Post-liberalizm ya da Seul sonrası kapitalizm*

Bu yazı 16 Kasım 2010 tarihinde BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.

Britanyalı Marksist tarihçi Eric Hobsbawm 1930’ların bunalımlı yılları hakkında yazdığı bir yorumda, ‘Büyük Çöküş’ün yol açtığı felaket ve yönsüzlük duygusunun, işadamları, ekonomistler ve politikacılar arasında kitleler arasındaki benzer duygulardan daha büyük’ olmasına dikkat çeker. Benzer bir yorum yaşamakta olduğumuz 2010’ların bunalımlı yılları için de yapılabilir. Bugün de bir dizi felaketle boğuşan kitleler, umutsuzluk ve karamsarlık içinde yönlerini kaybetmiş görünmektedirler. Ancak, onlardan daha umutsuz, daha karamsar ve yönlerini daha çok kaybetmiş olanlar, aslında, ‘işadamları, ekonomistler ve politikacılardır’. Güney Kore’nin başkenti Seul’da düzenlenen son G20 zirvesinden yansıyan görüntüler, birçok farklı açıdan olabileceği gibi, bu şekilde de yorumlanabilir. Aşağıda ayrıntılarıyla tartışacağımız gibi, Seul sonrası döneme, şimdilik, post-liberal dönem denebilir.

Çözüm liberalizmde değil

Peki, politikacılar, işadamları ve ekonomistlerin kitlelerden daha derin bir karamsarlık ve yönsüzlük içine düşmelerinin sebebi hikmeti nedir? Hobsbawm’ın 1930’lu yıllara dair işaret ettiği nedenler, meselenin genel anlamda özünü ortaya koymaları bakımından bugüne de ışık tutabilir. Şimdi sözü Hobsbawm’a bırakalım, ancak usta tarihçinin burada aktardığımız görüşlerini sanki günümüzü anlatmak için yazılmış gibi okuyalım: ‘ . . . , yoksul insanlar kendi mütevazı ihtiyaçlarının karşılanacağını daima umut edebildikleri için bu beklenmedik [felaketlere] siyasal bir çözüm bulunacağından –solda ya da sağda- kuşkuları yoktu. Ekonomik konularda karar alanların kehanetini böylesine dramatik hale getiren, eski liberal ekonominin çerçevesi içinde herhangi bir çözümün olmayışıydı.’ Seul’dan sonra, bizlerin de benzer bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmıştır.

Devlet başkanları ile şürekasının Seul’da dile getirdikleri ‘kehanetlerini’ yakından izleyenler, son üç yılda yaşadıklarımızdan daha zor günlerin hızla yaklaşmakta olduğunu anlamakta güçlük çekmemiş olmalılar. Devlet başkanlarının demeçlerini Hobsbawm’ın diline tercüme edersek, ortaya çıkan tablo şu: Eski liberal ekonomi modeli artık çalışmamaktadır. Liberalizm iflas etmiş, devletçi ekonomi modeli beklenmedik bir şekilde fiili olarak hakim hale gelmiştir. Politikacıların sözleri (liberalizm) ile özleri (devletçilik) artık bir ve aynı şeyler değildir. Bir başka deyişle, politika ideolojiden kopmuş, bu ikisi karşıtlık içeren çelişkili bir ilişki içine girmiştir.

Görünür el görünmez elin yerine geçiyor

G20’yi takiben düzenlenen APEC zirvesinde söz ile öz, ideoloji ile politika birbirlerine yakınlaştırılmaya çalışılmıştır. Söz konusu yakınlaştırma, sözün mevcut durumdaki öze doğru yakınlaştırılmasıdır. Bu eylemin gerçek sahibi ve savunucusu Başkan Obama görünümündedir. Obama, hiçbir devletin ulusal krizini ABD’yi ihracat pazarı olarak kullanıp, aşabileceğini ümit etmemesini salık vermiştir. Bu sözler, daha düne kadar liberalizmin yılmaz savunucusu görünümünde olan bir devletin başkanı tarafından söylenmiştir. Uluslararası büyük medya ile temkinli iş dünyası temsilcileri ve tanınmış ekonomistler, bu trajik dönüşümü ince analizlerle yumuşatmaya çalışmışlarsa da, bundan böyle geleceğimizin serbest piyasanın görünmez elinde değil, devletlerin görünür elinde olduğunu ilan etmek zorunda kalmışlardır.

Peki, günümüzün iktisadi sorunları ‘eski liberal ekonominin çerçevesi’ içinde kalınarak neden çözülememektedir? Dünya tarihinin son otuz yılına damgasını vuran liberalizm, bugün geldiğimiz noktada neden herhangi bir umut sunamamaktadır? Bu soruların yanıtını, dünyanın sadece iki devletten, ABD ve Çin’den, oluştuğu basitleştirici varsayımı altında vermeye çalışacağız. Bu şu anlama geliyor: Üst bir soyutlama düzeyinde analizimizde Çin, ABD dışındaki dünyanın geri kalanını temsil ediyor. Diğer devletleri ve bölgeleri analize dahil ettiğimizde, vardığımız genel sonuçların değişmeyeceğini, geçerken, vurgulayalım. Aşağıda, ilk önce ABD ve Çin arasındaki iktisadi ilişkilerin sorunsuz bir şekilde sürdüğü yakın geçmişimizin belli bir tasvirini, yerimiz el verdiğince, sunmaya çalışacağız. Bu sorunsuz gibi görünen dönemde, liberalizm, yani mal ve sermaye akımlarının devletler tarafından denetlenmemesi ilkesine dayanan ideoloji ve politika, sadece çalışmakla kalmayıp, umut dahi vaat etmektedir. Daha sonra, ABD’de 2007’de baş gösteren bunalımın, son üç yıl zarfında ABD ekonomisinde yarattığı iktisadi sonuçların bazılarını, Irving Fischer’in ‘borç-deflasyon teorisine’ bağlı kalarak ayrıştıracağız. Bu çözümleme, bize, ABD’de bugün için aşılması gereken temel sorunun deflasyon yani fiyatların düşüşe geçmesiyle tetiklenen bir durgunluk durumu olduğunu görmemize imkan sağlayacak. Bu koşullar altında, ABD’nin ideolojik ve politik yöneliminin devlet müdahalesiyle reel sektörü canlandırma girişimi olmak zorunda olduğunu ileri süreceğiz. Yani, liberalizmin artık çalışmadığını ileri süreceğiz. Kısacası, giderek bir zarurete dönüşen bu yönelimin, kaçınılmaz olarak, ABD mali sektörünün ABD reel sektörüne kaynak aktarmasını zorunlu hale getirecek olan politik koşulların yaratılmasını öngördüğünü ileri süreceğiz. Obama’nın G20 ve APEC zirvelerinde söylediklerinin meali budur, diyeceğiz.

Görünmez elin altın dönemi

Bunalım öncesi yıllara dönersek, o günlerde ABD ve Çin arasında belli bir iş bölümünün var olduğunu görebiliriz. ABD, Çin’den mal ithalatı yapmakta, sürekli ticaret açıkları vermekte, Çin ise oluşan ticaret fazlalarıyla ABD’den devlet tahvilleri almaktadır. Kısacası, ABD, Çin’den sürekli borçlanmaktadır. ABD’de ithalat talebi, mali sektörün yarattığı kredi-borç genişlemesinin sonucunda oluşan konut ve şirket değerlerinin yapay olarak şişirilmesiyle canlı tutulmaktadır. ABD ekonomisinin büyümesini ve dolayısıyla Çin’den ithalatını sürdürülebilmesi kredi-borç genişlemesini sürdürebilmesine bağlıdır. İlişkinin diğer yüzündeki Çin’in büyümesini sürdürebilmesi de sonuç olarak bu koşula bağlıdır. Verili iktisadi ilişkinin sürdürülebilmesi içinse, liberalizmin sadece sözde değil, özde de benimsenmesi gereklidir. Tek umut liberalizmdedir! IMF, bu misyonu başarmak azmiyle icraatlarına canla başla devam etmektedir. Çin ise, şevkle olmasa da liberalizmi savunur gözükmektedir.

Ancak, dönem ‘aşırılıklar’ dönemidir. Toplumların bekası görünmez ele tümüyle teslim edilmiş, başta ABD olmak üzere dünya genelinde trilyonlarca dolar değerinde borç yaratılmıştır. Bu büyüklükte bir dolar genişlemesi doların değerinin düşeceği yönünde bir beklenti oluşturmuştur. Ne var ki, garip bir şekilde, Çin dolar rezervlerini artırmaya devam etmektedir. Yani, Çin, ABD devlet borçlarını almayı sürdürmektedir. Bunu görenler, tabiri caizse, altın yumurtlayan bir kaz bulmuşçasına, borçlanma temelinde süren oyunun ilelebet süreceğine dair boş bir inanç geliştirmişledir.

Görünmez elin iktidarı sarsılıyor

2007 yılı söz konusu boş inancı sarsan bir takım gelişmelere tanıklık etmiş, 2008 yılında ise umut yerini büyük bir güvensizliğe bırakmış, batan yatırım bankalarının kurtarılması neticesinde boş inanç 2009’da bir nebze tazelenmiş, ancak 2010’un sonuna doğru güvensizlik tekrar tecelli etmiş ve bunalımın daha henüz aşılamadığı ayan beyan konuşulur olmuştur. Bu evrimsel sürecin her noktasında belirleyici olan, ABD’nin iktisadi durumudur. ABD’de işler kötüye gidince, boş inanç sarsılmakta, tersi durumda, güven artmakta, boş inanç tazelenmektedir. Burada sözünü ettiğimiz boş inanç, hiç şüphesiz, liberalizme olan inançtır.

Bundan sonrasını, Irving Fischer’in Econometrica dergisinde 1933 yılında yayınlanmış ‘Büyük Depresyonların Borç-Deflasyon Teorisi’ başlıklı klasik makalesindeki görüşlerine dayanarak yorumlayalım. Fischer’e göre, borç ve deflasyon arasındaki ilişki ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasını, yani işsizliğin ve iflasların yükselmesini bir dizi mantıksal nedene dayanarak açıklayabilmektedir. Diyelim ki, bugün olduğu gibi ekonomide aşırı miktarda bir borç stoku birikmiş olsun. Böyle bir ekonomide borç verenlerin ya da borç alanların ya da her ikisinin birden herhangi bir nedenden dolayı ürkmesi ile tetiklenen, borçların tasfiyesi (likidasyon) sürecine girilebilir. Borçların likidasyonu, haciz yoluyla ele geçirilen ya da halihazırda elde tutulan varlıkların (mesela konutların) likit olmayan piyasalarda (mesela konut piyasasında) satışına yol açabilir. Bu satışlardan elde edilen likitle, banka kredilerinin ödenmesi bir süre devam eder. Bu süreçte paranın dolaşım hızı yavaşlarken, banka mevduatlarında ve bunlardan türeyen parada bir azalma yaşanır. Bu eğilim, fiyat düzeyinin (örneğin, konut fiyatlarının ortalama düzeyinin) düşmesine, dolayısıyla paranın değerinin yükselmesine yol açar. Eğer, bu durumu tersine çevirecek bir gelişme olmazsa, fiyatların düşmesi şirketlerin net değerinde bir düşmeye neden olur. Net değerleri düşen şirketler hızla iflas etmeye başlarlar. Bu süreçle paralel olarak şirketlerin karları düşmeye devam eder. Kapitalist bir ekonomide karların düşmesi, yatırımların, üretimin ve istihdamın düşmesiyle sonuçlanır. Süreç boyunca yükselmekte olan güvensizlik, kötümserlik ve korku, paranın piyasadan daha fazla çekilmesine, dolaşım hızının daha da düşmesine yol açar. Bütün bunlar olurken, reel faizler yükselir, durgunluk piyasa aktörlerinin girişimleriyle çözülemeyecek bir aşamaya erişir. İşte böylece liberalizm bitmiş olur. Dolayısıyla devletin görünür elinin devreye girmesi genel bir beklenti haline gelir. Bugün ABD’nin durumu Fischer’in çizdiği tabloyla benzerlikler içermektedir.

Görünür el kurtuluş yolu arıyor

BirGün okuyucuları ABD’de deflasyonist bir sürecin yaşandığını çeşitli defalar okudular. Konut fiyatlarındaki durdurulamayan düşüş, bu genel eğilimin belki de en önemli göstergesi. Buna durdurulamayan şirket iflaslarını da ekleyince, Fischer’in teorik dünyasıyla ABD ekonomisinin gerçek dünyası arasında ciddi paralellikler olduğu anlaşılıyor. Dahası buna şunlar da eklenebilir: Epeyce bir zamandır ABD’de paranın dolaşım hızı yavaşlıyor, yatırımlar ve tüketim düşüyor. İstihdam artmıyor. Bankalar ABD’lilere kredi açma konusunda isteksizliklerini sürdürüyorlar. Sonuçta ABD hızla durgunluğa girme noktasına yaklaşıyor. Bu sonuç, sadece 2008-2009 yılları arasında gerçekleştirilen banka kurtarma operasyonlarının değil, liberalizmin de çalışmadığını kanıtlıyor.

Peki, şimdi ne yapılacak? ABD merkez bankası FED, devlet tahvillerini satın alacak, piyasaya yeniden milyarlarca dolar akıtacak, Çin ve dünyanın geri kalanı ise IMF’nin bir süredir dillendirdiği gibi, sermaye hareketlerine denetim getirecekler. Bu koşullar sağlanabilirse, ABD mali sektörü daha zor sermaye ihraç edebileceğinden, bundan böyle daha çok ABD’deki yatırım, üretim ve tüketimi finans etmek zorunda kalacak. Yani, ABD’deki devlet müdahalesi bundan böyle mali sektörü değil, reel sektörü önceliyor olacak. Bu yapısal ilişki ile bağlantılı olarak Çin ve diğer ülkeler ABD’ye yaptıkları ihracatı azaltırlarsa, ABD’de durgunluğun aşılması ihtimali oldukça yükselmiş olacak. İşte, Seul’dan sonra, ABD’nin gözünden bakınca, ortaya çıkan post-liberal dünya böyleymiş gibi görünüyor.

 

Karamsar olmaya hiç gerek var mı?


Bu yazıdaki fikirleri geliştirebilmeme imkan sağlayan değerli katkılarından dolayı, Sabri Öncü’ye teşekkür ederim.