Bir istifadan çok daha fazlası: Çöken ekonominin gürültüsü ve çürüyen istibdadın kokusu
Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifası baştan sona istibdad rejiminin çürümesinin bir göstergesi oldu. Meselenin içeriğinden, nedenlerinden ve sonuçlarından önce yaşanış biçimi tam bir skandal niteliğinde. Öyle ki istibdadın adeta hedef tahtasına oturttuğu, yasaklamalarla, erişim engelleriyle, internet yavaşlatmalarla kontrol altına almaya çalıştığı, son olarak mali cezalarla caydırmaya yöneldiği sosyal medya platformlarından biri olan Instagram, ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı’nın istifasını ilan ettiği mecra oldu. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın Berat Albayrak’a teşekkür edip, “görevden af talebinin kabul edildiğini” açıklamasına kadar tam 27 saat boyunca geleneksel medya kuruluşları tam bir sessizlik içinde kaldı. Bu sırada Erdoğan kamu önüne çıktığında, Türkiye’nin en önemli gündemi olması gereken bu meselede tek kelime etmeden başka konularda konuşmuştu. İstifanın kabul edilmesinin ardından ekonominin emanet edildiği Lütfi Elvan “benim için de sürpriz oldu” diyerek gayri ciddilikte çıtayı daha da yukarı taşıdı. Yaşananlar tam bir keyfi yönetim tablosu sunmaktaydı.
Yarı askeri rejimin fay hatları üzerinde ikinci istifa krizi
Bu gayri ciddi görüntünün arkasında ise son derece ciddi bir iç çatışmanın izleri var. 15 Temmuz’un ardından adım adım oluşan yarı askeri rejimin fay hatlarının yarattığı öncü depremlerden biriyle daha karşı karşıyayız. Bir diğerini Süleyman Soylu’nun istifası sürecinde yaşamıştık. Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’tan farklı olarak Mehmet Ağar’ın manevi oğlu olarak yarı askeri rejimin polis ve jandarma teşkilatlarını yöneten Süleyman Soylu’nun istifası kabul edil(e)memişti. Bu süreci ayrıntısıyla “Erdoğan ve Soylu’nun davası” başlıklı yazıda ele almıştık. Belki de Berat Albayrak, Süleyman Soylu’nun istifa sürecinin simetrik bir versiyonunu denedi. Ancak ne kendisi için “yerli milli ekonomi kahramanı” yakıştırmaları yapan sosyal medya paylaşımları yeterli popülerliğe ulaştı ne de ortada Süleyman Soylu’nun Devlet Bahçeli’den aldığı gibi açık bir destek vardı. Bu gerilim Berat Albayrak’ın pek yapıcı ve yumuşak bir üslupla başlayan ve devam eden istifa mektubunun (Instagram paylaşımının) arasına sıkışan şu cümlede açıkça ortaya fırlıyordu: “At izinin it izine karıştığı, Hak ve batılı ayırt etmenin zorlaştığı böyle çetin bir zamanda…” Bu istifanın bir gerilimin, çatışmanın ya da düpedüz krizin sonu değil başlangıcı olduğu yönündeki imayı ise son kelimelerde okuduk: “Allah sonumuzu hayreylesin…”
Daha önce referans verdiğimiz yazıda “Yarı-askeri rejimin kırılgan dengesi, sivil kanadın askeri güçten, askeri kanadın da siyasi destekten yoksun olması üzerine bina olmuştur.” değerlendirmesini yapmış ve Süleyman Soylu’nun artan siyasi güç ve popülaritesinin bu dengeyi sarsacak bir gerilimi biriktirmekte olduğunu öngörmüştük. Berat Albayrak tam da bu dengede Erdoğan’ın siyasi gücünün zayıf halkası haline gelmiştir. Berat Albayrak, ekonominin içine girdiği çöküntünün yarattığı baskıyı bir yere kadar, konuşmalardaki görüntüsüne de yansıyan biçimiyle adeta kan ter içinde taşımaya çalışmıştır. Bu süreçte Süleyman Soylu’nun Erdoğan’la rekabetini Berat Albayrak üzerinden yürütmesi, Erdoğan’a bağlılık görüntüsü verirken damadına omuz atması gayet anlaşılırdır. Berat Albayrak ise “at izi it izi” diyerek Süleyman Soylu’nun zayıf gördüğü tarafına vurmak niyetindedir. “At izi it izine karıştı” lafı 15 Temmuz’dan beri cemaatçi olup da farklı görüntü altında hareket edenler, cemaatçi olmadığı halde tasfiye edilenler vb. için kullanılmaktadır. Soylu’nun zayıf karnı siyasi geçmişinde Mehmet Ağar ile birlikte Gülen hareketiyle kurduğu sıcak ilişkilerdir. Son dönemde Soylu’ya en büyük saldırılar Mehmet Metiner’le canlı yayında kavga etmesine de yol açan biçimde İçişleri Bakanlığı’nda “nedamet getiren FETÖ’cülerin atanması” suçlamalarıyla gelmektedir. Erdoğan’ın ve onun merkezinde durduğu iktidar odağının daha önce istifasını kabul ed(e)mediği Soylu’yu zayıf bir anında buradan vurmaya çalışacağı hemen hemen kesindir. Sonu kendisi için hayır mı şer mi olur onu zaman ve iktidarın iç güç dengeleri belirleyecektir.
Çöken ekonominin sorumlusu sadece Berat Albayrak mı?
Ekonominin çöküntü içindeki hali Berat Albayrak’ın Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan istifa ya da görevden alma yoluyla ayrılmasını bir sürpriz olmaktan çıkartıyordu. Berat Albayrak 10 Temmuz 2018’de başladığı bu görevde kaldığı süre boyunca bilgisizliği ve yetersizlikleriyle alay konusu olmuştu. Son dönemde de döviz kurundaki dalgalanmalar dolayısıyla eleştirilerin odağında yer almaktaydı. İstifa haberi doğrulanmazdan önce istifa olasılığı bile kamuoyu nezdinde son derece olumlu karşılandı. Hatta dolar kurunda ciddi oranda bir gerilemenin yaşanması boş koltuğun Berat Albayrak’tan daha faydalı olduğu yorumlarına neden oldu. Ne var ki bu yorum ve değerlendirmeler de yaşanan gerçekliği doğru yansıtmıyor. Ekonomik sorunların Erdoğan’ın bilgisiz ve yetersiz Berat Albayrak’ı ekonominin başına getirmesinden kaynaklandığı düşüncesi ekonomik çöküşü yaratan temel unsurun kapitalist ekonominin kriz yaratan yapısal özellikleri olduğu gerçeğini gizliyor. Daha önemlisi Berat Albayrak’ın izlediği politikaların arkasında sadece Erdoğan’ın faize ilişkin ideolojik yaklaşımının ya da iktidarın siyasi önceliklerinin yer aldığı düşüncesi bu politikalardan fayda sağlayan sermaye kesimlerinin suçunu ve sorumluluğunu görünmez hale getiriyor.
Son dönemde Türk Lirası’nın aşırı değer kaybının Erdoğan’ın faiz konusunda siyasal İslamcı düşünceleri dolayısıyla Merkez Bankası’nın faiz artırımı kararına engel olmasından kaynaklandığı söylemi çok yaygın. Burjuva siyasetinde giderek büyüyen ve AKP’nin içine kadar uzanan geniş bir kesim Erdoğan’ın takıntıları yerine piyasanın gerekleri doğrultusunda kararlar verilmesini savunuyor. Merkez Bankası başkanı Murat Uysal’ın görevden alınıp bu göreve “piyasa dostu” Naci Ağbal’ın getirilmesini bu açıdan olumlu bir adım olarak görüp, 19 Kasım’daki para politikası kurulu toplantısından yüksek bir faiz artırımı bekleyenler çoğunlukta. Ne var ki işin gerçek yüzü farklı. Erdoğan’ın “faiz takıntısı” konusunda İslam’a gerektiğinden fazla bir yer vermemek lazım. Zira siyasal İslamcılar faizin haram olması konusunu küresel bir hile-i şeriye kurumu haline gelen faizi “kâr payı” kılıfına sokmuş katılım bankalarıyla aşmış durumda. Erdoğan’ın düşük faiz ısrarının esas sebebi iktidarının mali destekçisi konumunda olan oligarklaşmış sermayenin çıkarlarında yatıyor. Bu gerçekliği İnşaat Sektörü Güven Endeksi ile faiz oranları arasındaki negatif korelasyondan açıkça görmek mümkün. Düşük faiz inşaat sektörünü batmaktan kurtaran en temel politika. İnşaat sektörü dediğimizde akla karikatürleştirilmiş Karadenizli müteahhit imgesi gelmemeli. İstibdadın siyasi aktarım mekanizmalarıyla semirttiği bu oligarklar inşaatın yanı sıra silah ve enerji sektöründe de baş rolü oynuyorlar. Ancak mesele kamuoyunda “beşli çete” olarak kötü ün salmış kamu ihalesi şampiyonları ile de sınırlı değil. Düşük faiz politikası çok daha geniş bir sermaye grubunun çıkarlarıyla da örtüşmekte.
Erdoğan ve Albayrak’ın ekonomi politikasının dostu yerli ve yabancı tekeller
Pandemi sürecinde Türkiye’nin tedarik zincirinde Çin’in yerini alması fantezisi çok konuşuldu. Bunun için Türkiye’nin yabancı sermayeye bir ucuz emek cenneti olarak sunulması gerekiyor. Düşük faiz ve değersiz Türk Lirası bu amaçla uyumlu bir politika tercihi. Buna burjuvazi içinden bir tanığımız var. 2018’de döviz kurundaki dalgalanmalar sırasında Mercedes yöneticisi Ulrich Bastert Hannover’deki ticaret fuarında şöyle demişti: “Türkiye’de ürettiğimiz otobüsleri yüzde 50’ye yakın oranda yerli kaynaklardan tedarik ediyoruz. Bu açıdan baktığımızda TL’deki değer kaybından geçici olarak bir avantajımız var diyebiliriz. Bunun yanında işçilik maliyetlerimizde de geçici bir avantaj elde ettik.” Bir başka tanığımız ise Berat Albayrak’a övgüleriyle bilinen Sabancı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı. Sabancı, 2007’de aynı çıkarları, bu sefer yüksek faiz düşük kur politikasını eleştirirken şu sözlerle ifade etmişti: “Türkiye yüksek reel faizle yabancı sermaye çekme modelinden vazgeçmeli. Yüksek faiz, düşük kur, Türkiye için sağlıklı değil. Bir lastik işçimizin yıllık 57 bin YTL’lik maliyetini 1.20 YTL’lik dolar kuruyla veya 1.6 YTL’lik kur hesabıyla bölün. Ortaya çıkan farktan düşük kurun üretimi nasıl vurduğunu görün." İki tanık da İslamcı sermayenin değil doğrudan yabancı sermayenin ve Batıcı laik burjuvazinin temsilcileri. Ortaya koydukları düşünceler Berat Albayrak’ın “rekabetçi kur” adı altında savunduğu politikanın bilgisizliğe değil doğrudan sınıf çıkarlarına dayandığını gösteriyor. Bugün kendi ülkelerinde 1000-1500 avro arasında asgari ücretin olduğu Alman, Fransız, Hollandalı, Belçikalı, İtalyan tekelleri Türkiye’de 250-300 avro ile işçi çalıştırıyorlar.
Elbette ki Türkiye ekonomisinin gelmiş olduğu durum ve Türk Lirası’nın değer kaybının kontrolden çıkmış olması, yüksek kurdan maliyet avantajı sağlayan ihracatçı sermaye kesimlerini de ciddi finansman riskleri altında bırakıyor. Bu yüzden bu gidişatı kontrol altına almak için faizin yükseltilmesi burjuvazi içinde bir konsensüs olarak ön plana çıkıyor. Bunun gerçekleşeceği de görülüyor. Ancak Merkez Bankası’nın 19 Kasım’da politika faizini yükseltmesi hatta bunu beklenenden yüksek oranlarda yapması bile izlenen ekonomi siyasetinde bir değişiklik olacağını göstermez. Zira istibdadın ekonomi siyaseti faiz ve kur üzerinden değil sınıf çelişkileri üzerinden anlaşılabilir. Ve bu siyasetin temelinde krizin faturasını işçi sınıfına ödetmek vardır. Patronlar, yüksek kurun yarattığı finansal riskleri Türk Lirası ile ödedikleri işçi maliyetlerinden tasarruf ederek bir ölçüde dengeleyebilmektedir. Daha önce, düşük kur yüksek faiz politikasının hâkim olduğu dönemde de üretimden elde ettiği kârları, faaliyet dışı kârlarla ve yurtdışından ucuz finansman elde ederek telafi etmişlerdi. İşçi sınıfı ise düşük faizle desteklenen ekonomik büyüme dönemlerinde bile ne artan istihdamla ne de ücret zamlarıyla durumunu iyileştirebiliyor. Aynı sayıda işçi daha fazla çalışıyor. Ücretler ise reel olarak geriliyor. Hayat pahalılığı ve işsizlikle krizin en ağır faturasını yine işçi sınıfı ödüyor.
Sürekli erken seçim gündeminde düşük faiz politikasının anlamı
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından 5 yıl kesintisiz icraat dönemi başladı dendiyse de erken seçim gündemi hiçbir zaman eksik olmadı. Ekonomi ve siyasi kriz dinamiklerinin sıcaklığı içinde, istibdadın kendi iç çelişkileri giderek sertleşirken başka türlüsü de düşünülemezdi. Ayrıca her ne kadar yeni Anayasa’nın hükümleri ve meclis aritmetiği Erdoğan’ın inisiyatifi dışında bir erken seçim kararı alınmasına el vermese de olası bir ekonomik ya da siyasi krizin (muhtemelen yine Bahçeli’nin alacağı bir inisiyatif ile) Erdoğan’ı buna mecbur etmesi olasıdır. Bu yüzden Erdoğan’ın siyaseten 5 senelik kesintisiz bir icraat dönemi anlayışıyla hareket etmesi beklenemez. Seçmenin oy tercihlerinde de ekonominin ne kadar belirleyici olduğu ortadadır ve Erdoğan ekonomi politikasında bu gerçekliği hesaba katmak durumundadır.
Döviz kurundaki dalgalanmaların bir iktisadi kriz algısı yarattığı açıktır. Öte yandan tüm siyasal deneyim göstermektedir ki ekonomik daralma ve işsizliğin oy verme davranışına etkisi döviz kurlarındaki dalgalanma ve enflasyondan çok daha etkilidir. Enflasyon ve hayat pahalılığında kitlelerde oluşan ve nispeten zamana yayılan hoşnutsuzluk yoğun bir işsizlik dalgasında kesin bir öfkeye yol açmakta ve seçmende kopuşlara neden olmaktadır. Ayrıca ekonomik daralma AKP’nin oy deposu olan şehir ve taşra esnafını da birinci derecede vurmaktadır. Yüksek faiz hem işsizliği harlama potansiyeli hem de esnaf üzerindeki yıkıcı etkisiyle AKP’nin seçmen tabanını doğrudan vurmaktadır. Erdoğan’ın bu politikadan ve kendine özgü “faiz sebeptir enflasyon sonuç” teorisinden vazgeçmemesinin bir sebebi de budur. Ancak bu politika esnafı zor durumdan kurtaran, işçiyi işsizlikten uzak tutan bir sonuç doğurmamaktadır. En fazla ağrı kesici etkisi vardır. Büyük burjuvazinin, müteahhitlerin, para babası finans sermayesinin elde ettiği devlet teşvik ve muafiyetlerinin yanında esnafa, ve çiftçiye sağlananlar devede kulak bile değildir. Nitekim gelinen aşamada düşük faiz politikası dahi esnaf ve çiftçiyi batmaktan kurtaramamıştır. Erdoğan, ekonomide manevra alanı giderek daralırken tercihini her kritik aşamada olduğu gibi büyük sermayenin çıkar ve istekleri doğrultusunda yapacaktır. O bir büyük burjuva partisi olan AKP’nin lideridir.
ABD’de Joseph Biden Ankara’da Lütfi Elvan neyi değiştirecek?
Bu açıdan bakıldığında Berat Albayrak’ın yerine göreve atanan Lütfi Elvan’ın izlenen politikalarda köklü bir değişiklik yapmayacağı rahatlıkla öngörülebilir. Joseph Biden, Trump’ın yaratacağı engelleri aşarak Beyaz Saray’a yerleşebilirse bunun belirli oranda bir baskı unsuru olacağı düşünülebilir. Ancak bunun da yeni bir şey olmadığını görmek gerekmektedir. Türkiye’deki istibdad rejiminin sevgilisi Trump’ın Türkiye ekonomisini döviz üzerinden vurup “mahvetmekle” tehdit etmiş olduğunu ve bunu Rahip Brunson sürecinde bir şekilde hayata geçirdiğini unutmamalıyız. Halkbank davası ve yaptırımlar eğer bir Demokles’in kılıcı olarak Türkiye ekonomisi üzerinde duruyorsa bu Trump döneminden Biden’a aynıyla devredilmiş bir olgu olarak karşımızdadır. Biden’ın diplomasi danışmanı Michael Carpenter’in “Türkiye'yi köşeye sıkıştırmak ya da yaptırımlar yoluyla ekonomisini çökertmek arayışında olmadıklarını” söylemesini de tersinden bir yumuşama emaresi olarak görmek yanlış olur. Sonuçta Erdoğan’ın istibdad rejimi, insanların özel hayatına kadar her şeye karışmış ama hiçbir zaman Türk Lirası’nın konvertibilitesine, doların ekonomi üzerindeki hakimiyetine dokunmamıştır.
Öte yandan istibdad rejiminin emperyalizme bağımlı Türkiye ekonomisini yönetirken, yabancı sermayeye sadece saf ekonomik araçlarla hizmet etmediğini de unutmamalıyız. İstibdad rejimi, Erdoğan’ı ile yarı askeri rejimin ortağı olan ordusuyla sıkıştıklarında, Merkez Bankası’nın eriyen rezervlerini yerine koyma için farklı yollar denemiştir. Onlar, dolar bulmanın en iyi yolunun Türk askerini emperyalist planlarda taşeron olarak kullandırmak olduğunu en iyi bilenlerdir. Bu alanda Suriye’de epey bir deneyim elde etmiş olan istibdad rejiminin Kafkaslar’da ve özellikle Ukrayna’da izlemekte olduğu politikalar bu açıdan son derece dikkatli izlenmelidir. Bu açıdan bakıldığında ABD emperyalizminin ekonomik baskı kurarak Türkiye’de Erdoğan’ı geriletip, demokrasiyi güçlendireceği hayalleri kuranları yine büyük hayal kırıklıkları bekliyor.
Tayyip Erdoğan’dan ayrı bir Berat Albayrak ya da Lütfi Elvan yok!
Bununla birlikte istibdadın kendi iç çelişki ve çatışmalarının önümüzdeki dönemde ABD’nin hamleleriyle çakışabileceği ihtimalini de göz ardı edemeyiz. Berat Albayrak’ı Erdoğan’ın kendisinden ayrı bir figür olarak görmemek gerekir. Berat Albayrak, yarı askeri rejim altında içişlerini, dış politikayı, en başta Kürt sorununu askerlere, MİT’e ve Mehmet Ağar grubunun koordinasyonu altındaki Susurluk artıklarına teslim etmek zorunda kalmış olan Erdoğan’ın ekonomi üzerindeki hakimiyetinin bir aracıdır. Ekonomideki çöküntü bu alanda Berat Albayrak’la devam etmeyi sonunda imkânsız hale getirmiştir. Öyle ki bu alanda yaşanan başarısızlık Naci Ağbal ile Berat Albayrak’ın yumruklaştığı iddialarının ayyuka çıkmasına neden olacak kadar yoğun bir iç gerilim yaratmıştır. Berat Albayrak’ın Süleyman Soylu’nun istifası sürecinde olduğu gibi bir kamuoyu desteği yaratılarak görevde tutulması girişimi de fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Trollerin “yerli ve milli ekonominin bayraktarı”, “dış mihrakların hedefindeki kişi” olarak kendisini savunma girişimleri Berat Albayrak’ın istifa olasılığının kamuoyunda yarattığı coşku seli içinde adeta kaybolup gitmiştir. Erdoğan’ın ekonomi üzerindeki hakimiyetinin aracı olan damadı onun en zayıf karnı haline dönüşmüştür.
Gelinen yerde Erdoğan’ın önündeki Berat Albayrak barikatı kırılmış ve dağılmıştır. Erdoğan bir adım geride bu sefer Lütfi Elvan’la yeni bir mevzi kurmaya çalışmıştır. Erdoğan, yarı askeri rejim içindeki iş bölümünde askeri, güvenlik ve dış politika alanlarını askeri kanada terk etmişken, ekonominin iplerini de elinden kaçırmayı kabul edemezdi. Adnan Bali, Ersin Özince, Mehmet Şimşek gibi sermaye nezdinde özgül ağırlığı olan isimler yerine Erdoğan’ın kontrol edebileceğini düşündüğü içeriden bir isim olan Lütfi Elvan Albayrak’ın yerine getirilmiştir. Liyakat açısından Berat Albayrak’tan üstün olduğunu iddia edenlere vereceğimiz cevap Lütfi Elvan’ın ulaştırma bakanlığı döneminde yaşanan Çorlu tren kazasında eline bulaşmış olan kandır. Tren yollarının modernizasyonu ihalelerinde Sayıştay tarafından tescil edilmiş devasa yolsuzluklardır. Kameralar karşısında Berat Albayrak’tan daha oturaklı pozlar vermesi, Erdoğan’ın damadı olmaması onu daha liyakatli yapmaz. O sadece hizmet ettiği sermaye çevrelerine layıktır. Bakanlığı döneminde istibdadın ekonomik finansörü konumundaki oligarklarla son derece içli dışlı olduğu bilinmektedir. Ancak yine de göreve getirilişi Erdoğan için bir geri adım olmuştur. İstibdadın kendi iç çatışmaları son derece sertleşmişken, Erdoğan için partiden biri aileden birinden çok daha risklidir. Üstelik Erdoğan, Berat Albayrak’ın istifasını kabul ederek ekonomik çöküntünün yarattığı tüm elektriği üzerine çeken bir siyasi paratonerden yoksun kalmış bulunmaktadır.
Erdoğan da bunun farkındadır. Ekonomide doğrudan ipleri ve sorumluluğu üzerine almaya niyetli görünmektedir. AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada ekonomiye önemli bir yer verdi. Kendisine patentli “faiz sebep enflasyon sonuçtur” iktisat fantezisinden taviz vermemiş gözükse de yerli ve yabancı sermayenin duymak istediği şeyler söyleyerek “ekonomide yeni dönem” sinyali verdi. Muhtemelen akut döviz krizi dinamiklerini yumuşatacak bir faiz artırımına izin verecektir. Yabancı sermayeyi ürkütecek adımlardan kaçınacaktır. Ancak bunlar Erdoğan için yeni değildir. Daha önce de benzer adımları atmıştı. Belki sermayenin istediği Merkez Bankası’nın tam bağımsız olduğu, İMF gözetiminde bir ekonomi olmayacak ama Erdoğan istibdadın demir yumruğunu daha önce olduğu gibi yine yerli ve yabancı sermayenin hizmetine sunacaktır.
İstibdadın çözümü yok! Çünkü sermayenin çözümü yok!
Bu aşamadan sonra yaşanacak sorunlarda tüm siyasi yükü Lütfi Elvan’ın değil doğrudan Erdoğan’ın üstleneceği açıktır. Tüm bunlar Berat Albayrak’ın istifası ile birlikte hiçbir çözümün ya da iyileşmenin olmayacağı ama gerek istibadın kendi içinde, gerek ülke siyasetinin genelinde, gerekse de dış siyasette fay hatlarındaki gerilimin giderek artacağı bir döneme girildiğine işaret etmektedir. Bu sistem içi fay hatlarının yaratacağı depremlerden yeni bakanlar, yeni güç odakları hatta yeni iktidarlar çıkabilir ama her durumda ekonomik enkazın altında emekçi halk kalacaktır. Tek alternatif ise işçi sınıfının öncülüğünde emekçi halkın yaratacağı bir depremin düzen siyasetini alaşağı etmesiyle, ekonomide kapitalizmin ve piyasa ekonomisinin toplumu hapsettiği duvarların aşılmasıdır.