DİP Budapeşte’de mülteci krizi toplantısında
Rosa Luxemburg Vakfı, Karl Polanyi Küresel Toplumsal Çalışmalar Merkezi ve Eszméletdergisinin 26-27 Şubat tarihlerinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de düzenlediği “Krizler ve mağdurları: Mülteciler, Göçmenler ve Mülteci Karşıtı Söylemler” başlıklı konferans, Avrupa’nın pek çok ülkesinden ilerici ve sosyalist aydınları bir araya getirdi. Avrupa emperyalizminin çıkmasında dolaylı veya doğrudan sorumluluk taşıdığı Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’deki savaşlardan kaçan mültecileri kabul etmemek için her şeyi yaptığı, Avrupa’da öteden beri önemli bir sorun olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının mülteci akınlarının ertesinde iyice yükseldiği bir dönemde toplanan konferansta mülteci krizinin güncel durumuna ve ilerici yoldan çözümüne ilişkin bakış açıları tartışıldı.
Konferansın ilk gününde Burhan Qurbani’nin yönetmenliğini yaptığı, 1992’de Almanya’nın Rostock kentinde ırkçı-faşist grupların mültecilere karşı giriştikleri saldırıları konu alan Wir sind yung, Wir sind stark (Biz genciz, biz güçlüyüz) filmi gösterildi ve ardından bir panel düzenlendi. Bu panelde Doğu Avrupa’daki bürokratik işçi devletlerinin 1989’da yıkılmasının ardından artan işsizliğin ve güvencesiz çalışma koşullarının yabancı düşmanlığı ile bağlantısı üzerinde duruldu. Milyonlarca Doğu Avrupalının Batı Avrupa ülkelerinde göçmen işçilik yaptığı ve yabancı düşmanlığından kendilerinin de zarar gördüğü ortaya kondu. Ancak, sendikaların ve solun göçmen işçileri örgütlemekte başarısız olması nedeniyle Doğu Avrupalı göçmen işçilerin özellikle Ortadoğu ve İslam ülkelerinden gelen işçileri emek piyasasında kendilerine rakip olarak gördüğü ve onlara karşı ırkçı önyargılar beslediği ifade edildi.
Konferansın ikinci gününde “Küresel ve Tarihsel Perspektiflerden Günümüzdeki Mülteci Krizi”, “Siyasi Eleştiri ve Siyasi Gelişmeler”, “Ulusal Perspektiflerden Günümüzdeki Mülteci Krizi” ve “Yerliler, ‘Yabancılar’ ve Bağlamlar” başlıklı dört ayrı panel yapıldı. Birinci panelde Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomik olarak Batı’ya bağımlı durumda olduğu, milyonlarca insanın Batı’da göçmen işçi olarak çalışan akrabalarının her ay gönderdiği paralar sayesinde yaşamını sürdürebildiği belirtildi. Doğu Avrupa’da yabancı düşmanlığının son dönemde yükselmesinin önemli nedenlerinden birinin Batı Avrupa’daki işgücü piyasasında Doğu Avrupalılar ve Avrupa dışından gelen göçmen işçiler arasında yaşanan rekabet olduğu vurgulandı. Sendikaların ve solun bu iki grubu sınıf çıkarları temelinde birleştirmekte yetersiz kaldığı vurgulandı.
İkinci panelde söz alan Yunanistan’daki kardeş partimiz EEK’in lideri Savas Mihail-Matsas, sürmekte olan dünya ekonomik krizi ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yaşanan savaşların ve artan mülteci sorununun doğrudan ilişkili olduğuna, Avrupalı emperyalist devletlerin mültecilere yaptığı dışlayıcı-ırkçı muamelenin 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Avrupa’da Yahudilere yapılan muamele ile çarpıcı benzerlikler taşıdığına işaret etti. Bir yandan Avrupa kalesi yabancıları içeriye almamak üzere tahkim edilirken, diğer yandan kriz nedeniyle çatırdayan AB’de milliyetçi-merkezkaç güçlerin yükseldiğini, pek çok AB üyesi devletin kendi sınırlarını askeri yığınak yaparak, mültecilere karşı kale gibi korumaya çalıştığını ifade etti. Yoğunlaşan savaşların ve şiddetlenen mülteci krizinin tek gerçekçi çözümünün yerli-yabancı-mülteci ayrımı yapmaksızın tüm işçilerin birlik ve mücadelesinde yattığını ifade etti.
Son panelde yerel halk ile mülteciler arasındaki ilişkilere ilişkin sunumlar yapıldı. Yoğun mülteci akınına sahne olan Yunanistan’ın Midilli adasına ilişkin yapılan sunumda adanın 1920’lerin başında Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan çok sayıda insana ev sahipliği yaptığı, yerli halkın ortak hafızasında mültecilik-göçmenlik deneyiminin önemli yer tuttuğu, bu nedenle yerel halkın önemli bölümünün mültecilere dostça davrandığı anlatıldı. Faşist Altın Şafak örgütünün mültecilere saldırdığı ama halkın önemli bölümünün bu saldırıları onaylamadığı ve mültecileri savunduğu belirtildi.
Konferansta Devrimci İşçi Partisi’nin mülteci krizine ilişkin yaklaşımı da açıklandı. Ulusal perspektifler konulu üçüncü panelde söz alan yoldaşımız, AKP hükümetinin Suriye politikasının şiddetlenen mülteci krizindeki sorumluluğunu ortaya koyan bir konuşma yaptı. AKP’nin yeni-Osmanlıcı, mezhepçi ve maceracı politikası nedeniyle Suriye’deki iç savaşı şiddetlendiren ana aktörlerden birisi olduğunu tespit etti. Suriye rejiminin kısa sürede yıkılacağını zanneden AKP’nin bir yandan silahlı İslamcı gruplara destek verirken diğer yandan mültecileri Türkiye’ye çağırdığını, artan mülteci akınını Batılı emperyalistleri ve Birleşmiş Milletler örgütünü rejime karşı (Libya’da Kaddafi’ye karşı yapılana benzer) bir askeri müdahaleye kışkırtmak için kullandığını ortaya koydu. Rejimin düşmemesinin bu hesapları boşa çıkardığını, şiddetlenen iç savaş nedeniyle mülteci akınlarının giderek arttığını ve resmi rakamlara göre hâlen 2,6 milyondan fazla Suriyeli mültecinin bulunduğu Türkiye’nin dünyanın en büyük mülteci kampı hâline geldiğini belirtti. Türkiye’nin Avrupa dışındaki coğrafyalardan gelenlere mülteci statüsü tanımadığını, bu nedenle gelen Suriyelilerin en temel haklardan mahrum olduğunu kaydetti. Mültecilerin %90’ının kamplar dışında, sefil koşullarda yaşadığını, işsizlikle boğuştuğunu ve çok düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığını ifade eden yoldaşımız, bu nedenle içerdiği tüm zorluklara ve tehlikelere rağmen çok sayıda mültecinin Avrupa’ya gitmeye çalıştığını belirtti. Büyüyen mülteci sorununun AKP hükümetinin en büyük fiyaskosu hâline geldiği bir dönemde Avrupa’da yükselen mülteci karşıtı dalganın onun yardımına yetiştiğini belirtti. Tayyip Erdoğan ile Avrupa Komisyonu başkanı Jean-Claude Juncker’in basına sızan görüşme tutanaklarının da açıkça kanıtladığı gibi, Türk devletinin AB’yi yeni göçmen dalgaları ile tehdit ederek tavizler koparmaya yöneldiğini, bu sayede AKP hükümetinin uluslararası alanda yerlerde sürünen prestijinin biraz olsun artmasının sağlanmaya çalışıldığını ifade etti. AB emperyalizminin mülteci dalgalarının önünü keserek Türkiye’nin dünyanın en büyük mülteci kampı statüsünün perçinlenmesi karşılığında AKP hükümetinin dozu giderek artan baskıcı politikalarına ses çıkarmadığını, Türkiye’ye biraz para yardımı yapmayı ve Schengen vizesi konusunda kolaylık sağlamayı taahhüt ettiğini kaydetti. AKP hükümetini geçici bir süre için ferahlatan bu taahhütlerin Avrupa emperyalizminin demokrasi, insan hakları söylemlerinin sahteliğini bir kez daha ortaya koyduğuna dikkat çeken yoldaşımız, AKP-AB işbirliğinin mülteci sorununu çözme kapasitesinin olmadığını, tek gerçek çözümün göçmenler dâhil tüm ülkelerden işçilerin ve ezilenlerin emperyalizme, kapitalizme, mezhepçiliğe ve ırkçılığa karşı enternasyonalist temelde ortak mücadelesi olduğunu belirterek konuşmasını tamamladı. Yoldaşımız, daha sonra Macaristan’daki bir ulusal televizyonda yayımlanan bir programa katılarak mülteci sorunu konusundaki görüşlerimizi daha geniş bir kitleye anlattı.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mart 2016 tarihli 77. sayısında yayınlanmıştır.