No, you can’t!
Sungur Savran
Donald Trump dünyanın en güçlü devletini başına nihayet geçti. Önümüzdeki dönemde bir mücadelemiz de ona ve temsil ettiği güçlere karşı olacak. Üç noktayı hiç unutmamalıyız. Birincisi, ABD kendine özgü bir faşizme yelken açmıştır. İkincisi, bu değişim ABD hâkim sınıfları içinde ve dünya sisteminde çok derin bir bunalımın ve çatlakların habercisidir. Üçüncüsü, Trump ile birlikte dünya yeni, bilinmez ve hızla büyük felaketlerin doğabileceği bir döneme girmektedir.
Ön-faşizmin uluslararası karakteri
Trump ABD başkanlığı için yarışın sahnesine çıkıp da siyasi görüşlerini ortaya koyar koymaz biz onu “serseri mayın faşizmi” olarak tanımladık. Kimileri bu teşhisin çok aşırı olduğunu düşünüyor. Bunların önemli bir kısmı, Trump’ın seçilmesini bile beklemiyordu çünkü içine çoktan girmiş olduğumuz dönemin karakterini anlayamamışlardı. Seçilmesinden şoka düştüler, sonra da “normalleşecek mi, normalleşmeyecek mi?” diye papatya falı açmaya başladılar. İnsan bu dönemin “normal”inin Trump gibileri olduğunu anlayamazsa, tabii Trump’ın Reagan’a (1981-88) veya George W. Bush’a (2001-2008) benzemesini bekler. Sonra da düş kırıklığına uğrar!
Bu insanlar bizim faşizmden söz etmemizi bu kadar yadırgıyorlarsa, bunun nedeni Trump’ın daha önce Avrupa’da biriken faşist mayalanmanın bir ürünü olduğunu ve şimdi de o mayalanmaya büyük bir ivme verdiğini anlayamamış olmalarıdır. Dünyanın 2008’de içine girdiği Üçüncü Büyük Depresyon, neoliberal ve küreselci politikayı burjuvazi açısından savunulamaz hale getirdi. Ulusal ekonomiyi korumacılık yoluyla canlandırmaya, uluslararası ticaret anlaşmalarına ve bloklarına (AB, NAFTA vb.) karşı çıkmaya, uluslararası göç ve iltica hareketlerini işçi sınıfına ve emekçi halka düşman gibi göstermeye dayanan yeni bir proje, kimi yerde demokratik hakları ağır ağır ortadan kaldıran (Rusya, Macaristan, Polonya), kimi yerde ise eski sistemden bir kopuşu öngören siyasi hareketlerin muazzam bir yükselişine yol açtı.
Bu ikinci yol Fransa’da Le Pen’in önderliğindeki Front National (Ulusal Cephe), Britanya’da Brexit referandumunun en büyük kazananı olan UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi), Hollanda’da Müslüman düşmanı Geert Wilders’in Özgürlük Partisi, Almanya’da ise Alternative für Deutschland (Almanya için Seçenek) başta olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde mantar gibi çoğaldı son yıllarda. Bu akım da kendi içinde ikiye ayrılıyor: baştan açıkça faşist olanlar (Yunanistan’da Altın Şafak, Macaristan’da muhalefetteki Jobbik, Ukrayna’da “demokratik” (!) Maidan hareketinin ürünü birkaç hareket), bir de henüz faşist sıfatını tam olarak hak etmeyenler. Ama bu ikincisi de, her an faşizme dönüşebilecek özellikler taşıyor. Bunlara biz ön-faşist diyoruz. Gerek duyulduğunda, olanak bulunduğunda her an hızla faşistleşebilecek hareketler anlamında. Fransa’daki, Britanya’daki, Almanya’daki hareketler, İtalya’da Kuzey Ligası ve birçok ülkedeki benzerleri hep böyle.
İşte Donald Trump bu akımın ABD’deki, kendine özgü tonlar taşıyan temsilcisi. Partisi yok, dolayısıyla örgütlü bir hareket olan faşizmden çok köklü bir farklılık taşıyor. Biz de ona bu yüzden “serseri mayın faşizmi” diyoruz. Seçime Cumhuriyetçi Parti’den girdi, ama herkes biliyor ki aslında o partinin neredeyse bütün ağır topları Trump’tan ya yaka silkiyor, ya ona çarnaçar destek veriyor. Partisi olmamasının bir sonucu, kendi gericiliğine uygun bulduğu küçük ve katı şekilde gerici odaklarla ittifaka girmesi. Kendisine iç politika danışmanı yaptığı, Breitbart adlı “alt-right” (alternatif sağ) sitenin yöneticisi Steve Bannon’dan geçmişte siyahileri linç eden ırkçı Ku Klux Klan’a kadar! Öyle gerici bakan ve danışmanlar seçti ki Trump, parmağını ısırdı durumu anlayamayan birçok yorumcu!
Bugün Trump “inauguration” (taç giyme mi desek!) töreninde “Amerika über alles” dediyse (“America first”), Amerika dediğinde sesi “Amerikkka” gibi çıkıyorsa (Ku Klux Klan’ın üç k’sı bu), “iki basit ilkesi” koyu bir ekonomik milliyetçilikle tanımlanıyorsa (“Amerikan malı kullanmalı” ve “önce Amerikalı işçiye iş”), bunun için sınırları kapatmayı önermekte ısrar ediyorsa, devamlı Tanrı’ya referans yapıyorsa, İslam dünyasına düşmanlığını zor gizliyorsa, bunların hepsi Trump’ın Fransa’da Nisan-Mayıs aylarındaki başkanlık seçiminde ilk sırada görünen aday olan Marine Le Pen’den veya Hollanda’da Geert Wilders’ten farkı olmadığı içindir.
Trump dünyayı Amerika’nın kanatları altında tutmaya soyunmuştur, ama kendisi Avrupa’nın ön-faşizminin cazibesi altındadır.
Amerikan istihbaratının izlemesi altında bir başkan!
Bütün bu gericilik aslında dünyanın ekonomik, askeri ve kültürel-ideolojik bakımdan en güçlü emperyalist ülkesinin yaşadığı derin yarılma ve krizlerin ürünü olarak ortaya çıkıyor. ABD’nin reklamı çok yapılan demokrasisi artık tekliyor. FBI önce Demokrat Parti içindeki ön seçimlerin sonuna doğru bütünüyle uydurma gerekçelerle Clinton’ı aylardır hakkında sürdürülen e-mail suçlamalarından aklamıştır. Neden? Çünkü FBI o aşamada Clinton’ı kendine “sosyalist” diyen, ABD’nin “politik devrim” yaşamakta olduğunu iddia eden ve bu keskin tutuma rağmen ön seçimlerde 13 milyon oy alan Bernie Sanders’ın oluşturduğu tehditten kurtarmayı amaçlamıştı. (Sanders sonra kendi seçmenine ve davasına ihanet ederek Hillary Clinton’a destek vermiştir, o ayrı.)
Ama FBI başkanı Comey, Hillary Clinton’ı Bernie Sanders’dan kurtardıktan sonra Donald Trump’a kurban veriyordu. Seçimden sadece bir hafta önce herhangi bir gerekçe göstermeden, herhangi bir yeni delile değinmeden Clinton’ın (suçu bizce aşikâr olan) e-mail soruşturmasında çok ciddi noktalar olduğunu bir basın toplantısıyla seçim sürecinin ortasına bir bomba gibi yerleştiriyordu. Donald Trump’ın kazanmasında bu açıklamanın önemli rol oynadığını yadsıyacak tek kişi yoktur!
Trump böyle seçildi. Ama seçim sonrasında ABD’nin ana kurumlarıyla Trump arasında cepheden bir savaş başladı. Trump kampının seçimleri Rusya yönetiminin desteğiyle kazandığına dair iddialar yaygın. Zaten seçim sırasında yapılan “hacking”in failinin Rusya olduğunu Trump bile nihayet kabul etmiş gözüküyor. Bunun da ötesinde Rusların elinde Trump’ı şaibeli duruma düşüren, fahişelerle ilişkisine ait kasetler ve gayrimenkul operasyonlarını rüşvet olarak kullanma olaylarına ilişkin deliller içerdiği söylenen raporlar dolaşıp duruyor. Bir an durup düşünün: Bir başkan, ülkenin iki büyük düşmanından biri olan Rusya’nın (öteki Çin) yasadışı faaliyetleri sayesinde başa geldiyse o başkanın durumu ne olur? Böyle bir durumda “vatana ihanet” hükmü bile gündeme gelebilir. Rusya’nın yaptığı iddia edilen şey aslında bir tür “siber savaş”tır. Şayet Trump Rusya ile o aşamada işbirliği yaptıysa bu, sıradan bir Amerikan vatandaşının yabancı bir güce desteği anlamını taşır! İşte size “vatana ihanet”! Güç dengeleri fırsat verir vermez “azil” (“impeachment”) kurumu bile işleyebilir. Yeni bir Comey çıkar, yeni kanıtları ortaya serer. Trump görevi dün kabul etti ama başta ne kadar kalabilecek, o şüpheli. Buna karşılık, karşımızda seçimleri kaybetseydi sonuçları kabul etmeyeceğini söyleyen bir yeni politikacı tipolojisi var. Git denince gider mi? ABD, kendi kültüründe önemli yer tutan bir rodeo oyununa çıkmış gibi görünüyor!
Trump’ın başındaki bir başka bela, şirketindeki çıkarı ile başkan olarak çıkarı arasındaki potansiyel çelişki. Bu, en başından beri konuşuluyor: Bir ülke Trump’ın şirketine büyük kârlar vaat eden sözleşmeler önerirse, Trump bu ülke ile ilişkilerinde ne kadar sağlam ve tutarlı olabilecektir? Bu o kadar ciddi bir sorun ki sonunda Trump inşaat şirketi ile bağlarını kesmek üzere formül bulmak için kıvranıyor. Ama işi karıştıran başka şeyler var. Trump’ın üst düzey danışmanlarından biri, belki de başdanışmanı, kendisi de babadan devralma gayrimenkul zengini olan Jared Kushner. Yani Trump’ın damadı! New York Times, Kushner’in, Trump’ın seçimi kazandığının belli olduğu günün gecesinde New York Waldorf Astoria otelinin sahibi gizemli Çin şirketinin yöneticileri ile buluştuğunu ortaya çıkarttı. Bu ne telaş? Kushner Çin’e yatırım mı yapacak? Yoksa Çin’de kapitalistlerle birlikte emperyalizmin hâkimiyetini daha da derinleştirecek bir karşı devrim mi planlanıyor?
Kemerlerinizi bağlayın!
Bu bizi üçüncü noktamıza getiriyor. Trump ile ABD burjuvazisinin geleneksel kanatları arasındaki ilişki hakkında söylenecek daha çok şey var, ama yerimiz yok. Onun yerine okurlarımızı Trump’ın ABD başkanı olacağı bir dünya konusunda uyaralım. Trump, ABD’de korkunç bir gericilik atmosferinin adım adım yerleşmesini kışkırtacaktır. Sadece devlet tedbirleriyle değil, ABD halkının emperyalist ve “beyaz ırkın üstünlüğü”ne dayanan geleneksel (“white supremacist”) kültüründe gerici ne varsa, hepsinin kusulan pislikler gibi ortaya çıkmasına yol açacak bir siyasi, kültürel ve ideolojik atmosfer yaratarak. Trump, uygulayacağı milliyetçi ekonomik politikayla belki (o da belki!) başlangıçta ABD’de ekonomik faaliyetin canlanmasına katkıda bulunacaktır. Ama bu, birincisi, derhal, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın birçok yöresinde büyük krizlere yol açacak, orta vadede ise dünya ekonomisinin tepetaklak olmasıyla sonuçlanacaktır. Trump, Avrupa’yı ön-faşizmin ellerine teslim etmek için aktif bir faaliyet gösterecek, yarattığı atmosferle Le Pen’lerin büyük güç kazanmasına uygun bir ortamın doğmasına katkıda bulunacaktır. Trump, Ortadoğu’ya kristal dükkânına giren bir fil gibi dalacak ve İslam dünyası ile Batı dünyasının arasında gerçek bir yangın çıkarma riskini yaratacaktır. En önemlisi, Trump, Çin’e hem ekonomik alanda, hem de Tayvan, Güney Çin Denizi, Kuzey Kore ve benzeri birçok vesileyle siyasi alanda öyle bir taarruz edecektir ki, Üçüncü Dünya Savaşı hiçbir zaman olmadığı kadar yakınlaşacaktır.
Sath-ı müdafaa yeryüzü!
Çaresiz miyiz? Kemerlerinizi bağlayın dediysek uçak düşecek demedik! Üçüncü Büyük Depresyon sadece faşist ve ön-faşist hareketleri güçlendirmedi. Aynı zamanda, devrim ve isyan eğilimlerini de mahmuzladı. Trump, ABD’yi gericiliğin Disneyland’i haline getirmek istiyorsa, ABD’nin Sanders’la birlikte coşan işçilerinin, gençlerinin, siyahilerinin, baskı altına alınacak Latino’larının da bir söyleyeceği olacaktır. Latin Amerika’yı, özellikle Meksika’yı bir ekonomik krizin pençesine teslim edecekse, Latin Amerika işçi sınıfı ve yoksullarının da bir söyleyeceği olacaktır. Trump, Avrupa’da le Pen’leri kışkırtıyorsa, 2016’yı İş Yasası’na karşı sokakta geçiren Fransa işçi sınıfı ve gençliğinin, Yunanistan’ın, İspanya’nın, yarın İtalya’nın işçi sınıfının ve emekçilerinin söyleyecekleri olacaktır.
Trump, Ortadoğu’da Obama’dan da büyük cinayetler işlemeye geliyorsa bizim buranın işçi sınıfının, emekçilerinin, ezilen halklarının da bir söyleyeceği olacaktır!
Bizim şimdi birkaç yıl önce Gezi’ye katılan, ama örgüt düşmanlığı yaparak bu büyük halk isyanını zayıflatan, sonra işler kötüye gidince Trump’ın törende kullandığı deyimle “uygar dünya”ya kaçmayı en ilerici (!) politik çözüm olarak benimseyenlere bir çift sözümüz var: Aranızda tartışıyormuşsunuz, hangi ülkeye gitmeli diye. Aman ABD’ye gidin! “Müslüman Amerikalı” olursunuz, sonunda Trump size “buyurun toplama kampına” diyiverir. Kurtulmuş olursunuz “uygar dünya”da!
Yolunuz açık olsun! Biz Ortadoğuluyuz. En kadim uygarlığın topraklarını ne Trump’lara, ne de kendi kendini halife ilan etme meraklılarına teslim etmeye niyetimiz var. Metal işçisinin simgesi olduğu mücadele içinden bütün Ortadoğu emekçileriyle yürüyecek ve nice badireler atlatsak da sonunda kazanacağız! Avrupalısı, Amerikalısı, Rus’u ve Çinlisi ile de kucaklaşacağımız bir dünya kuracağız. Bunun için de ihtiyaç olan dünya partisini, Enternasyonal’i kurmak için savaşıyoruz!
Obama ilk geldiğinde size benzeyenler onun “Yes, we can!” (“yapabiliriz!” ya da “başarabiliriz!”) hamasetine pek kanmıştı. Obama’yı yere göğe sığdıramıyordu sizinkiler. Obama sekiz yılda ne yaptı, onu da konuşuruz. Ama işte öyle bir Amerika yarattı ki, onu Trump devraldı! Şimdi biz Trump’a dönüyoruz ve “No, you can’t” diyoruz. Yapamazsınız, yapamayacaksınız diyoruz!
“Onu durduramazsınız, siz kazanamazsınız” mı dediniz? O zaman vah sizin halinize!