Yüksek yargıda ortaya çıkan ulusal siyasi kriz ve bağımsız sınıf siyaseti
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasında TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın hapiste rehin tutulması dolayısıyla ortaya çıkan kriz devam ediyor. Bu krizin niteliğinin doğru bir şekilde kavranması, taraflarının net şekilde tarif edilmesi son derece önemlidir. En başta bu bir hukuki tartışma ya da saflaşma değildir. Tamamen siyasi niteliktedir. Bu kriz ulusal ölçektedir. Salt yargıyı ya da yasamayı ilgilendiren bir alanla ya da Can Atalay’ın durumu ile sınırlı bir ölçekte değildir, tüm rejimi bir çıkmaza sürükleme, derin sarsıntılar yaratma potansiyeline sahiptir. Bu sürecin bir krize dönüşmesinin altındaki sebep istibdadın iç çelişki ve çatışmasıdır. Bu iç çelişki ve çatışmalar kavranmadan Yargıtay’ın yekpare bir iktidar blokunun aparatı olarak cumhuriyete ya da Anayasaya kastettiğini iddia etmek, burjuva muhalefetiyle hatta istibdadın bir kanadı ile aynı safa düşme sonucu doğurabilir.
Düzenin ve istibdadın iç çelişkileri mevcut sürecin bir siyasi krize dönüşmesine neden olmuşsa da Can Atalay’ın tutukluluğunun kendisi bir düzen içi saflaşmanın sonucu değildir. Can Atalay’ın bir sosyalist partinin milletvekili olarak, ayrıca Kürt hareketi ile ittifak içinde seçilmiş bir vekil olarak istibdad rejimi tarafından rehin tutuluyor olması gerçeğinin asla üzerinden atlanamaz. Aksi takdirde meselenin özü kaybolur. İstibdadın çatışan tarafları, hatta istibdadın burjuva muhalifleri dahi bu meselede öz itibariyle uzlaşmaktadır. “Mesele Can Atalay meselesi olmaktan çıkmıştır” ifadesi çokça duyulmaktadır (TİP’in sözcüleri dahi bu ifadeleri kullanmaktadır) ancak, çıkarı istibdada karşı hürriyet mücadelesinde olan işçi sınıfı ve ezilenler açısından, siyasi kimliği ve pozisyonu dolayısıyla Can Atalay, meselenin asli unsurudur. Can Atalay’ın özgürlüğü ve bir milletvekili olarak TBMM’deki yerini alması hürriyet mücadelesinin bu bağlamdaki önde gelen ve ana talebidir. Bu atlandığı takdirde yine “Anayasayı ve Anayasa mahkemesini müdafaa” zemininde burjuvazinin ve hatta istibdadın bir kanadına yedeklenme tehlikesi mevcuttur.
Dolayısıyla mevcut siyasi saflaşmada işçi sınıfı ve ezilenler için Can Atalay’ın özgürlüğü ve milletvekili olarak TBMM’de yer alması için mücadele esastır. Bu mücadele Anayasa Mahkemesi’nin bir kurum olarak savunulmasına değil, Anayasa Mahkemesi’nin bu mücadeleye dayanak olan kararlarının savunulmasına yaslanacaktır. Elbette ki en ufak bir devrimci ya da ilerici karakter taşımayan, tam tersine müstebit ve gerici saiklerle Anayasa Mahkemesi’ni kaldırmaya ya da yetkilerini kısıtlamaya yönelen girişimlere karşı durulmalıdır. Ancak bu mücadele, Can Atalay’ın özgürlüğü talebini, halk iradesini gasbeden, meclisi zincire vuran, milletvekillerini figüranlaştıran istibdad rejimine karşı hürriyet mücadelesine bağlamalıdır. Biz, Can Atalay’ın TBMM Genel Kurulu’ndaki ya da Anayasa Komisyonu’ndaki yerini alıp geçmişte, mahkeme salonlarında ve meydanlarda yaptığı türden konuşmaları meclis salonlarında yapmasını yeterli göremeyiz. Burjuva muhalefeti “parlamenter sisteme dönüş” vaadinden çoktan vazgeçti. Ekonominin Mehmet Şimşek neoliberalizmine, dış politikanın NATO eksenine oturtulması onlara yetiyor. İşçi sınıfı ve ezilenler için ise mevcut meclis çözümün değil çözümsüzlüğün adresi, sermayenin sınıf saldırısının ve kriz içindeki sermaye düzeninin tadilatının bir genel karargâhı olma niteliğini sürdürüyor. İşçi sınıfı ve ezilenler için örgütlü bir emekçi halk seferberliğine dayanan zincirsiz bir Kurucu Meclis talebi devrimci bir seçenek olmaya devam ediyor. Bu politik hattın öznesi ise “muhalif” burjuva düzen partileri ile ittifakı değil, onlardan kopmayı ve sosyalist solun sınıf bağımsızlığı temelinde yapacağı bir güç birliğini gerektiriyor.
Krizin Anayasal ve hukuki boyutu karmaşık değil. Anayasa Mahkemesi kararlarının tüm yargı organları, kamu ve tüzel kişilikleri için bağlayıcı olduğuna dair Anayasa hükmü açık. Daha önce benzer durumda olan milletvekilleri ile ilgili yerleşmiş bir içtihat da mevcut. Yargıtay’ın kendisi de önceki kararlarında bu içtihada referanslar yapmış. Dolayısıyla Yargıtay’ın AYM kararına uymama karar ve iddiasının hukuki bir geçerliliği yok. AYM üyeleri hakkındaki suç duyurusu da öyle. Zira AYM üyeleri ancak yine AYM tarafından Yüce Divan sıfatıyla yargılanabilir. Ancak tartışma bir hukuk tartışması değil. Yargıtay 3. Ceza Dairesi AYM’ye karşı siyasi amaçlarla kılıç çekiyor. Siyasi amaçlardan biri dolaysız olarak Can Atalay şahsında halk iradesine zincir vurmaktır. Zincirli ve yetkisiz kılınmış bir meclis, figüranlaştırılmış milletvekilleri, yargının yürütmenin dolaysız bir aparatı olarak çalışması ve halktan yükselecek her türlü muhalefet iradesinin ezilmesi, istibdad rejiminin inşasının başlıca unsurlarından biridir. Can Atalay’ın rehin alınmasının Gezi davası bağlamındaki anlamı, halkın istibdada karşı haklı ve meşru isyanını mahkûm etmektir. Yargıtay tarafından Can Atalay’ın Anayasa’ya, AYM kararına ve Yargıtay’ın kendisinin de daha önceki kararlarında yer alan yerleşik içtihada rağmen meclise gönderilmemesinin net bir siyasi anlamı vardır. Yargıtay hamlesi TİP’in ve HDP’nin mevcut siyasal sistemden dışlanmasını ya da zor yoluyla uysallaştırılarak bu düzenin içine massedilmesini hedeflemektedir. Her iki siyasi amaç da işçi sınıfının ve ezilenlerin tam karşısındadır. Dolayısıyla işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarını savunma iddiasında olan herkes, Yargıtay’ın siyasi hamlesinin ve bu hamleyi destekleyen siyasi iradenin karşısında olmalıdır.
Burjuva muhalefeti ile ortak strateji tuzağı
Bu siyasal tutum, Anayasa Mahkemesi’ni savunmayı, bu yüksek mahkemenin sınıfsal ve siyasal niteliği açısından yanılsamalar içinde olmayı gerektirmez. Bu siyasal tutum Yargıtay’ın kararını eleştiren, hatta bu kararı darbe girişimi gibi ağır ve sert ifadelerle mahkûm eden herkesle aynı hizada dizilmek anlamına gelmez. Tam tersine emperyalizmden, sermayeden ve istibdaddan bağımsız bir sınıf siyaseti Anayasa Mahkemesi’nin gerçek niteliğini de teşhir etmeyi gerektirir. Yargıtay’ın karşısında konumlanan düzen muhalefetinin ve istibdad cephesinden çıkan çatlak seslerin sebebini ve dayandığı çıkarları doğru kavramayı ve emekçi halka anlatmayı gerektirir. Ne var ki bu krizin merkezinde olan Türkiye İşçi Partisi tam tersine burjuva düzen muhalefeti ile bir birleşik cephe kurmaya yönelmiş durumda. Erkan Baş, mecliste grubu bulunan tüm muhalefet partilerini (sırasıyla HEDEP, CHP, İyi Parti ve Saadet) ziyaret ettikten sonra mecliste yaptığı basın toplantısında tüm partilere destekleri için teşekkür etti. Ancak bununla kalmadı ve bu partilerle sürece dair ortak bir strateji geliştirmeye açık olduklarını söyledi.
Bu çok yanlış bir tutumdur. Seçimde bir tarafa Erdoğan’ı koyup diğer taraftaki herkesle (burjuva partileri dahil) iş birliği yapma stratejisinin istisnai olmadığının ve Cumhurbaşkanlığı seçimiyle sınırlı kalmadığının bir yeni göstergesidir. TİP bu yanlış stratejiyle, daha seçime gitmeden “parlamenter rejim” vaadinden vazgeçmiş olan Kılıçdaroğlu’na parlamenter sistem için oy istemiştir. Bu strateji seçimlerde tam anlamıyla çökmüştür. Şimdi daha da beter bir şekilde aynı yanlış tekrarlanmaktadır. Erkan Baş, ziyaret ettiği partilerle mevcut kriz bağlamında aynı ya da benzer şeyleri savunduklarını zannetmektedir. Hiç değilse karşıt pozisyonlarda olmadıklarını ummaktadır ama gerçek bu değil. Yargıtay AYM’nin kararına uymama gerekçesi olarak Anayasa’nın 14. Maddesi’ni öne sürmektedir. Söz konusu burjuva muhalefet partilerinin, en başta işçi sınıfına ve ezilenlere karşı mevcut düzeni korumayı amaçlayan Anayasa’nın bu karşı devrimci 14. Maddesi ile herhangi bir sorunu yoktur. Dolayısıyla bu burjuva muhalefet partileri bir sosyalist milletvekilinin hapiste tutulmasına karşı değildir, Yargıtay’ın arkasında olan siyasi irade ile hesaplaşmaktadır.
Bu o kadar açıktır ki bir aşamada İyi Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olması gündeme gelen hukukçu Ersan Şen, AYM’nin 14. Madde ile ilgili yorumunu dahi haddi aşma örneği olarak görerek eleştirmektedir. “AYM; Anayasa m.14’ün “kanunilik” ilkesini karşılamadığı gerekçesiyle başvurucu hakkında “hak ihlali” kararı verdiğinde, yetki aşımı iddiasıyla karşılaşacaktır.” diyen Ersan Şen adeta AYM’yi düzen içi kavgada fazla ileri gidip, mevcut düzeni düzen dışı güçlere karşı zaafa uğratmama yönünde uyarmaktadır. Ama esas çarpıcı olan Saadet grubunda yer alan Gelecek Partisi’ne yakın olan ve geçmişte Erdoğan’ın çok yakınında olup Türk Ceza Kanunu’nun yazımında görev alan Prof. İzzet Özgenç’in tutumudur. Erkan Baş’ın beraber strateji geliştirmeyi umduğu güçler arasında yer alan bu İzzet Özgenç’in krizin çözümüne yönelik stratejisi ne mi? İzzet Özgenç kendi internet sitesinde yayınladığı makalesinde dört ayaklı stratejiyi şöyle kuruyor: 1. AYM dosyayı tekrar İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndersin. 2. Mahkeme Can Atalay’ın yeniden yargılanmasına ve tahliyesine karar versin. 3. Mahkeme yargılamayı durdursun ve Can Atalay’ın dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM başkanlığını bilgilendirsin. 4. Bu sırada TBMM Terörle Mücadele Kanunu’nda İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dokunulmazlığın kaldırılmasına gerek olmadan tutuklamasına ve hüküm vermesine olanak sağlayan bir yasal düzenleme yapsın!
Bir yanlış daha kaç defa yapılabilir? Erkan Baş, Yargıtay ve AYM arasındaki krizi, hukuki kılıfına uydurup Can Atalay’ı da hapiste tutarak çözmeye çalışanlarla ortak strateji geliştirmeyi umuyor. Pek çokları İzzet Özgenç, sosyal medyadan Erdoğan’a hitaben açık mektup yayınlayınca ve Yargıtay kararını militanca savunan başdanışman Mehmet Uçum gibilere hakaret yağdırınca bu tavırda “hukukçuluk” buluyor. Oysa Özgenç Erdoğan’a “Uçum gibileri bırak biz seni uçururuz, tıpkı eski günlerdeki gibi” demektedir. Ersan Şen ve İzzet Özgenç gibilerinin karşı devrimci tutumları gerçeğin görünür hale geldiği örnekleridir. Ancak mesele Can Atalay’ı aşmıştır diyerek burjuva muhalefeti ile ortak strateji arayışının kendi bindiği dalı kesmek olduğunu görmek için bu “hukukçu”ların mütalaalarını okumaya hiç de gerek yoktur. Sınıf siyasetine dönmek burjuva siyasetine yönelik platonik özlemlerden vazgeçmek yeterlidir.
Darbe girişimi tespiti neden yanlış? İstibdadın iç çatışmasını kavramak neden önemli?
Yargıtay’ın hamlesi bir darbe girişimi olarak nitelendiriliyor. Bu niteleme oldukça tartışmalıdır. Yargıtay’ın hamlesi kriz yaratmış ama Can Atalay’ı rehin tutma konusundaki politik hedefinde başarılı olmuştur. Zira kriz çözümsüz kaldığı müddetçe Can Atalay hapiste kalmaya devam etmektedir. Diğer yandan Yargıtay’ın AYM’ye karşı iddiasını pratik sonuca bağlaması, yani Yargıtay’ın AYM kararını uygulamamasının ana gerekçesi olarak AYM üyelerinin suç işlediği iddiasını kabul ettirmesi ve AYM üyelerini yargılatabilmesi mümkün gözükmüyor. Bunun için Yargıtay’ın arkasındaki siyasi irade bir Yargıtay muhtırası ile yetinmeyip mevcut düzenin hukuki çerçevesinin dışına çıkıp zor gücünü devreye sokmak zorundadır. Yargıtay’ın hamlesinin arkasındaki sürükleyici siyasi irade olan MHP’nin durumuna baktığımızda bu doğrultuda bir niyet ve kararlılık var olsa bile gerekli gücün varlığı kuşkuludur. MHP’nin merkezinde olduğu, Erdoğan’ın danışmanları arasında, basında ve devlet bürokrasisinde mevzileri bulunan istibdad içindeki bu odağın seçimlerden ve bilhassa Soylu’nun görevden alınmasının ardından bunu gerçekleştirebilecek olanakları adım adım yitirmekte olduğu gözükmektedir. Yine de bu odak teslim olmuş değildir. Bu haliyle MHP merkezli odak, istibdadın içinde elde ettiği mevzilerden vuruşmadan geri çekilmeyeceğini ve kendisi göz ardı edilerek devletin yönetilemeyeceğini gösterecek bir inisiyatif almıştır. Bu inisiyatife cevap da gelmiştir. Ali Yerlikaya’nın, yanında özellikle Jandarma Genel Komutanı Arif Çetin’in de (MHP ile yakınlığı bilinen ama Ali Yerlikaya göreve gelir gelmez makamına yeni bakanın resmini koyup fotoğraf çektirecek kadar da kariyerizmiyle göz kamaştıran Orgeneral) bulunduğu bir fotoğrafı basına servis edip, Soylu ile adı çıkmış Sarallar grubuna yapılan operasyon başta olmak üzere İçişleri Bakanlığı’nın faaliyetlerini sosyal medyada yayınlaması da bir mesajdır.
Erdoğan’ın önce Yargıtay’ın tarafından sürece bakarak AYM’yi eleştirmesi ve ardından hakemlik pozisyonuna doğru geçmesi de bu bağlamda değerlendirilmeli. Erdoğan hiç şüphesiz ki MHP olmadan istibdad rejiminin sürdürülmesinin zor, yarı askeri rejimin inşası sürecinde devletin silahlı çekirdeği içinde kurulan dengeyle oynamanın riskli olduğunun farkında. Ama Yargıtay’ın suç duyurusunda bulunduğu AYM üyelerinden 5 üyenin Erdoğan tarafından atandığı (3 üye doğrudan Erdoğan tarafından 2 üye de TBMM tarafından seçilen yani dolaylı olarak Erdoğan’ın onayı ile atanan) diğer 4 üyenin de son seçimlerin ardından Erdoğan’ın özellikle teşekkür ettiği Abdullah Gül tarafından atanmış olduğunu hatırda tutmalıyız. Dolayısıyla Yargıtay’ın hamlesi müstebit bir iradenin genel olarak cumhuriyete ve demokrasiye kastetmesi olarak algılanamaz. Hürriyete kastedildiği açıktır ama bunun dışında istibdadın kendi iç hesaplaşması da söz konusudur ve Anayasa Mahkemesi hürriyet cephesinin değil istibdad cephesinin bir unsurudur.
Faşizmin fikirleri değil, rejim ve rejim içinde MHP’nin konumu değişiyor
İstibdadın iç çelişkilerini tartışmak ve kavramak bir politik magazin konusu değil. Doğru siyasal tutumu almak sadece burjuvazinin çatışan kamplarının arkasında değil daha dar anlamda istibdadın içindeki kliklerin arkasında hizalanma tehlikesinden korunmak için son derece önemli. Meselenin bir hukuk meselesi olmadığı, hukukun çiğnenmesi meselesi de olmadığı görülmeden, düzen içinde çatışan siyasi kampların hukuk kılıfına sokulmuş gerçek saikleri doğru tarif edilmeden toz duman içinde istikamet tayin etmek zorlaşır. Meselenin bir hukuki tartışma olmadığı aslında o kadar açıktır ki TİP Genel Başkanı Erkan Baş mecliste bir basın açıklaması yapıyor ve Yargıtay’ın arkasında duran ve Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını savunan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin geçmişte MHP’nin Balyoz davasından tutuklu milletvekili Engin Alan için söylediği sözleri birebir okuyarak Devlet Bahçeli’nin dün söylediği ile bugün söylediğinin nasıl taban tabana zıt olduğunu ortaya koyabiliyor. O zaman Devlet Bahçeli iyi ki “Anayasa Mahkemesi vardır iyi ki vicdanını satmayan yargıçlar görev başındadır” diyordu şimdi ise o Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını istiyor. Mesele hukuk olsa Devlet Bahçeli’nin tutarsız olduğunu söyleyebilirdik ancak dün de bugün de MHP aynı siyasi çıkarları savunuyor. Değişen MHP’nin iktidar yapısı içindeki pozisyonudur. MHP o zaman bir kolu ordunun içine uzanan bir muhalefet partisi olarak darbe davalarına taraf olmaktaydı. Bugün ise yarı askeri rejim karakterindeki istibdadın içindeki bir iktidar odağı…
Bahçeli’nin Erdoğan’la 2015’ten itibaren gelişen ittifakı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından fiili koalisyon ortaklığı düzeyine ulaştı. Unutulmasın! Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi Bahçeli’nin projesi olarak gündeme geldi. Böylece yüzde 50+1’lik seçim aritmetiği ve yarı-askeri karakterdeki istibdad rejimi yüzde 10 barajını zar zor geçen MHP’ye ordu içindeki etkisine dayanarak fiili koalisyon ortağı olma fırsatı veriyordu. (AKP içinde yüzde 50+1’iErdoğan’a karşı komplo olarak niteleyenler genelde bugünkü krizde de ön planda olan Mehmet Uçum’u hedef gösterdiler ama herkes AKP içinde önemli bir kesimin MHP’ye mahkûm olmaktan büyük rahatsızlık duyduğunu biliyordu. Nitekim Erdoğan’ın yüzde 50+1 ile ilgili son açıklamaları doğal olarak yine MHP aleyhinde yorumlanıyor.) Zaman içinde MHP, Süleyman Soylu’yu himaye ederek polis içinde ve silahlı gücüne dayanarak yargıda (bilhassa yüksek yargıda) mevziler elde etti. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin bu mevzilerden biri olduğuna bugün kimse kuşku duymuyor. Gel gelelim söz konusu dairenin Anayasa Mahkemesi’ne deyim yerindeyse kılıç çekmesinin sebebi MHP’nin iktidarın zirvelerine doğru tırmanışı değil, son seçimlerden sonra bu zirveden aşağı doğru itilmeye başlaması. Süleyman Soylu’nun İçişleri Bakanlığı’ndan alınmasının ardından başlayan bir süreçtir bu. Bu süreç doğru görülemediği için yeni bakan Ali Yerlikaya neredeyse demokrasi kahramanı ilan edilmeye başlandı. Sosyalist sol, halen felç olmamış son refleksleriyle bu tür bir değerlendirmeyi henüz ağzına almış değil ama Ali Yerlikaya’nın basındaki propaganda şefi gibi çalışan geçmişte aynı hizmeti başka polis şeflerine de sunmuş olan gazeteci Tolga Şardan, uğradığı baskı ve haksızlıklara karşı çıkmanın ötesine geçen şekilde ihtiyatsızca kahramanlaştırılabiliyor.
Anayasa Mahkemesi’nin sınıfsal niteliğini doğru kavramak neden önemli?
İstibdadın iç çelişki ve çatışmaları kavranamadığında ya da görmezden gelindiğinde örneğin Anayasa Mahkemesi 27 Mayıs’ın özgürlükçü anayasasının bir asli unsuru (hatta Senato ile birlikte) olarak da savunulabiliyor. Bunun örneklerden biri TKP’nin yayın organı Sol’da yazdığı yazıda “TBMM’nin yanına bir Senato Meclisi açıldı ve en önemlisi, keyfi kanun yapımını engellemek adına Anayasa Mahkemesi kuruldu” diyen Fatih Yaşlı. Anayasa Mahkemesi de Senato da Türkiye’nin Anayasası’na Batı’dan ithal edilmiştir. Her iki kurumun kökeni de düzeni nüfusun çoğunluğunu oluşturan emekçi sınıflardan gelecek devrimci girişimlere karşı korumaktır. Ne Senato’nun ne de AYM’nin Türkiye’ye özgülüğü vardır. Dünyada gerici olan bu kurum Türkiye’ye özgü olarak ilerici değildir, hiç de olmamıştır. Bu o kadar açıktır ki söz konusu yazıda “gelmiş geçmiş en demokratik anayasanın” asli unsuru olarak görülen bu kurum 60’lı yıllarda yükselen Türkiye İşçi Partisi başta olmak üzere çok sayıda sosyalist partiyi kapatmış yine Kürt hareketinin sayısız partisini aynı şekilde kapatmıştır. Yakın dönemde TKP’yi yasallaştıran kararlar alan AYM bunu demokrasi namına değil hâkim sınıfların komünizmi uysallaştırma amacına uygun olarak yapmıştır. En yakın dönemde HDP’nin kapatılma davasında MHP kanadından gelen yoğun baskıya rağmen süreci ağırdan alması da Kürt halkının siyasi iradesine demokratik bir saygının değil, yeni açılımlarla Kürt hareketini uysallaştırarak düzene entegre etme amacının bir parçasıdır. Tüm bunları da geçelim. Anayasa Mahkemesi Can Atalay’ın tahliye edilmesi ve milletvekili olarak TBMM’ye girmesine yönelik karar aldığı gün keyfi idarenin en açık ifadelerinden biri olan Sansür yasasını onaylamıştır.
Yeni Anayasa tartışmasında “anayasızlaştırma” tuzağı
Nihayet bu krizin iktidar bloku tarafından yeni aanayasa sürecini dayatmak üzere tezgahlandığına yönelik değerlendirmeler de yanlıştır. Yeni anayasa tartışması Yargıtay-AYM bağlamındaki krizden bağımsız olarak gündeme gelmiştir. Bu tartışmanın temelinde sermayenin sınıfsal çıkarları vardır. Yeni anayasa burjuvazinin ihtiyacıdır. Bu ihtiyacın bir yönü rejimin burjuvazinin iktidar üzerindeki dolaysız etkisini arttıracak mekanizmaların ihdasıdır. Her durumda yürütmenin güçlendirilmesi ve devletin emekçi sınıflar üzerindeki baskı aygıtı rolünün tahkimatı burjuvazinin ortak eğilimidir. Anayasa tartışmasındaki diğer yön tekelci sermayenin yayılmacı çıkarlarındadır. Tekelci burjuvazi Özal’ın birinci Körfez savaşında ABD’nin yanında yer alırken “bir koyup üç alacağız” dediği İkinci Cumhuriyetçi projenin önündeki engellerin kaldırılmasını istemektedir. Bu yöneliş “açılımcı” ve “ademi merkeziyetçi” bir kılıf içinde sunulsa da dinamikleri itibariyle rejimin müstebit karakterini azaltmayacak bilakis perçinleyecektir. Bu başlıklar bağlamında burjuvazi açısından Anayasa Mahkemesi’nin rolü, işlevleri ve yetkisi asli değil tali bir unsurdur.
İktidar cephesinin bir siyasi krizi anayasa tartışmasının gerekçesi olarak kullanması ile anayasa tartışmasını dayatmak üzere siyasi kriz çıkarması aynı şey değildir. Nitekim yeni anayasa tartışması sınıfsal niteliğinden arındırıldığında, yeni anayasa tartışması salt iktidarın müstebit emellerini hayata geçirmesi amacına indirgendiğinde, saflaşma, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılması ya da yetkilerinin kısıtlanması etrafındaymış gibi gözükmektedir. Muhalefette giderek yaygınlaşan “anayasızlaştırma” kavramı ve eleştirisi de aynı doğrultuda işlev görüyor. CHP, İbrahim Kaboğlu gibi isimlerle bu söylemin önde gelen sahibidir. İyi Parti de onun peşinden gelmektedir. Yakın zamanda seçimlerde bu partilerin başını çektiği ittifakı desteklemiş olan sol cenahta da bu kavramın sıklıkla kullanılmakta olduğunu görmekteyiz. Mevcut Anayasa gerici ve karşı devrimci bir karaktere sahip. Buna rağmen biz sınıf mücadelesi ve hürriyet kavgası içinde bu Anayasa içinde var olan, örgütlenme, siyaset yapma, sendika, grev, toplantı ve gösteri yürüyüşü vb. tüm dayanakları tavizsiz şekilde savunuruz. Ama Anayasa içinde mücadelenin çıkarına olan dayanakları savunmak Anayasa’yı savunmakla aynı şey değildir. Anayasa’nın işçi sınıfı ve ezilenlerin aleyhine olacak şekilde çiğnenmesine en sert şekilde karşı çıkmak ve sınıf düşmanının eylemini gayri meşru ilan etmek, mevcut burjuva Anayasal düzeni savunmaktan farklıdır. İşçilerin ücretlerinin artması için mücadele etmenin, ücretli emeği ve ücretli kölelik düzenini savunmak anlamına gelmemesi gibi.
Bu sebeplerle “anayasızlaştırma” eleştirisi tam tersine kurallı bir burjuva düzeninin savunulmasında burjuva partileriyle bir uzlaşma zemini işlevi görebilir. Tüm bunlar adım adım tüm muhalefeti, sürecin sonunda sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirilecek bir yeni anayasa sürecinin içine dahil etmeye yarayacaktır. HEDEP “darbe anayasasına karşı yeni bir demokratik anayasaya hazırız” diyerek arkasından sürüklediği sol güçlerle bu zemine hızla gelmektedir. CHP’nin başını çektiği burjuva muhalefeti ile istibdada karşı ortak strateji arayışları, Yargıtay’ın hamlesini darbe girişimi olarak nitelemek, Anayasa Mahkemesi’ni bir demokrasi odağıymış gibi göstermek, Anayasa’nın fiilen ilga edildiğine dair bir tespiti muhalefetin merkezi söylemi haline getirmek, solun çok daha geniş kesimlerini düzen muhalefetinin çizdiği alan içine çekmektedir.
Bu daha başlangıç! Tehlike büyüktür! Bağımsız sınıf siyaseti hayati önemdedir!
Mevcut siyasi kriz, şimdiden tüm devlet yapısını içine alan ulusal bir kriz ölçeğinde tezahür etmektedir. Ancak henüz başlangıç aşamasındadır. Bu ilk aşamada Yargıtay ve arkasında duran MHP merkezli siyasi odak inisiyatif almıştır. Krizin hukuki alandaki çözümsüz hali aslında Can Atalay’ı içeride tutmak bağlamında Yargıtay kanadının kazandığı bir pozisyonu göstermektedir. Anayasa Mahkemesi’nin geçmiş kararlarının tartışmaya açılması, özellikle HDP milletvekilleri ve terörle suçlanmış kişilere dair hak ihlali kararları üzerinden PKK ve terörü himaye etmek suçlamasıyla itibarsızlaştırılması, bu argümanlarla devletin silahlı çekirdeğinde AYM’ye karşı olumsuz bir havanın esmesi, AYM’yi savunan iktidar unsurları ile ilgili kuşku yaratma (Erdoğan’ın “hepimiz birimiz için birimiz hepimiz için diyerek davranmalıyız” sözleriyle Yargıtay’ı parti disiplini içindeki bir unsur olarak tanımlayarak merkeziyetçi bir tutuma davet ettiği Numan Kurtulmuş, Abdülhamit Gül, Şamil Tayyar, Hayati Yazıcı, Pelikan grubundan bazı şahsiyetler hatta bu süreçte çatlak ses çıkaranlar arasında yer alan Binali Yıldırım gibi isimler) anlamında terazi, Yargıtay/MHP kefesinden yana ağır basmaktadır. Tam bu süreçte Ogün Samast’ın salıverilmesi gibi, paramiliter unsurlara güven, karşıt safta olan ve olacak herkese de gözdağı vermeye yönelik bir hamle de gelmiştir. Ancak söylediğimiz gibi süreç henüz başındadır. Yargıdaki rüşvet ve yolsuzluk iddiaları ile mafya gruplarına yönelik operasyonlar ters yönde bir havayı beslemektedir. Örneğin Ogün Samast bırakıldıktan hemen sonra onu bu sefer FETÖ ile ilişkilendiren yeni bir iddianame düzenlenmiş ve tekrar hapse girmesinin yolu açılmıştır. Nihayet seçimlere giderken bir uzlaşma zeminin ifadesi olacak şekilde rafa kaldırılmış olan Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasının raftan indirilmesi ya da çok daha muhtemel bir gelişme olarak Sinan Ateş cinayeti davasının ısındırılarak MHP’nin en üst kademelerini tehdit etmeye başlaması dengeyi değiştirebilir. Bugün retorik bir düzeyde ifade edilen, Erdoğan’ın hakem rolü, dengelerin değişmesi ve çatışmanın sertleşmesi halinde istibdadın iç hesaplaşmasının şiddetli, sarsıntılı ve kaotik biçimler almaması açısından pratik ve hayati bir işlev görecektir. Bu işlevin herhangi bir sebeple dumura uğraması ise gerçekten darbe girişimi benzeri tehlikeleri gündeme taşıyabilir.
Bu gelişmeler pekâlâ hayırlı sonuçlar da doğurabilir. Ama bunun için bizler düzen içi güçlerden yana taraf olmamalı kendi davamızı savunmakta yani bu örnekte meselenin Can Atalay’dan çıkarılmamasında birleşmeliyiz. Anayasal dayanakları olan temel hak ve hürriyetleri tavizsiz savunmalı ama ne mevcut düzeni ne bu düzenin Anayasasını ne Anayasal kurumlarını sınıf karakterinden bağımsız şekilde müdafaa etmeliyiz. Düzenin kendi iç çatışması ne zaman kontrgerilla duvarının bir tuğlasını yerinden oynatsa o tuğlayı çekmek ve duvarı yıkmak için mücadele etmeliyiz. Faşist gericiliğin merkezi gücü MHP’nin karşısında olmalı, mafya liderlerine yaptırılan tehdit içerikli açıklamalarla, Ogün Samast’ın manidar bir zamanlamayla salınmasıyla verilen gözdağının karşısında omuz omuza durmalıyız. Düzene dair yanılsamalar ve düzen içi ittifak arayışları bu mücadelemizi zayıflatır. Emperyalizmden, sermayeden, devletten bağımsız bir hatta bayrakları karıştırmadan birlikte yürümek ise istibdada ve faşist tehdide karşı hürriyet mücadelesinin zafer yoludur.