Kendi ayağına sıkmak!
HDP’li iki bakanın, anayasadaki resmi adı “Geçici Bakanlar Kurulu” olan seçim hükümetinden ayrılması, Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’na verilmiş güzel bir hediye olmuştur! Onlar bir süre sonra bu iki bakandan nasıl kurtulacaklarının hesabını yapmaya başlamışlardı bile. Bakanlar Kurulu’nda yer alan bir başka isim olan eski Büyük Birlik Partisi Başkanı Yalçın Topçu’nun, HDP’li iki bakanın Cizre’ye girmeye çalışması dolayısıyla istifa etmeleri veya azledilmeleri gerektiğine dair demeci bir yol açma olarak da görülebilir. Açık olan şudur: bir süre sonra bu iki bakan, AKP’nin emellerinin önünde bir engel olarak yükselecekti. HDP, bakanlarını seçim hükümetinden çekerek bu engeli kendi eliyle temizlemiştir. Daha ne hediye olsun? Tevekkeli başbakan, HDP’li bakanları pek kibar bir tavırla yolcu etmiş!
Hatırlatmak gerekir ki, HDP’li bakanlar seçim hükümetinde AKP’nin yüce gönüllülüğü sayesinde değil, Anayasa’nın 114. maddesinin emredici bir hükmü dolayısıyla oturuyorlardı. Demek ki onları oradan kimse çıkaramazdı. Kimi zaman ortaya atılan azil mazil hikâye idi. Davutoğlu ile Erdoğan, bu iki bakanı azledecek olsa bile yeni HDP’lileri almak zorunda kalırdı hükümete.
Anayasa'nın 114. maddesinin yarattığı bu olanak, HDP’li bakanlara normal koşullarda hayal edilemeyecek olanaklar tanıyordu. Bir tek örnek neden söz ettiğimizi anlatmaya yeter: AKP sınır ötesi savaş konusundaki hükümet tezkeresini meclise çok erken yolladı. Eski tezkerenin süresi 2 Ekim’de doluyor olduğu halde, Ağustos’un 20’si dolayında yeni tezkere meclise yollanmıştı bile. Bir buçuk ay önce! Neden? Çünkü bu tür ince taktikleri hesaplamak bakımından mecliste grubu olan muhalefet partilerini cebinden çıkartan AKP, bir kez seçim hükümeti kuruldu mu meclise tezkere yollayamayacağını biliyordu da ondan! Hükümet kararları kolektif işlemlerdir. Başbakanın ve istisnasız bütün bakanların iradelerini aynı anda ve aynı yönde açıklamaları ile oluşur. Dolayısıyla kararda başbakan ve bütün bakanların imzaları olmalıdır. (Karar ayrıca cumhurbaşkanının imzasına da açılır.) Demek ki, AKP erken davranmasaydı, sınır ötesi savaş tezkeresi meclise gidemeyecekti! Bunun, şayet gerçekleşseydi, AKP için ne ölçüde büyük bir yenilgi olacağını görmeyen var mı?
Bu geçmişte kalan bir örnek. İleriye bakarak başka bir örnekten söz edebiliriz. Şayet 1 Kasım seçimleri yapılabilirse, bu seçimlerden de 7 Haziran seçimlerine benzer bir sonucun çıkması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Bu ne demektir? AKP’nin çoğunluğu alamaması dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın yolsuzluk ve benzeri dosyaların yeniden açılması tehdidi ile yeniden karşı karşıya kalması demektir. Erdoğan’ın bu durumda Türkiye’yi Suriye ile savaşa sokması ve seçimleri bir yıl ertelemesi yüksek ihtimaldir. Meclisten bu kararı geçirmek için MHP oylarının kazanılması yetebilir. Ama ister savaşa ilişkin kararları, isterse sıkıyönetim veya Olağanüstü Hal ilanı amacıyla bir hükümet kararnamesini meclise yollamak için HDP’li bakanların imzasına ihtiyaç olacaktı. Bunun AKP’nin planları önünde ne kadar büyük bir engel olduğunu yadsıyacak kimse var mı?
Gerekçe yok!
HDP’nin ne yapmaya çalıştığı belli değil. İstifadan sonra Ali Haydar Konca’nın yazılı bir metinden okuduğu açıklama gerekçe benzeri hiçbir şey içermiyor. Gerekçe gibi görünen tek şey, AKP’nin bir savaş ve darbe politikası izlediği. Ama bu, HDP’li bakanlar hükümete girdiğinde de vardı. O zaman “arada ne oldu ki bu karar şimdi verildi?” sorusu herkesin kafasına bir çengel gibi takılıyor. İstifa basın toplantısı ile açıklandıktan birkaç saat sonra (en hafif deyimle “dost televizyon kanalı” olarak nitelenebilecek) İMC televizyonunda, HDP’ye karşı iyi niyetinden kimsenin kuşku duyamayacağı Banu Güven’in görüşme yaptığı HDP Grup Başkanvekili İdris Bakulen’e neredeyse isyan içinde bir sesle defalarca gerekçe sorması ne kadar manidardı!
Daha manidar olan İdris Baluken’in kendi kendine sorduğu soru idi. “Denecek ki” dedi mealen, “bunların hepsi, AKP’nin darbe ve savaş politikası da dâhil, siz hükümete girdiğinizde de geçerliydi. AKP’den bir beklentiniz mi vardı?” Baluken’in cevabı “elbette yoktu” oldu. Ama o zaman soru gene açıkta kalıyor.
Belki bir başka gerekçe keşfetmek mümkün. Gerek Konca’nın okuduğu basın metninde, gerek Baluken’in açıklamalarında “AKP’nin maskesini düşürdük” denmesi, sanki bakanlar kuruluna girmekten beklenenin bir teşhir amacı olduğu, bunun da gerçekleşmiş olmasından dolayı bakan koltuğunda oturmanın işlevini doldurduğu ima ediliyormuş gibi duruyordu. Ama insaf! Daha tek bir Bakanlar Kurulu toplantısına katılmışsınız, ikincisinin başında istifa ediyorsunuz! Ne teşhiri? Halka bilmediği hangi hakikati anlattınız bakan konumundan hareketle?
Kaldı ki teşhir açıklaması tutarlı da değil. Baluken, hükümete girme amaçlarını şöyle sıraladı: Meydanı AKP’ye bırakmama; barış mücadelesini en üst seviyede, kabine içinde verme; seçim güvenliği için bakanlar kurulu içinden çalışma. Peki, bu amaçlardan hangisi gerçekleşti ki hükümetten ayrılıyorsunuz İdris Baluken?
HDP, EMEP’ten ve Levent Tüzel’den özür dilese, hatta yasal olanak varsa Tüzel’e yeniden adaylık verse yeridir! EMEP de Tüzel’in aday olmaması kararına gerekçe olarak hükümetin anti-demokratik ve savaş yanlısı olmasını vermişti. HDP’nin “darbe ve savaş politikası” formülü neredeyse onunla apaynı. Madem politika baştan buydu ve bu politika çekilmeyi gerektiriyor, neden girdiniz? EMEP’i neden eleştirdiniz?
Tabii, bu sadece HDP’nin çelişkisi. İki yanlış bir doğru yapmıyor. EMEP başından yanlış bir tavır almıştı. Şimdi HDP de o yanlışa uyarlamış oldu kendini! Seçim hükümeti, programı olmayan, kimsenin kimsenin politikasına uymak zorunda olmadığı, başına buyruk bakanların görev yaptığı bir hükümettir. Dolayısıyla, hükümete savaş hükümeti denemez. Ali Haydar Konca ve Müslüm Doğan, AKP’nin savaş politikasının hükümet politikası haline gelmesinin önünde bir engel olarak durabilirlerdi. HDP bu şansı tepti!
Neden? Şimdilik kimse anlamıyor. Belki de bayramda yapılacak bir açıklama bütün bu gelişmenin arkasında ne yattığının kavranmasını sağlayacak şifreleri verecektir.
Böyle düşmanlar varken, dosta ne hacet?
İngilizlerin bir sözü vardır: “İnsanın böyle dostları varken düşmana ne hacet?” derler. Bizim üç muhalefet partimizin Erdoğan ve AKP karşısındaki tutumu için sözü tersine çevirip söyleyebiliriz: “Böyle düşmanlar varken, dosta ne hacet?” Seçim meydanlarında Erdoğan’a ve AKP’ye karşı çok sert eleştiri yapan bu partiler, seçmen onlara inanıp AKP’yi azınlığa itince, Erdoğan’ı yargılanma tehlikesiyle karşı karşıya getirince, öyle şeyler yaptılar ki, Erdoğan’a daha iyi dostluk yapılamaz!
Şimdi tablo çıplak olarak şu: Erdoğan seçime bir AKP azınlık hükümeti ile gitmek istiyordu. Neden? Çünkü anayasanın öngördüğü seçim hükümeti içinde bütün partiler yer alacaktı. Seçime böyle bir hükümetle gitmek, hükümeti kendi elinde tutmaya göre birçok avantajı yitirmek anlamına geliyordu. AKP’nin devletin olanaklarından yararlanmasına karşı ciddi bir baraj oluşabilirdi. Ama bundan çok daha önemlisi, seçimden çıkış anındaki farktı. Şayet sonuç 7 Haziran ile hemen hemen aynı olursa, seçim hükümeti AKP’nin hiçbir işine yaramazdı. Buna karşılık AKP azınlık hükümeti ülkeyi daha birkaç ay, hatta Suriye ile bir savaş çıkması halinde daha da uzun yönetebilirdi. Biz bunu teşhir ettik. Seçim hükümeti formülünün AKP’nin bu emellerine karşı kullanılmasını savunduk.
Şimdiki durum ne? CHP ve MHP, burunlarının ucunu dahi göremeyen dar bakış açılarıyla ve ikisi de saçma gerekçelerle seçim hükümetinin dışında kalmayı seçtiler. EMEP, Levent Tüzel’i son dakikada geri çekerek HDP’nin bir bakanlık koltuğunu yitirmesine yol açtı. Şimdi de kendilerinden başka kimsenin anlayamadığı bir gerekçe ile HDP bakanlarını çekti. Şimdi AKP seçime kendi hükümeti ile gidiyor!
Bir de ironi: bu yeni hükümet biçimi AKP’nin başta arzu ettiği azınlık hükümetinden daha avantajlı! Çünkü bir azınlık hükümeti her an güvenoyu istenerek düşürülebilir. Bu hükümet ise anayasaya göre güvenoyu aranmaksızın oluşturulmuştur. Dolayısıyla, kimse bu hükümeti düşürmek için güvenoyu isteyemez!
Tayyip Erdoğan hediyenize teşekkür eder!