişti. Son üç seçimde de Hüsnü Mübarek’in partisi yüzde 70 ile yüzde 81 arasında oylar almaktaydı. Çok açık ki Amerikan ve İsrail kuklası Hüsnü Mübarek istibdadının baskı altındaki seçimleri demokratik değildir. Demokratik olan Tahrir meydanını dolduran halkın eylemi, Mısır işçi sınıfının grevleri sonunda Mübarek’i koltuktan indiren devrimdir. Muhammed Mursi’nin seçilmesi bir yana seçimlere katılabilmesi bile bu şekilde mümkün olmuştur. Erdoğan da bu süreçte Mübarek’e “halka rağmen hiçbir iktidar ayakta kalamaz”, “halkı tatmin edecek adımlar atın” diyerek çekilme çağrısı yapmaktaydı.
Gezi halkın isyanıydı. “Hükümet istifa” sloganı sokaklarda popüler olsa da halk hareketi hiçbir aşamada iktidar sorununu somut bir şekilde gündeme getiren bir ayaklanmaya ya da iktidarı değiştiren bir siyasal devrime dönüşmedi. Halka karşı suç işleyen, ölüm ve yaralanmalara sebep olan devlet yetkililerinin istifası, biber gazının yasaklanması ile Gezi parkı vesilesiyle halkın tepkisini çeken projelerin iptali gibi kısmi talepleri aşamayan bir halk isyanıydı yaşanan. Ancak Gezi ile başlayan halk isyanı bu sınırları aşsa ve bir devrime dönüşseydi de bu yine Türkiye tarihinin en demokratik olaylarından biri olurdu.
Geziyi savunmak ekmeği, hürriyeti, geleceği savunmaktır
Gezi’nin bu gerçeklik temelinde savunulması halkın en küçük talepleri ve hak arama mücadelesi için dahi mutlak bir gerekliliktir. 31 Mart yerel seçimlerinden sonra resmi takvimde 2023’e kadar seçim yoktur. Bu zaman zarfında örneğin milyonlarca EYT’linin haklı taleplerinin karşılanması, Sakarya Tank Paleti fabrikasının BMC ve Katarlı ortaklarına peşkeş çekilmesinin engellenmesi ya da işçilerin elindeki son hak olan kıdem tazminatının korunması nasıl mümkün olabilir? Emperyalistlerin ve yerli yabancı her türden patronun, tefecinin, toprak ağasının hükümeti etkilemek, yönlendirmek için bin tane kanalı ve yöntemi mevcuttur. Dahası bunlar her daim iktidarlarla iç içedir, istediklerini almak için seçimleri beklemezler. Trump, “ekonominizi mahvederiz” der, istediğini alır. İsrail, anlaşma yapar Türk mahkemelerinin açtığı Mavi Marmara davasını düşürür. Patronlar “yatırım yapmayız” der, teşvik kopartır. Gezi üzerinden halkın meşru eylem hakkının suç haline getirilmesi ve komplo/darbe vb. karalamalar eşliğinde bastırılmasının, emperyalizmin ve sermayenin iktidarı istediği gibi yönlendirmesine yaradığı ve yarayacağı açık değil midir? Gezi ile başlayan halk isyanını savunmayan, geleceğine sahip çıkamaz, ekmeğini işini savunamaz, hürriyetini kazanamaz!