Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu’nda devrimci Marksizmin sesi
11-13 Mart günleri arasında Polonya’nın Wroclaw kentinde toplanan Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu, bir yarım yüzyıl boyunca bürokratik işçi devletlerinin var olduğu bu coğrafyada Marksizmin sesinin yeniden duyulmasına olanak sağladı. Ama bu sefer Marksizmi Stalinizm değil devrimci Marksizm temsil ediyordu.
Forum, 11 Mart’taki açılış oturumundan sonra (bkz. Devrimci İşçi Partisi Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu’nda) iki gün boyunca çok çeşitli konularda paralel oturumlara ve ana oturumlara sahne oldu. Tartışılan konular arasında, Orta ve Doğu Avrupa’nın militarizasyonu ve NATO’nun rolü, bölgede yükselen ulusçuluk ve faşizm, feminizmin başka sosyal mücadelelerle ilişkisi, bürokratik işçi devletlerinin çöküşünün olumsuz sonuçları, Doğu Avrupa’nın dünya kapitalizminin çevre bölgesi haline geliş süreci, işçi mücadeleleri, bir ayrı oturumda sendikalar ve toplumsal hareketler, mülteci/göçmen akını karşısında Doğu Avrupa’nın tepkisi gibi konuların yanı sıra geleceğin mücadeleleri ve program sorunları da tartışıldı. Doğu Avrupa’da siyasi bilincin yükseltilmesi ve Balkan Federasyonu programı konusundaki oturumlar bu amaca yönelik olarak düzenlenmişti.
Doğu Avrupa’nın AB’nin ve NATO’nun hâkimiyeti altına sokulması için uygulanan politikaların ele alındığı ilk oturuma, 2 Mayıs 2014’te, Maydan olaylarından yaklaşık iki ay sonra, Ukrayna’nın Odesa kentinde faşistlerin Sendikalar Evi’ni yakarak 44 solcuyu katletmesine ilişkin konuşma damgasını vurdu. Bu olay aynı zamanda Doğu Avrupa’da yükselmekte olan gericilik ve faşizmin de bir simgesi olarak öne çıktı. Bugün Macaristan ve Forum’un yapıldığı Polonya’da Türkiye’de AKP’nin kurmaya yöneldiği tipten istibdat rejimleri adım adım inşa ediliyor. Macaristan’da ikinci parti haline gelen açıkça Nazi Jobbik’ten sonra Slovakya’da tam da o günlerde yapılan bir seçimde Nazi referanslı bir parti ilk kez yüzde 10’a yakın oy aldı.
Ne var ki, emperyalizmin Doğu Avrupa’yı fethi projesi ağır çelişkilerle karşılaşıyor. Bunun en açık ifadesi ise AB’nin Ukrayna’yı ele geçirme çabasının ülke içinde bir iç savaş çıkarması. Donbas ve Luhansk’ta ilan edilen iki “ulusal cumhuriyet” de aynı oturumda ayrıntılı olarak tartışılan konular arasındaydı. AB ve NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru yayılmasına ilişkin oturuma, Gerçek okurlarının yabancısı olmadığı bir isim olan Ukraynalı Yuri Şahin de skype yoluyla katıldı.
Bürokratik işçi devletlerinin çöküşü
Forum’un en verimli oturumlarından biri Doğu Avrupa’da ve Balkanlarda 40 yıldan daha uzun bir süre boyunca varlığını sürdüren bürokratik işçi devletlerinin çöküş süreci ve bunun sonuçlarıydı. Bu oturumda birbirinden güzel sunumlar yapıldı. Polonya’dan iki konuşmacının yanı sıra Macaristan, Slovenya, Belarus ve komşumuz Bulgaristan’dan konuşmacılar kendi ülkelerindeki süreçleri ayrıntılı olarak ele aldılar.
Bu tartışmalardan çıkan bazı ortak noktalara çok kısaca değinmek yararlı olacaktır. Bütün konuşmacılar, burjuvazinin ve pişmanlık getirmiş eski Stalinistlerin iddialarının aksine, bürokratik işçi devletleri döneminde sanayi yapısının belirli bir güce kavuşmuş olduğunu, en önemlisi sosyal haklar bakımından o dönemin bugünkü durumla karşılaştırılamaz bir üstünlük taşıdığını ortaya koydular. Buna bağlı olarak, bürokratik işçi devletlerinin çöküşünden sonra işçi ve emekçi sınıfların yoksullaşması, yarım yüzyıl boyunca işsizliği tanımamış toplumlarda işsizliğin yükselmesi, eşitsizlikler ve kapitalizmin bütün başka illetlerinin nasıl ortaya çıktığı anlatıldı.
Konuşmacıların çoğu bu ülkelerin eski komünist parti üyeleri ya da o partilere yakın aydınlardı. Bu da konuşmaların bir noktada çok zayıf kalmasına yol açıyordu. 1989 çöküşünden önce bu ülkelerin güçlü sosyo-ekonomik yanları sayılıyor, çöküşten sonra ortaya çıkan kötü tablo betimleniyor, ama birinden ötekine geçişe neyin yol açtığı, bürokratik işçi devletlerinin neden çöktüğü konusunda tek bir kelime edilmiyordu. Ortada açıkça bir teorik boşluk vardı: işçi devletlerinin bürokratik olarak yozlaşması, bu yozlaşmanın kapitalist restorasyonun yolunu döşemesi, bürokrasinin bunun sonucunda burjuva sınıfını oluşturması bu aydınların ufkuna girememişti. Devrimci Marksizmin bu toplumların Marksist aydınlarıyla diyalogu bu bakımdan son derecede büyük önem taşıyor: Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu’ndan çıkartılacak en önemli derslerden biri de budur. Elbette bu aynı zamanda Rusya’nın, diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinin ve Çin’in Marksist aydınları için de geçerlidir. Wroclaw bu açıdan bir ilk adım olmuştur.
Kadınların kurtuluşu için mücadele
Bürokratik işçi devletlerinin çöküşü üzerine yapılan oturuma paralel olarak feminizmin başka toplumsal mücadelelerle ilişkisi üzerine bir başka oturum düzenlendi. Bu oturumda Tunus'tan, Polonya'dan ve Belarus'tan konuşmacıların yanı sıra Devrimci İşçi Partisi adına Armağan yoldaşımız bir konuşma yaptı. Yoldaşımız, Türkiye ve Kürdistan'da kadınların yaşadıklarından hareketle nasıl bir mücadele sorusuna yanıt vermeye çalıştı. Kadın emeğine yönelik saldırılara değindi, Ocak ayının sonunda kiralık işçilikle birlikte doğum izninin yeniden düzenlenmesinin kadın emeğini nasıl daha da esnek ve güvencesiz hale getirdiğini anlattı. AKP hükümetlerinin kadınların yaşamları ve bedenleri üzerinden yürüttüğü cinsiyetçi ve baskıcı politikaları ve bunlara karşı yükselen mücadeleleri aktardı. Savaşın kadınların sadece yaşamlarını tehdit etmediğini, savaşların en ağır bedelini hep kadınların ödediğini ifade etti. Kadına yönelik şiddetin ulaştığı boyutları ve buna karşı öz savunma örgütlenmeleri kurmanın önemini vurguladı. Bütün bunlara karşı kadınların artan öfkesinin Gezi ile başlayan halk isyanında, Kürt kadınların mücadelesinde kendisini gösterdiğini söyledi. Ancak erkek egemen kapitalist sisteme karşı da, emperyalizmin ve gerici iktidarların Ortadoğu'da yarattığı barbarlığa karşı da kadınların kurtuluşu hedefine emekçi kadınların öncülüğünde bir mücadeleyle ulaşılabileceğini belirtti. Konuşmaların ardından yapılan forum Armağan yoldaşımızın konuşması üzerine odaklandı. Soruların neredeyse tamamı yoldaşımıza yöneltildi. Bunun üzerine diğer konuşmacıların da önerisi ile yoldaşımız kalan 15 dakikalık sürede sorulara cevap veren ve perspektifimizi daha da derinleştiren ikinci bir sunum yaptı.
Mültecilerden kurtulmak değil, birlikte kurtulmak
Sosyal Forum'un son günü sabah düzenlenen paralel oturumlardan birisi mülteci sorunu bağlamında faşizm ve ırkçılık karşıtı mücadele hakkındaydı. Bu oturumda Macaristan'dan Matyas Benyik, ikinci parti konumundaki açıkça Nazi Jobbik'in yükselişi ve bu koşulların mülteciler açısından yarattığı tehdit üzerinde durdu. Slovakya'dan Tatyana Ondzikowa ise kendi ülkesinde hükümetin göçmenlere düşmanca yaklaştığını, bugüne kadar iltica talebi kabul edilen sadece dört kişi olduğunu belirterek kendilerinin psikolojik destekten çeşitli yardım kampanyalarına mültecilerle dayanışma faaliyetlerini anlattı. Avusturya'dan Hermann Dworczak ise Avrupa'da faşist partilerin yükselişine dikkat çekti ancak mültecilerle dayanışma faaliyetlerini de görmezden gelmemek gerektiğini belirtti. Geçtiğimiz yıl Viyana'da mültecilerle dayanışma amacıyla yaklaşık 60 bin kişinin katıldığı bir gösteri düzenlediklerini söyledi. Avrupa çapında ortak bir girişime ihtiyaç olduğunu vurgulayarak bunun için mülteci sorunu üzerine odaklanan bir konferans önerisi yaptı.
Bu oturumun son konuşmacısı ise Armağan yoldaşımızdı. Yoldaşımız, son bir yılda 800 insanın kendi topraklarından ayrılıp Yunanistan'a geçmek isterken öldüğü bir ülkeden geldiğini vurgulayarak sözlerine başladı. Bunun Suriye'yi barbar bir iç savaşa sürükleyen kapitalist uygarlığın trajedisi olduğunu ifade etti. Suriye'deki savaşın bugün yaşanmakta olan mülteci sorunu açısından etkisi ile AKP hükümetlerinin ve özellikle Erdoğan'ın bu savaştaki rolünü açıkladı. Suriyeli mültecilerin Türkiye'de son derece kötü koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mahkûm edildiğini, bu koşullar karşısında Avrupa'ya geçiş için her türlü yolu denediklerini, AKP'nin bugün Türkiye'de bulunan 2 milyondan fazla Suriyeli mülteciyi Avrupa Birliği'ne şantaj için kullandığını, milyonlarca insanın geleceğinin AB emperyalizmi ile AKP'nin kirli pazarlıklarının malzemesi haline geldiğini ifade etti. Bu pazarlıkların, varılan anlaşmaların ne Suriyeli mülteciler ne de Türkiyeli emekçiler için bir çözüm getirmeyeceğini, sorunun gerçek anlamda çözümü için mezhepçi, tekfirci örgütlerin ortadan kaldırılması, Suriye'deki savaşın sona ermesi ve emperyalizmin bölgeden def edilmesi gerektiğini vurguladı.
Yoldaşımız bugün mültecilerin acil ihtiyaçları için taleplerimizi yükseltirken, ırkçılığa ve faşizme karşı mücadele ederken, bu mücadeleyi sosyalizm mücadelesi ile bağlamak gerektiğini, çünkü emperyalist kapitalizm devam ettiği sürece mülteci sorununun nihai olarak çözümünün mümkün olmadığını söyledi. Bu sorunun ancak sosyalizmin dünya çapında zaferi ile ortadan kaldırılacağını, o gün insanların mecburiyetten değil, savaşsız, sömürüsüz, sınırsız ve sınıfsız bir dünyanın yeni kültürlerini keşfetmek için yollara düşeceklerini belirterek sözlerini tamamlandı.
Gerçek final
Sosyal Forum’un çalışmaları genellikle paralel oturumlar hâlinde sürdürüldü. Sadece hem Cumartesi, hem de Pazar günleri günün sonunda iki ana oturum vardı. Bunlardan Pazar günü yapılanı, tam da olması gerektiği gibi mücadele stratejisi sorununa hasredilmişti. Ama maalesef bu oturumun konuşmacıları Doğu Avrupa ve Balkanların sosyalizminin güncel zaaflarını en iyi temsil edenlerden seçilmişti. Kimi, “hep beraber olalım” demekten başka hiçbir şey demedi; kimi, bir ülkedeki somut bir deneyimi anlatmakla yetindi, bu deneyimin başka ülkeler için nasıl genelleştirilebileceğine bile değinmeden; kimi de çökmüş bir komünist hareketten arta kalanların nasıl bir dost grubu olarak toplandığını, yemek yediğini, şarklı söylediğini anlattı. Bu, çok başarılı bir Forum için çok hüzünlü bir bitişti.
Esas büyük tartışma Cumartesi günü bütün çalışmaların sonunda yapılan ana oturumda gerçekleşti. Geleceğin yolu üzerinde esas bu oturumda konuşuldu. Bu oturuma da damgasını vuran devrimci Marksizm oldu. Oturumun ana özelliği, ufkunu Doğu Avrupa ile sınırlı tutmaması, Batı Avrupa’yı, Akdeniz’i, Ortadoğu’yu, hatta Afrika’yı da kapsayan zengin bir enternasyonalist perspektifle düzenlenmiş olmasıydı.
Bu oturumda ilk konuşmacı Macaristan’dan Türkiye’de uzun yıllar Büyükelçilik’te görev yapmış olduğu için Türkçe’yi de konuşabilen bir dostumuz Matyas Benyik idi. Benyik 2015 yılında yapılan seçimler ışığında kendi ülkesindeki karanlık siyasi durumu anlattı. Ünlü Mısırlı Marksist-Maoist iktisatçı Samir Amin’in kurucusu olduğu Üçüncü Dünya Forumu’nu temsilen konuşan Bernard Founou, Afrika’nın nasıl hâlâ dünya sisteminin basıncı altında geri teknolojilere ve ürünlere mahkûm edildiğini anlatarak emperyalizm karşıtlığının neden çok önemli olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çek Cumhuriyeti’nden Jan Mayicek bütün Avrupa sathına yayılmış olan TTIP Karşıtı Komite’nin çalışmalarını anlattı. TTIP ABD ile AB arasında müzakereleri devam eden ve her iki emperyalist odağın emperyalist tekellerinin çıkarlarına “ulusal çıkar” kisvesi altında hizmet eden serbest ticaret ve yatırım anlaşmasının adı. TTIP Karşıtı Komite’nin başarılı çalışmaları Avrupa’da ciddi bir kitle muhalefetinin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Siyonist İsrail’e dönük boykot, yatırımların geri çekilmesi ve yaptırımlar uygulanmasını savunan uluslararası bir hareket olan ve Türkiye’deki faaliyetinde Devrimci İşçi Partisi militanlarının aktif görev aldığı BDS Kampanyası’ndan Thomas Maier de Filistin halkının özgürleşmesi uğruna yapılan çalışmaları anlattı.
Oturuma damga vuran konuşmacılardan biri Yunanistan’daki kardeş partimiz EEK’in genel sekreteri Savas Mihail-Matsas oldu. Matsas heyecanlı ve sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında çok geniş bir tablo çizerek dünya kapitalizminin çelişkilerinin farklı bölgelerin kaderini nasıl birbirine bağladığını ortaya koydu. Emperyalizmin kışkırttığı savaşların (başta Suriye olmak üzere, Afganistan, Irak, Libya) yol açtığı devasa mülteci/göçmen akımlarının Avrupa ile Ortadoğu ve Akdeniz’in gelişmelerinin karşılıklı birbirini koşullandırmasına yol açtığına işaret etti. ABD-AB bloku ile Rusya Federasyonu arasındaki gerilimin kuzeyden güneye uzun bir hattın oluşmasına yol açtığını belirtti. Emperyalizmin askeri gücünü sağlamlaştırdığı Baltık Denizi’nden, güya mülteci akımının kontrol altına alınması için Ege Denizi’nin NATO’nun kontrolüne verilmesine, oradan Rusya’nın Suriye savaşının ta içine kadar girmesine kadar bütün bir sorunlar dizisinin iki bloku karşı karşıya getirdiğini vurguladı. Matsas, AB’nin nasıl bir dizi çelişki içinde çöküşün eşiğine geldiğine de işaret ettikten sonra konuşmasını, Polonyalı büyük devrimci Rosa Luxemburg’a referans da yaparak çözümün ancak enternasyonalist sosyalizmde bulunabileceğini, bunun alternatifinin barbarlık olduğunu söyleyerek bitirdi.
Oturumun son konuşmacısı ise yoldaşımız Sungur Savran’dı. Yoldaşımızın konuşması kapitalizmin insanlığı kendi ürünü olan devasa krizler ve her yerde farklı biçimler alsa da yarattığı barbarlık eğilimleri aracılığıyla bir dünya savaşına sürüklemekte olduğu fikrine yaslanıyor, buna karşılık pasifizmin herhangi bir şekilde çıkar yol oluşturamayacağını, dünya savaşı eğilimine ancak sınıf savaşını ve devrimci mücadeleyi yükselterek karşı konulabileceği önermesini ileri sürüyordu. Savran konuşmasına Kürt halkının özgürlük arayışına cevaben uygulanan baskılara karşı salonu hep birlikte bir dayanışma göstermeye çağırarak başladı. Ağzına kadar dolu salon büyük bir alkışla Kürt halkına dayanışmasını ifade etmiş oldu. Yoldaşımız aynı zamanda 20. yüzyılın en büyük kadın devrimcisi Rosa’yı yetiştiren bu ülkenin aynı zamanda bürokratik işçi devleti döneminde Stalinist bürokrasiye karşı defalarca (1956, 1968, 1970, 1979-81) başkaldırmasını selamladı.
Yoldaşımız daha sonra konuşmasının esas konusuna yöneldi, ama konuşması ilginç bir şekilde kesildi. Daha önce Savas Matsas’ın konuşması sırasında da başka halklara yapılan güncel baskılara değinilirken ille Filistin’in de sözünün edilmesi için salondan yüksek sesle müdahale eden bir kadın katılımcı, Savran Kürt halkının son dönemde yaşadıklarına değinince yine “Filistin” diye bağırdı. Yoldaşımız bunu onayladığı halde konuşmacı kalkarak kürsüye geldi, söz almak istediğini kesin bir tavırla ilan etti. Savran kenara çekildi. Batı Avrupalı, sonradan Müslümanlığı benimsediği belli olan konuşmacı, Filistin’e ilişkin tek bir kelime söylemedi. Hedefi Marksizmdi. Kendisinin Müslüman bir kadın olarak ezilen bir azınlıktan olduğunu belirtti. Buna karşılık Marksizme bir din olduğunu söyleyerek saldırdı. Ve Marksistlerin parti fikrini reddeden sözler sarf etti. Birkaç dakika süren konuşmasının (programda adı olan konuşmacıların süresi azami on dakikaydı) bir aşamasında oturum başkanı Rus sosyalisti Aleksandır Buzgalin nazikçe “artık bitirseniz” deyince, bu sefer başka bir kadın katılımcı bunu protesto ederek salonu terk etti.
Yoldaşımız yeniden söz aldığında Marksizmin din olmadığını, din konusunda burjuva aydınlanma ideolojisinden farklı bir tutumu olduğunu ortaya koydu. Daha sonra konuşmasının ana temasına dönerek bugün barbarlığın karşısına çıkarılması gereken sosyalizmin aslında 2011’de başlayan devrimci dalganın gerçekliği üzerinde inşa edilebileceğini, ama esas sorunun öncünün inşası konusunda kafası bütünüyle karışık olan sosyalist harekette olduğunu belirtti. Konuşmasını her ülkede devrimci partiler ile bunları çatısı altında toplayacak bir Enternasyonal çağrısı yaparak bitirdi.
Enternasyonalizmi Doğu Avrupa’ya yaymak
Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu, Devrimci İşçi Partisi açısından bir gevezelik ortamı değildi. DİP bu etkinliği, gelecekte her düzeyde birlikte iş yapılabilecek, enternasyonalist damarın birlikte genişletilebileceği güçlerle ve kişilerle bir ilk temas ortamı olarak gördüğü için önemsiyordu. Forum öncesi hazırlıkları ve forum sırasındaki faaliyetlerini bu amaca göre planladı. Büyük bir RedMed pankartı ile DİP bayrağı, forumun ana salonuna giren katılımcıların gördüğü ilk manzara olurken, Devrimci İşçi Partisi militanları ile birlikte, EEK’li yoldaşlarımız da stantta yayınlarını tanıttı. Gerçek gazetesi’nin son sayısı ve Devrimci Marksizm’in çeşitli sayılarının yanı sıra, DİP’in olağanüstü kongresinde kabul edilen ve dünya soluna, yaklaşan emperyalist dünya savaşını devrimci sınıf savaşına çevirme çağrısı yapan bildirimizi ve göçmen krizine dair yayınladığımız bildiriyi İngilizce olarak katılımcılara ulaştırdık. Kürt halkına karşı yürütülen savaş ve Kürt coğrafyasındaki siyasi duruma dair bildirimiz ise, hem Türkçe hem Kürtçe olarak standımızda yer aldı. Çift dilli bildirimiz ne Türkçe ne Kürtçe bilen katılımcıların dahi ilgisini çekerken, kimi katılımcılar DİP’in çift dilli bildiri yayınlamasını etkileyici bularak ülkelerinde göstermek için yanlarına aldı. 2015 Temmuz’unda Atina’da düzenlenen Avrupa Akdeniz Konferansı’nın kararlarını da, İngilizce bir broşür olarak katılımcılara ulaştırdık. Bu broşür özellikle Balkan ülkelerinden gelen katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılaştı. Forum’un ikinci günü kent merkezinde düzenlenen yürüyüşte de DİP, kardeş partimiz EEK’le birlikte RedMed pankartı ile yer aldı. Pankartın arkası yürüyüş ilerledikçe hem forum öncesinde kurduğumuz ilişkiler hem de forum sırasında yeni tanıştığımız dostlarımızla kalabalıklaştı, RedMed adım adım yürüyüşün ana pankartlarından birisi haline geldi.
Tüm bu faaliyetlerin sonucu Macaristan’dan Belarus’a, Bulgaristan’dan Karadağ’a çeşitli ülkelerden sosyalistlerle sıcak bazı ilişkiler kuruldu. Bunların ne kadarının derinleştirilebileceği elbette zamanla görülecek. Ama şöyle söylenebilir: DİP ve EEK’in Rusya’da yıllardır kurulmuş, kardeşçe ilişkileri mevcuttur. Ukrayna’da kesintisiz temas içinde olduğumuz bir Marksist çevre mevcuttur. Polonya’ya doğru 2013-2015 arasındaki Avrupa-Akdeniz konferansları sırasında önemli bir adım zaten atılmıştır. Macaristan’a doğru bir adım atılmıştır. (Orta ve Doğu Avrupa Sosyal Forumu’ndan sadece iki hafta önce DİP Budapeşte’de mülteci sorunuyla ilgili bir konferansa katılmıştı. Bkz. DİP Budapeşte'de mülteci krizi toplantısında.) Balkanlarda Makedonya’da dostlarımız vardır. Şimdi eski bürokratik işçi devletleri coğrafyasında, hem eski Sovyet cumhuriyetlerinde, hem Doğu Avrupa’da, hem de Balkanlarda yeni ülkelerle ilişki kurmanın ve bunları geliştirmenin zamanıdır. Polonya’daki toplantı bu yolda önemli bir adım olmuştur.