AKP ve Erdoğan yol ağzında
Geçtiğimiz günlerde biraz da tesadüflerin yardımıyla üst üste gelen birkaç olayla, Tayyip Erdoğan’ın önderi olduğu siyasi hareketin yeni bir aşamaya girdiği gerçeği belirginleşti. Bugüne kadar solda Erdoğan’ın “diktatör”, AKP hükümetinin kurduğu sistemin ise “faşist” ya da “totaliter” bir rejim haline geldiğine dair Türkiye solunda epeyce söz söylenmişti. Ama bu tür görüşler ileri sürenlerin hemen hemen hepsi, aynı zamanda Erdoğan’dan ve AKP’den kurtuluşu neredeyse bütünüyle seçim sandığından beklediği için bu görüşlere fazla teorik-politik bir değer atfetmek mümkün değildi. “Diktatör”, “faşist”, “otoriter” ya da “totaliter” kelimeleri bu durumda esas olarak propagandif bir kullanıma konu oluyordu. Biz bu tür kullanımları benimsemiyoruz. Özellikle işçi sınıfı açısından büyük önem taşıyan “faşizm” kavramının hafife alınmasına yol açacak biçimde propagandif bir tarzda dolaşıma sokulmasının düpedüz sakıncalı olduğu kanaatindeyiz. Maalesef bu uygulama bütün bu kavramların şimdi bir ölçüde aşınmasıyla sonuçlanmış bulunuyor. Ama kavramlara geçmeden, bugün Türkiye’de yaşanan süreci belirli bir etiket altında sınıflandırmadan önce, ne olup bittiğini anlamak için gidilecek epey yol var. Biz de bu yazıda bu yönde bir ilk adım atacağız. Bu yazıda meseleyi ana hatlarıyla ele alacak, görüşümüzü özet olarak sunacak, meselenin çeşitli boyutlarına daha sonra başka yazılarda gerektiği ölçüde ayrıntısıyla gireceğiz.
Bir dönüm noktası
Son günlerde ortaya çıkan bazı gelişmeler, Erdoğan’ın yönetimindeki siyasi hareketin gelişme sürecinde nitel bakımdan farklı bir aşamaya geçmekte olduğunu gösteriyor. Bu gelişmelerden ilki, AKP’nin 12 Eylül günü toplanan 5. Kongresi’nde Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi bütünüyle kendine ait bir aygıt haline getirme yolunda attığı büyük adımdır.
AKP, partimizin uzun zamandır vurgulamakta olduğu gibi, adım adım hiziplere ayrışmış bir parti haline gelmiştir. Ana hizipler Tayyip Erdoğan’ın önderliğinde partiyi yöneten kadro ile Abdullah Gül’ü önder olarak benimsemiş, ne ölçüde billurlaştığı henüz belli olmayan, şimdilik esas olarak yer altından yürüyen kanat olarak özetlenebilir. Öyle görünüyor ki, Davutoğlu’nun bir ekibi bile yoktur. Rüzgâr ne yandan eserse o yana savrulacaktır.
Erdoğan ile Gül önderliğindeki iki hizbin oluşumunun ne derecede ileri gittiği, hiziplerin karşılıklı gücünün ne oranda olduğu ancak zamanla ortaya çıkacaktır. Ama başlangıç noktası için tanıklığı, dönek cemaatçi Hüseyin Gülerce’ye bırakabiliriz. Gülerce geçtiğimiz günlerde Star gazetesindeki köşesinde Gül-Arınç ekibini tartışırken şöyle yazdı: “Gezi olaylarında hem Sayın Gül, hem de Sayın Arınç, Sayın Erdoğan’a bekledikleri desteği vermedi” (“AK Parti’de Ne oldu?”, 15 Eylül 2015). Yani başka konularda olduğu gibi hizipleşmenin temelinde de Gezi ile başlayan halk isyanında AKP ve Tayyip Erdoğan iktidarının yaşadığı sarsıntı vardır.
İşte bu hizip savaşında AKP şimdilik bütünüyle Erdoğan’ın eline geçmiş gibi görünmektedir. Ama aşağıda değineceğimiz gibi bu henüz geri dönülmez bir noktaya ulaşmamıştır. Tam da bu yüzdendir ki, dikkatli okurun fark etmiş olabileceği gibi, yukarıdan beri AKP demek yerine “Tayyip Erdoğan’ın önderliğindeki siyasi hareket”ten söz ediyoruz. Geçmişte Tayyip Erdoğan primus inter pares, yani eşitler arasında birinci idi. AKP onun Gül ve Arınç ile ortak kurduğu ve yönettiği bir partiydi. (Arınç’ın kongreden önce bir televizyon programında söylediği de budur: “Eskiden ‘biz’dik, şimdi ‘ben’e döndü.”) Bugün Erdoğan’ın partisidir. Ama aynı zamanda iki hizip arasında bir çekişme alanıdır. Ne var ki, bu parti Erdoğan için artık sadece bir araçtır. Önemli olan “reis”in etrafındaki ve arkasındaki harekettir. Dolayısıyla, bu harekete bir ad takmadan önce AKP’nin yakın gelecekteki kaderinin belirginleşmesini beklemek daha doğrudur.
Son günlerde ortaya çıkan ikinci gelişme, Erdoğan’a ve (şimdilik) AKP’ye bağlı birtakım kalabalıkların Erdoğan’ın değişik hasımlarına karşı giriştiği saldırganlıktır. AKP’nin kongresinden önce Hürriyet’in iki kez basılmasında adını geniş kitlelere ilk kez duyuran Osmanlı Ocakları’nın oynadığı rol, yeni bir dönemin habercisidir. Buna 8 Eylül gecesi Türkiye’nin çeşitli köşelerinde Kürt kitlelerine uygulanan terör saldırılarında Rabia işaretinin bozkurt işaretine karışması ve onunla rekabete girişmesi, özellikle Ankara’da HDP Genel Merkezi’ne ve CHP’nin Sincan ilçe binasına saldırıda Osmanlı Ocakları’nın önde gelen bir konumda olduğuna ilişkin bilgiler eklendiğinde, Erdoğan’ın önderliğindeki hareketin yeni bir mecraya ve maceraya girdiğini, karakter değiştirmekte olduğunu düşünmek için yeterli veri ortaya çıkmış demektir.
Biz esas büyük değişikliğin bu alanda olduğu kanaatinde olduğumuz için önce bu meseleye eğilecek, AKP konusuna daha sonra yeniden döneceğiz.
Devlet şiddetinin ötesinde çete şiddeti
Bu tartışmaya girerken hatırlatmamıza gerek var mı? Biz AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı Türkiye politikasına demokratik bir rüzgâr getiren bir güç olarak nitelendiren ve ancak Gezi sonrası dönemde yavaş yavaş uyanmaya başlayan akımlardan farklı olarak, başından itibaren gerek işçi sınıfı düşmanı bir politikanın uygulayıcısı olarak, gerekse Batıcı-laik burjuvazinin iktidarını son tahlilde güvence altına alan eski “derin devlet”le uğraşmakla birlikte onun yerine kendi kadrolaşmasını, kendi “derin devleti”ni kurmak bakımından gerici bir güç olarak gördük. Dolayısıyla, bugün Erdoğan’ın önderliğindeki hareketin yeni bir mecraya girmesinden söz ediyorsak, bu “dün demokrattı, bugün otoriterleşiyor” türü bir yaklaşımla ilgisi olmayan bir yaklaşımdır. Bizim dikkat çekmek istediğimiz nokta, Erdoğan’ın bugün artık siyasi hasımlarına farklı araçlarla hücum edeceği bir noktaya geldiği, dolayısıyla verilecek yanıtın da farklı olması gerektiğidir.
Yalın biçimde söyleyelim: Gezi ile başlayan halk isyanından ve 17-25 Aralık’tan bu yana, Tayyip Erdoğan bir delil karartma rejimi kurmuştur. Bunu en baştan beri vurguluyoruz. Ama derinden derine yürüyen bir başka süreç bugün su yüzüne çıkmıştır. Erdoğan bir yandan da yeniden böyle bir isyan çıktığı takdirde, devlet şiddetinin yeterli olmayabileceği ya da kendi yanında yer almayabileceği kaygısıyla kendi sokak gücünü oluşturmaya yönelmiştir. Gezi ile başlayan halk hareketinin bir devrim olmadığını ilk günden itibaren söyledik. Ama henüz bir devrim karakteri kazanmamış olsa da bu hareketin nesnel dinamikleri bakımından bir devrime dönüşme potansiyeli taşıdığını da bunun yanı sıra vurguladık. Bu anlamda, Erdoğan’ın kendi siyasi hareketine bağlı ya da müttefik (bunun önemli bir fark olduğunu aşağıda göreceğiz) sokak güçleri örgütlemeye girişmesi, kelimenin en dar anlamıyla devletin dışında bir karşı devrim gücü örgütlemesi anlamına gelir. Öyleyse, Erdoğan ve/veya AKP sıradan bir gerici güç olmaktan öteye geçiyor, açık ve aktif karşı devrimci bir güç haline gelmiş bulunuyor. Bu nitelemeyi daha da inceltip inceltemeyeceğimizi daha ileride tartışacağız. Bu aşamada etiketlerden ziyade olgularla ilgilendiğimizi başta söylemiştik.
Burada bir an durarak şunu belirtelim: Erdoğan’ın delil karartma rejimi, devlet içinde çok ciddi dayanakların geliştirilmesine yaslanmıştır. MİT (Hakan Fidan), Emniyet (Efkan Ala), yargı (Burhan Bozdağ) büyük ölçüde kontrol altındadır ve yepyeni yetkilerle donatılmıştır. Ordunun nabzını tutmak bütün bunların arasında en zor iştir, ama TSK’nın içinde hâlâ etkisi olduğu varsayılabilecek, “Ergenekon” adıyla anılan kanat en azından tarafsızlaştırılmış (nötralize edilmiş) durumdadır. Yani Erdoğan kampı devlet şiddetini boşlamış ya da ondan umut kesmiş falan değildir, tam tersine. Ancak Türkiye’nin 2013 Gezi isyanı ile birlikte girdiği dönemin ne denli sarsıcı dinamikler içerdiğini, her şeyin bir anda nasıl tersine dönebileceğini, gelgitlerle, kasılmalarla gelişebileceğini, 2012’de kurulmuş olan Rojava’nın da Kürt bölgelerinde yepyeni bir dinamik yaratmış olduğunu soldan çok daha iyi kavrayan bu kamp, çifte tedbirle yürümeye karar vermiş görünmektedir. Bir yanda devletin baskı güçleri, bir yanda hareketin kendisine bağlı ya da onunla müttefik sokak gücü.
Karşı devrimin sokak gücünü oluşturma faaliyetinde, bir dizi kendiliğinden gelişme ile Erdoğan kampının bilinçli inşa faaliyeti karşılıklı etkileşim içindedir. Aşağıda sayılacak unsurlardan bazıları daha bağımsız dinamiklere sahiptir, bazıları ise doğrudan doğruya Tayyip Erdoğan’a bağlıdır. Muhtemeldir ki, bütün bu ilişkilerde Erdoğan kampının para gücü büyük rol oynamakta, devletin ve belediyelerin olanaklarının yanı sıra ekonomik olanaklar da bu unsurların Erdoğan kampına bağlanmasında etkili olmaktadır. Bunun elbette sistematik olarak araştırılması gerekir, ama bu yönde izlenimler değişik kaynaklardan süzülüp geliyor.
Beşi bir arada
Erdoğan kampının potansiyel vurucu gücünü şu unsurlar oluşturuyor:
· Osmanlı Ocakları: 2005’te bir dergi ile yola çıkan, “ocak” örgütlenmesine 2009’da girişen bu odak, esas atılımını son birkaç yılda yapmış durumda. Bugün 73 ilde örgütlenmiş olduğunu iddia ediyor. Osmanlı Ocakları’nın son dönemde en azından Hürriyet, HDP Genel Merkezi ve CHP Sincan İlçe binasına saldırıda aktif rol üstlendiği yaygın olarak belirtiliyor. Osmanlı Ocakları’nın kadroları anlaşıldığı kadarıyla Alperen Ocakları’nın altının ciddi şekilde oyulmasına ve kadroların daha büyük ekonomik olanaklarla cezbedilmesine dayanıyor.
· Sedat Peker: Eskiden aynen Alaattin Çakıcı gibi mafyanın MHP’ye yakın duran kanadından olan Sedat Peker, son dönemde Tayyip Erdoğan’a yaklaşmış bulunuyor. Geçtiğimiz yaz “ak trol” olarak bilinen Taha Ün’ün düğününde Erdoğan ile birlikte Sedat Peker’in de bulunması ve üçlünün son derecede yakın durması epeyce sansasyon yaratmıştı. Peker’in birçok açıklaması siyasi partizanlığını açık seçik ortaya koyuyor.
· İBDA-C: Osmanlı Ocakları, öyle görünüyor ki, tam anlamıyla Tayyip Erdoğan müritlerinden oluşuyor. Hatta doğuşu veya yükselişi büyük ihtimalle bütünüyle Erdoğan kampının kontrolü altında olmuştur. Buna karşılık, İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi), kendi mitleştirilmiş önderine sahip, kendine özgü bir doğrultusu olan, AKP’den önce doğmuş ve gelişmiş bir hareket. Bu yüzden de ilkinden farklı olarak bir araç gibi değil bir müttefik olarak görülebilir Erdoğan kampı için. Ama hareketin, 28 Şubat döneminden beri hapiste olan önderi Salih Mirzabeyoğlu’nun 2013 Gezi isyanı sonrasında birdenbire yeniden yargılanmasının gündeme gelmesi, ardından yeniden yargılanmayı beklerken salıverilmesi (Temmuz 2014) ve hızla eski örgütlenme faaliyetlerine geri dönmesi Erdoğan kampının Gezi ile başlayan halk isyanına tepki olarak karşı devrimi bilinçli tarzda örgütlemesiyle doğrudan ilişkili görünüyor. Mirzabeyoğlu hapisten çıktıktan sonra Erdoğan tarafından kabul ediliyor. Bugün açıkça Erdoğan’ı İslam’ın çıkarları adına Batı taraftarı kampa karşı korumak gerekliliğine yaslanan bir siyasi hat benimsemiş durumda. Öyle anlaşılıyor ki, hareket şiddeti de içeren politikasına rağmen himaye edilmesi karşılığında, Erdoğan’ın savunusuna soyunmuştur.
· Hizbullah/Hüda-Par: 1990’lı yıllarda devletin Kürt hareketine karşı kullandıktan sonra 2000’de Abdullah Öcalan’ın ele geçirmesinden sonra gereksizleştiği için ezdiği Hizbullah’ın canlandırılması, Kürt sorununun özgül karakteri dolayısıyla daha erken başlamış. Hizbullah yöneticileri, 2011 yılında, burada girmemiz gerekmeyen bir hukuki mekanizma aracılığıyla hapisten salıverildikten sonra illegaliteye geçiyor. Ama hareketin partileşmesi 2013’te oluyor. Ve ne tesadüftür ki, Gezi ile başlayan halk isyanı kontrol altına alınır alınmaz (Eylül), Ekim ayında Erdoğan (daha sonra Salih Mirzabeyoğlu vakasında olduğu gibi) bu partinin lideri Zekeriya Yapıcıoğlu’nu kabul ediyor ve görüşüyor. Hüda-Par’ın, kendisi ne kadar yadsısa da eski Hizbullah’ın devamı olduğuna, işlevinin Kürt hareketine karşı bir düşman geliştirmek ve gerektiğinde ona karşı harekete geçirilmek olduğuna hiç kuşku yok. Nitekim 6 Ekim 2014’te Kobani serhildanı başlar başlamaz devlet Hüda-Par’ı, milyonlarıyla sokağa çıkan halkın önüne sürerek mücadeleyi şiddete sürüklemiştir. Böylece bir halk isyanı iki silahlı güç arasında basit bir hesaplaşmanın kanallarına yönlendirilmiş, Türkiye’nin geri kalanına (medyanın da yardımıyla) böyle sunulmuştur.
· Türkmen birlikleri: Son aylarda MİT'in aktif girişim, katılım ve desteğiyle Türkiye-Suriye sınırında faal bir silahlı güç olarak harekete geçen bir dizi birliğin, Irak ve/veya Suriye Türkmenlerinin kendilerini savunmak için geliştirdiği örgütlenmeler olduğu izlenimi verilmeye çalışılıyor. Sultan Murat Tugayı, Fatih Tugayı, Sultan Abdülhamid Tugayı, Sultan Yavuz Selim Tugayı gibi adların seçilmesinin bu ülkelerin Türkmenlerinin Osmanlı’yı yeniden canlandırma iddiasından ziyade, kendine bağlı çeteleri “Osmanlı Ocakları” adıyla örgütleyen ve Osmanlılık kavramını fetişleştiren Erdoğan kampının işine benzediği kuşku götürmez.
Uluslararası müttefikler
Bu beş güç dışında, Erdoğan kampının uluslararası alanda da askeri kuvvete sahip bazı güçleri de Gezi ile başlayan halk isyanından bu yana adım adım müttefiki haline getirme çabasına giriştiği gözle görülüyor.
Bunlardan biri kendi özel silahlı gücüne (peşmergeler) sahip olan Barzani ve önderi olan KDP’dir. Barzani’nin Diyarbakır’a davet edilmesinin 2013 Kasım’ında, yani Gezi ile başlayan halk isyanının sönümlenmesinin hemen ardına rastlayan bir dönemde olması rastlantı olarak mı görülecek?
Böyle düşünüldüğünde belki de DAİŞ’in doğuşunun tarihi bile anlamlıdır. Bilindiği gibi, DAİŞ’in şimdiki lideri El Bağdadi 2006’dan beri Irak’ta faalken, 2013 ortasında El Kaide’nin Suriye seksiyonu gibi çalışan El Nusra Cephesi ile birleşmiş, ancak sekiz aylık bir iç mücadeleden sonra 2014 başında El Kaide’den bütünüyle koparak kendi başına bir örgüt haline gelmiş, Haziran 2014’te ise Musul’u ele geçirerek kendi halifeliğini ilan etmiştir. Gezi ile başlayan halk isyanının ve 2012’den itibaren Kürt sorununun dengelerini yeniden tanımlayan Rojava’nın varlığının bu ayrışma ve oluşumdaki etkisini ancak tarihçiler bütün boyutlarıyla açığa çıkarabilecektir.
Bir yıllık ya da belki de daha geriye giden ittifak ilişkisinden sonra Türkiye devleti ile DAİŞ’in arası bugün en hafif ifade ile gerginlik ve belirsizliklerle doludur. Biz iki tarafın da birbirinden tam koptuğunu sanmıyoruz. İttifak bir süre sonra tekrar kurulabilir. Ama öyle olmasa bile unutulmasın ki DAİŞ’le ilişkiler gerildikten sonra Türkiye bu sefer de El Nusra’nın da işbirliği içinde olduğu Fetih Cephesi ile çok yakın ilişkiler geliştirmiştir.
AKP’nin geleceği
AKP’nin 5. Kongresi’nin partiyi bir yol ağzına getirip bıraktığı çok açıktır. Eylül 2012’de toplanan bir önceki olağan kongre bir bakıma cumhurbaşkanlığına hazırlanmakta olan Tayyip Erdoğan’ın partiye veda kongresi gibi idi. Erdoğan cumhurbaşkanı seçildikten sonra Ağustos 2014’te düzenlenen olağanüstü kongre ise, Erdoğan’ın kendine emanetçi olarak Davutoğlu’nu belirlediği bir geçiş kongresi. 5. Kongre Ahmet Davutoğlu’nun bile Tayyip Erdoğan’ın emir eri olmasının çok güç olduğunun anlaşıldığı bir yıllık bir dönemden sonra, Davutoğlu’nun muhtemelen son kez başkanlığa seçildiği, ama parti yönetiminin geri kalanının bütünüyle Erdoğan’ın tekelinde toplandığı kongre olmuştur. Kongre öncesinde Davutoğlu’nun yaptığı MKYK ve MYK listelerini beğenmeyen Erdoğan’ın Davutoğlu’na alternatif olarak özel olarak hazırladığı ve yedek kulübesinde tuttuğu Binali Yıldırım’ı genel başkanlık için ileri sürdüğü, kısacık bir süre içinde Yıldırım’ın başkanlığı için toplam 1350 civarındaki delegenin 900’ünün imzasının toplandığı neredeyse doğrulanmış bir bilgidir. Kongre sonrasında gazeteciler Davutoğlu’na Binali Yıldırım için imza toplanması meselesini sorduklarında Davutoğlu bunu yalanlayamamış, sadece “ben 1353 delegenin tamamının oyunu aldım ya, ona bakarım” mealinde bir cevap vermiştir. Davutoğlu’nun aldığı bu oylar ödünç oylardır. Teşekkür konuşmasını bomboş salona yaptığı Gerçek sitesinde daha önce saptanmıştı! Bir genel başkanın oybirliğiyle yeniden seçildiği halde kongreyi kaybettiği ilk örnek budur herhalde tarihte!
5. Kongre’den çıkan AKP yönetimi, Binali Yıldırım’ın başında oturmadığı bir Binali Yıldırım yönetimidir. Eski MKYK’nın (Merkez Karar ve Yönetim Kurulu) 50 üyesinden 31’i, MYK’nın (Merkez Yürütme Kurulu) ise 11 üyesinden 9’u yerinden olmuş bulunuyor. Gül-Arınç hizbi parti yönetiminden neredeyse bütünüyle tasfiye edilmiştir! Milletvekili listelerinin oluşumunda 7 Haziran'da üç dönem kuralına takılan ve Erdoğan'a görece mesafeli duran bir dizi eski kadro ile durumu dengelemeye çalışsa da (Ali Babacan, Cemil Çiçek, Recep Akdağ, Mehmet Şimşek, Beşir Atalay, Mehmet Ali Şahin bu isimlerin önde gelenleri) Davutoğlu’nun genel başkanlıktan uzaklaştırılması bir fiskeye bakar!
Ama Erdoğan’ın 5. Kongre’de parti yönetimini kendine biat etmiş unsurlarla doldurmuş olması, zaferinin kesin olduğu anlamını taşımıyor. Abdullah Gül, Türkçe’deki “saman altından su yürütme” deyimine tarihte en uygun siyasi yöntemle AKP Genel Başkanlığı’na hazırlanıyor. Seçimin hemen ertesinde, AKP’nin yaşadığı yenilgi ortamında, danışmanı Ahmet Sever’in kitabı kılığında ve bu kitapla ilgili olarak Hürriyet gazetesine verilen demeç aracılığıyla kendini, Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’a alternatif lideri olarak aday göstermişti. Şimdi de Osmanlı Ocakları’nın Hürriyet gazetesine iki kez saldırması, Boydak ailesinin cemaat bağlantıları dolayısıyla baskı altına alınması ve 5. Kongre’de yaşanan operasyondan sonra NTV kanalının özel programıyla kendini yeniden gündemin merkezine oturtmuştur.
Öyleyse, Davutoğlu bir “kararsız denge” durumundadır. Bir koninin tepesine yerleştirilmiş bir küre gibi, hangi yönde aşağı düşeceği belli olmayan bir geçici olgu haline gelmiştir. Bir yandan Binali Yıldırım, öte yandan Abdullah Gül tarafından sıkıştırılıyor.
Şayet bu yarışı Binali Yıldırım kazanırsa AKP Erdoğan’ın önderliğindeki kampın araçlarından biri olmaya devam edecektir. Önemi azalmıştır, çünkü Tayyip Erdoğan artık iktidarını daha başka yapılara ve yöntemlere dayandırmaya yönelmiştir. Ama elbette AKP Binali Yıldırım aracılığıyla Erdoğan’a biat etmişler partisi olarak kalırsa, “reis”in gücü pekişecektir.
Şayet bu mücadeleyi Gül kazanırsa, Erdoğan’ın bugün zaten zayıf olan konumu daha da sarsılacaktır. Öyle bir durumda seçme şansı kalmayacaktır, başka araçlara başvurmak zorundadır. “Durmak yok”tur çünkü iktidarını yitirirse bir kenara çekilmesi ve anılarını yazması değil, yargılanması ve cezalandırılması gündeme gelebilir. İşte bu yüzden AKP’yi yitirme tehlikesi karşısında, şimdi kurmakta olduğu yeni iktidar dayanakları, yani sokak gücü çok daha büyük bir önem kazanacaktır.
Elbette bir başka olasılık daha vardır: AKP’nin bölünmesi. Arınç kongre öncesinde kendisiyle televizyonda yapılan görüşmede “bizi imtihan etmesinler” demiş, kopma tehdidi savurmuştur. Ama Gül-Arınç hizbi şimdilik kopmak için değil, partiyi ele geçirmek için mücadele ediyor. Ancak, kazanamazlarsa ayrılabilirler. Kazanırlarsa Erdoğan müritleri ayrılabilir. AKP’nin geleceği kara bulutlar içinde sarmalanmıştır!
Boynu kıldan ince!
Hürriyet gazetesi Osmanlı ahfadınca basıldığında güruhun başında bir de milletvekili vardı. Kalabalığa hitap etti, saldırganca konuştu. Ardından daha kapalı bir topluluğa söylediği bir söz de medyaya sızdı. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin için “Terliyor merliyor” diyerek, “bunlar dayak yememiş hiç... Bizim hatamız bunlara zamanında dayak atmamak olmuş” diyor.
Bu şahsiyet bütün bu saldırganlığın hemen ertesinde AKP 5. Kongresi’nde kongre divanına seçilerek ödüllendirildi. Ama bu olaydan sonra söz konusu şahsın milletvekili listesinden adının silindiği görüldü. İşte size mücadelenin resmi: Abdürrahim Boynukalın çok ileri gidince hizaya getirildi. Ama kendisi gayet pişkin şekilde gençlik üzerinde çalışacağı için milletvekilliğinden kendi isteğiyle çekildiği yolunda bir demeç vermiş.
Erdoğan’ın önderliğindeki siyasi hareket böyle dikkat çekici biçimler altında kabuk değiştiriyor. İleride bu konunun izini sürmeye devam edeceğiz. Ama şimdiden bir şeyin altını çizerek bitirelim: Erdoğan iktidar meselelerine hiç de parlamentarist yöntemlerle yaklaşmıyor. Seçim yitiriyor, saymıyor. “Çözüm süreci” kuruyor, savaş çıkarıyor. Şiddeti yöntem benimsemiş örgütleri kendine taban yapmaya yöneliyor.
Erdoğan’ın fedaisi Abdürrahim Boynukalın şöyle demiş Hürriyet baskını akşamı: “1 Kasım seçimlerinden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, seni başkan yaptıracağız!” Güzel söylemiş, Erdoğan’ın yeni politikasını mükemmel özetlemiş!
İşçi hareketinin, ezilenlerin hareketlerinin, solun bunun sonuçlarını çıkarması yakıcı hale gelmiş bulunuyor.