Davutoğlu-AB anlaşması: Yeni Holokostlara davetiye
18 Mart günü Brüksel’de Başbakan Ahmet Davutoğlu ile Avrupa Birliği’ne (AB) üye 28 ülkenin devlet ve hükümet başkanları arasında imzalanan mülteciler anlaşması, pek uygar görünümlü bir törende barbarlık yönünde atılmış dev bir adımdır! Bunun yanı sıra mültecileri parasal çıkarların pazarlığı içinde harcayan bir yaklaşımın ürünüdür. Aynı zamanda hukuken geçersiz olduğu kadar ikiyüzlüdür: yüz milyonlarca insanı temsil eden devlet adamlarının ve kadınlarının dünyanın yüzüne bakarak yalan söylemesidir. Üstelik gerçekçi değildir, muhtemelen işlemeyecektir. Yalın biçimde özetleyelim:
Yeni Holokostlara davetiye
Suriye’nin bir bölümü, Ali kıran, baş kesen DAİŞ örgütünün kontrolü altındadır. Geri kalan bölümlerinden bazılarında hâkim olan orduların (mesela El Nusra’nın) DAİŞ’ten pek az farkı vardır. Beşar Esad’ın askeri güçleri de merhametleriyle şöhret yapmış değildir. Ülke sathında bir dizi cepte çeşitli güçlerin sivil halka kasıtlı olarak ambargo uyguladığı, gıda ve ilaçtan yoksun bir yaşamın haftalarca, aylarca devam ettiği yaygın olarak bilinmektedir. 1951 Cenevre Mültecilerin Statüsü Sözleşmesi, tam da böyle durumlarda sığınma hakkını pazarlığa tâbi olmayan bir hak olarak belirlemiştir. Bu sözleşmenin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından imzalanmış olması rastlantı değildir. Savaş içinde yaşanan Holokost ve benzeri facialardan çıkarılan derslerin ürünüdür. Şimdi AB, demokrasinin ve barışın coğrafyası olduğu sabah akşam tekrarlanan o birlik, Suriyelilerin kendi topraklarında sığınma hakkını ayaklar altına alarak bunları Türkiye’ye iade etme konusunda anlaşmaya varmıştır. Bunun nedeni de ırkçılıktır. Bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın hızla yaklaştığı bir ortamda, gelecekte milyonlarca, belki on milyonlarca insana sığınma hakkının reddedilmesiyle sonuçlanacak bir kapı açılmıştır.
(Kolay anlaşılırlık amacıyla, yazıyı ağırlaştırmamak için sadece Suriyelilerden söz ediyoruz. Oysa Iraklılar, Libyalılar ve Afganlar da Suriyeliler ile yaklaşık aynı koşullarda AB’de sığınma arayışı içindedir.)
Mülteciler pazarlık konusu
Ahmet Davutoğlu, pek orijinal planını uygulamak için AB’den ek para kopartmayı ana amaçlarından biri haline getirmiştir. Daha önce AB 2016-2017 yıllarında, yani iki yılda 3 milyar avro vaat etmişken, şimdi 2016-2018 arasındaki üç yılda 6 milyar avro vaat ediliyor. Bunun karşılığında Türkiye dünyanın en büyük mülteci/toplama kampına dönüştürülüyor. AB ise, zenginliğinin keyfini sürüyor, hukuki yükümlülüklerini üç yıla kadar uzatmış oluyor.
İkiyüzlülük!
Anlaşmayı AB açısından bakılınca “bir dışarı, bir içeri” olarak adlandırmak mümkün. Yani Yunanistan’a giden mültecileri AB sınır dışı edecek, Türkiye “geri kabul” anlaşmasına göre bunları geri alacak (“bir dışarı”); buna karşılık, Türkiye’de sayısı 3 milyona yaklaşmaya başlayan mültecilerden Yunanistan’dan geri kabul edilen her mülteci için bir mülteci “yeniden iskân” için AB’ye yollanacak (“bir içeri”). Bu, Yunanistan’a kaçak yoldan ulaşan insanların kitlesel olarak Türkiye’ye iadesi demek. Zaten anlaşma hakkında konuşulurken devamlı “fast-track”ten, yani hızlandırılmış incelemeden söz edilmesinin nedeni de bu. Oysa uluslararası sığınma ve mülteci hukuku her bir başvurunun kendi içinde ve ciddi bir incelemesini gerekli kılıyor. Burada açık bir ikiyüzlülük var!
“Güvenli bölge” olarak Türkiye!
İkinci bir ikiyüzlülük örneği, AB ülkelerinin Türkiye’yi mültecilere “güvenli bölge” olarak sunmaları. Evet, dört yıldır (Suriyeliler dışındakiler için belki daha uzun süredir) bu insanlar Türkiye’de katledilmeden yaşıyorlar. Ama Türkiye (başındaki hükümetin bütün “Müslüman kardeşlerimiz” laflarına rağmen) bunlara mülteci statüsü vermiyor. Bu statü sadece Avrupalılara veriliyor! “Mülteci statüsünün ne önemi var?” demeyin! Bir kere, bu statü sığınma arayan insanlara belirli haklar kazandırıyor, hayatlarını idame ettirmenin asgari koşullarını sağlıyor. Ama daha önemlisi, mülteci statüsü elde etmemiş bir insan o ülkenin hükümetinin kararlarına kölece bağımlı demektir. Bir devlet yetkilisinin dudakları arasından çıkacak herhangi bir söz bu insanların ülke dışı edilmesine (deporte edilmesine) kapı açabilir.
72 bin gülünçlüğü
“Bir dışarı, bir içeri”; ama içeri girebileceklerin sayısı AB çapında 72 bini aşamıyor! Geçen yıl sadece Almanya’ya 800 bin insan kabul edildi. Bu yıl, kış aylarının sert koşullarına rağmen ayda ortalama 50 bin kişi Yunan adalarına ulaştı. Yani yeni anlaşma uyarınca bütün “koşularrı uygun olmayan” (“irregular”) göçmen/mülteciler 4 Nisan’dan itibaren Türkiye’ye yollanacak, ama (akım baharla birlikte hızlanmasa bile) Mayıs sonuna kadar AB’nin kotası dolacak! Siz bütün insanlıkla alay mı ediyorsunuz?
Güvenli bölgeler
Nihayet anlaşma Suriye’nin sınırları içinde “güvenli bölgeler” oluşturulması yoluyla mülteci akınını kaynağında kesmeyi bir plan olarak öngörüyor. Ama bu AKP hükümetinin Suriye coğrafyasına çizmesini basmak için uzun zamandır aradığı fırsatı ona sunmak demek. Yani AB Türkiye’yi büyük bir “mülteci toplama kampı” yapmak için ona 6 milyar avro rüşvet vermekle sınırlamıyor kendini, bir de ona mahallenin jandarması rolünü hazırlıyor!
NATO
Bütün bunların üstüne, bundan yaklaşık bir ay önce, özellikle Türkiye ile Almanya’nın inisiyatifiyle Ege’de kaçak göçmen trafiğini engellemek üzere NATO’ya bağlı deniz kuvvetlerinin görevlendirilmesi kararını eklemek gerekir. NATO’nun burada hiçbir işi yoktur! Balyozla ceviz mi kıracaksınız? Amaç Baltık Denizi’nden Ege Denizi’nden geçerek Kıbrıs’a ve Doğu Akdeniz’e kadar (tabii Ukrayna dolayısıyla Karadeniz’i de saymak gerekir) emperyalizmin gelecekteki savaşlara (ve bir dünya savaşına) hazır olmasıdır. NATO’yu Ege’den mutlaka kovmak gerekir!
Destek
Yunanistan’ın güzel halkı Midilli’de, Sakız’da ve diğer adalarda, kendi ekonomik koşullarının zorluğuna rağmen mültecileri, halkların dayanışmasının en güzel örneklerini vererek ağırlıyordu. Şimdi anlaşmadan sonra yeni gelen mülteciler resmen toplama kamplarına alınıyor. Çeşitli ülkelerden gelen yardım kuruluşları bile şimdiden bu anlaşmayı protesto ederek faaliyetleri boykot etmeye başladı.
Suriyeli ve diğer mülteciler 4 Nisan’da iade edilmek üzere toparlanmaya başladıklarında isyan ederlerse, bizim onlara ve bütün Avrupa emekçilerine söyleyeceğimiz bellidir: “Direnin Suriyeli kardeşlerimiz! Suriyeli kardeşinle dayanışma göster Avrupalı emekçi!” Türkiye’de ise Suriyelilere başta iş aş sağlanması olmak üzere her türlü insani ihtiyaçlarının insan onuruna uygun düzeylerde karşılanmasından mülteci statüsüne kadar her hakları için mücadele etmemiz gerekiyor.
Suriyeli mültecilerin varlığı, Türkiye işçi ve emekçisinin aleyhine birtakım sonuçlar doğurmayacaksa, mültecilerin insanca yaşaması gerekiyor. Onlar ne kadar “insan altı” muamele görürse, Türkiye’nin işçi ve emekçisi de sermaye karşısında o denli zayıf kalacaktır.