“Şartsız” çekilme
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan 25 Nisan’da Kandil’de yapılan basın toplantısında PKK güçlerinin 5 Mayıs’tan itibaren Türkiye’den çekilmeye başlayacağını açıkladı. Böylelikle, “süreç” olarak anılan gelişmelerin bir evresi aşılmış oldu. Hatırlanacağı üzere, Öcalan’ın Diyarbakır (Amed) Newroz’unda kitleye okunan (ve Karayılan tarafından bir “Manifesto” olarak nitelenen) mesajının hemen ertesinde, 23 Mart’ta KCK ateşkes ilan etmişti. Şimdi artık ateşkes koşullarında geri çekiliş başlıyor. Bundan sonra esas olarak bu aşamada kararlaştırılmış olan şeyler uygulanacağına göre, “süreç”in ilk aşaması bu noktada bir değerlendirmeye tâbi tutulabilir.“Süreç” üzerine tartışmalar doğal olarak sona ermek bilmiyor. Politik ve ideolojik boyutlar çok daha fazla yoruma açık olmakla birlikte, ulaşılan bu dönüm noktasında bir şey hiç tartışmasız ortadadır: PKK, tek taraflı ateşkes ilan etmiştir ve koşulsuz olarak Türkiye dışına çekilmeyi kabul etmiştir. Bunu biz söylemiyoruz. Karayılan basın toplantısından sonra bazı gazetecilerle yaptığı görüşmede açık açık şöyle demiştir: “Biz ‘şartsız’ çekildik aslında. Ancak çekilmenin tamamlanmasıyla birlikte başlayacak demokratikleşme (…) barışın kalıcı olması için atılması gereklidir dediğimiz adımlar”. (Özgür Gündem, 28 Nisan 2013, s. 9.)
Bu, kendi içinde son derecede önemli bir veri. Bir kere, daha önce söylenenlere hiç uymuyor. BDP ile ikinci İmralı görüşmesinden basına sızan tutanaklarda Öcalan şöyle diyor: “Komisyonlar kurulacak. Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz.” Sonra yine tutanaklarda bu konuya bir kez daha dönüyor. Bu sefer de şöyle konuşuyor: “Çekilmeden çekilmeye fark var. Tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın, çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak.” (Milliyet, 28 Şubat 2013, s. 25.)
Demek ki,Öcalan tutanaklarda parlamento kararı, hakikat komisyonu, köylere dönüş gibi bir dizi şart sayıyor. Ama o görüşmeden iki ay sonra bunların hiçbiri gerçekleşmediği halde, çekilme kararı açıklanıyor. Karayılan’ın gazetecilere neden “şartsız” dediğini anlamak kolay.
İkinci ve üçüncü aşamalar
Karayılan’ın KCK adına yaptığı açıklamada çekilmenin tamamlanması ile birinci aşamanın kapanacağı belirtiliyor; ikinci ve üçüncü aşamalar ise sırasıyla devletin yükümlülüklerini yerine getirmesi ve normalleşme aşamaları. Devletin yükümlülükleri konusunda yazılı açıklama esas olarak iki noktaya değiniyor: koruculuk, özel tim gibi özel savaş aygıtlarının ortadan kaldırılması ve “hayati” önem taşıyan yeni bir demokratik anayasa. Ama Karayılan gazetecilerle görüşmesinde ilave bazı koşullar ileri sürüyor: seçim barajının, terörle mücadele yasasının kaldırılması, KCK tutuklularının özgürleştirilmesi gibi.
Daha önemlisi, yeni “demokratik” anayasanın içeriğinde Kürtlere ne tür haklar tanınacağı meselesi. Karayılan hâlâ demokratik özerklikten söz ediyor, bunu “yol temizliği”nin bir parçası olarak görüyor. (BirGün, 27 Nisan 2013, s. 8.) Oysa tutanaklara göre iki ay önce Öcalan şöyle demişti: “Biz demokratik özerklikte ısrar edersek, bu sabote olur.” (Milliyet, 28 Şubat 2013, s. 25.) Karayılan, ayrıca anayasa için “Kürt halkı” ifadesini gerekli gördüğü halde, tutanaklarda Öcalan’ın Sırrı Süreyya Önder’e dikte ettiği maddede “özgür iradeyle bağlanma” ve “birey” var. Birinci aşamada çekilmenin şarta bağlı olacağı söylendiği halde sonuçta “şartsız” çekilme yaşandığına göre, ikinci aşamada Öcalan’ın söylediklerine aykırı bir sonucun doğması zor görünüyor.
Üçüncü aşama ise “normalleşme” diye anılıyor. Karayılan’a göre bu aşamada bir yandan “Önder Apo dahil herkes özgürleşecek”, bir yandan da “bu sürecin pratikleşmesi paralelinde silahın tümden devre dışı kılınması ve gerillanın silahsızlanması gündeme girecek”. Burada üç önemli nokta var. Bir, Öcalan gerçekten serbest kalacak mı? Bunu bu aşamadan kesin olarak bilmek zor. İki, PKK Öcalan serbest bırakılmadan önce mi sonra mı silahsızlanacak? Başbakan danışmanı Yalçın Akdoğan Karayılan’a derhal cevap vererek onun “normalleşme” sürecini yanlış anladığını, PKK’nin silah bırakmasının herhangi bir koşula bağlı olmayacağını söyledi. Üç, Karayılan PKK’nin silahsızlanacağını söylediğine göre, hareketin Kürdistan’ın öteki parçalarında (yani İran ve Suriye’de) silahlı kalacağına dair yorumlar nasıl yapılabiliyor? Bunlar üçüncü aşamanın muammaları olarak duruyor.
Barış süreci neye hizmet ediyor?
Bunlar “süreç”in tartışılmaz verilerinden çıkan sonuçlar (“şartsız çekilme”) ve sorular. Bir de işin politik yanı var. Barış süreci neye hizmet ediyor, nereye varacak? Burada birçok insanın ve hareketin kafası çok karışık. Meseleyi ikiye ayırarak incelemek gerekiyor. Birincisi, AKP hükümeti bu yönelişten neyi amaçlıyor? İkincisi, Kürt hareketinin amacı ne? Bu ikisinin birbirinden ayrılmaması, Marksistlerin söylediklerinin yanlış anlaşılmasına hizmet ediyor.
Gerçek, Şubat ayından beri ısrarla şunu vurguluyor: hükümetin amaçları, Kerkük petrollerini sömürmek, Türkiye’nin Kürdistan’ın öteki parçalarında da sömürgeci bir güç elde etmesini sağlamak, Ortadoğu’daki hegemonya politikasının önündeki Kürt engelini temizlemek, işçi sınıfına daha ağır taarruzlara temel olacak bir ekonomik anayasaya BDP’nin desteğini almak, Erdoğan’ı başkan yapmak için Kürtleri kazanmaktır. Bizim sadece son “süreç” vesilesiyle değil, 2009 yılındaki “Kerkük Musul açılımı”ndan itibaren söylediğimiz şeylerdir bunlar. Ve Batı medyasındaki analizlerden Cengiz Çandar gibi düzen sözcülerine kadar birçok kaynağın söyledikleri bizim bu analizimizin doğruluğunu teyit etmiş oluyor. Burada tartışılacak bir şey yok.
Esas mesele Kürt tarafının bu süreçten ne meram ettiği, hükümetin bu politikalarına ne ölçüde destek verdiğidir. Bu noktada da, Öcalan’ın açıklamaları temel alındığında tablo açıktır. Öcalan tutanaklara göre açık konuşmuştur: “Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.” Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını desteklemek, hem AKP anayasasına olumlu oy vermek demektir, hem de seçimde ona oy vermek. Buradan ikinci bir nokta türer: Kürt hareketi burjuvazinin “ekonomik anayasa” projesi ile mücadele etmemeyi de taahhüt etmektedir.
Öcalan Newroz’da okunan bildirisinde ise şu noktaları vurgulamıştır. Birincisi, Misak-ı Milli sınırlarına dâhil oldukları halde haksız yere dışarıda kalan Kürdistan parçalarında bu durumun değiştirilmesi. Bu, Türkiye burjuvazisinin projesine cevap vermektedir. İkincisi, Türk ve Kürt halkları arasında İslam’ın birleştirici unsur olarak ortaya konulması. Üçüncüsü, Alevilerden hiç söz bile edilmeyerek bu İslam’ın Sünni temellere oturtulması. Bütün bunlar, Öcalan’ın AKP hükümetinin Vahhabiliğin fedailiğini yaparak Ortadoğu’daki Sünni-Şii (Alevi) mezhep savaşını kışkırtması karşısında uyumlu bir tavır vaat ettiğini ima etmektedir.
Kürt hareketi hemfikir mi?
Öcalan’ın Kürt hareketi içindeki ağırlığı tartışılmaz. Ama Türk solunun bazı kesimleri, hakikatleri görmezlikten gelerek, bütün tartışma kapanmış gibi bakıyor meseleye. Oysa PKK’nin Öcalan’ın bazı yaklaşımlarına karşı güçlü ve ciddi çekinceleri olduğu tutanaklara çok açık biçimde yansımıştı. Karayılan’ın son açıklamasındaki açı farkı (demokratik özerklik, Kürt halkı ibaresi vb.) bu farklılıkların ortadan kalkmadığını gösteriyor. Bunun da ötesinde Karayılan’ın her ifadesi, PKK içinde de farklılıklar olduğunu, HPG’nin ve alt kademelerin bütün süreç konusunda çok daha kuşkulu olduğunu açık açık ima ediyor. Nihayet, Newroz’da Öcalan’ın mesajı beklenirken meydanın en büyük pankartında “Önderin tutsak olduğu barış yanlış barıştır” (“aşitî şaşitî”) yazıyor olması çok anlamlıdır. Daha da anlamlı olan, Öcalan’ın bildirisi okunurken meydanın neredeyse sessiz kalması karşısında Sırrı Süreyya Önder’in daha fazla tezahürat talep etmek zorunda kalmasıdır. Kürt halkı büyük bir mücadeleden geliyor. Barışın ve siyasi çözümün koşullarını ve amaçlarını değerlendirme kapasitesinden yoksun olduğunu varsaymamak için binbir neden vardır.
* * *
Paris ve Roboskî
Gazetemiz matbaadan çıktığında Paris suikastı gerçekleşeli dört ay olmuş olacak. Bu dört ay boyunca soruşturma milim ilerlemedi. Ömer Güney adlı bir Kürt’ün cinayet zanlısı olarak yakalanması dikkatleri “PKK’de iç hesaplaşma” tezine doğru yöneltti. Ama Ömer Güney’in Türkiye devletinin ajanı olması ihtimali, özellikle de son yıllarda defalarca ailesinden gizli biçimde Ankara’ya gelmiş olması, oku devlet yönüne çevirmiştir. Ama ne Fransız devleti meselenin üzerine gitmektedir, ne de Türk devleti.
Roboskî’ye gelince, çoğu çocuk 34 Kürt’ün Aralık 2011’de katledildiği bu olay konusunda Karayılan son derecede ilginç ve önemli teknik ayrıntılara değinmiştir. Bir yandan, Karayılan’a göre uçak bombardımanından birçok insanın sağ kurtulması çok daha fazla beklenebilir bir şeydir. Ama devlet teker teker avlayarak herkesi hatta katırları da öldürmüştür. İkincisi, bırakın Bahoz Erdal’ı, en acemi gerillanın bile Uludere’nin karı dolayısıyla o mevsimde bu yolu kullanmayacağını herkes bilir. “Yani Bahoz oradaydı da vurduk bir safsatadan ibarettir.”
Paris suikastı ve Roboskî “yol kazaları” değildir. “Barış müzakereleri” denen sürecin asli parçalarıdır. Türkiye devletinin ve en başta hükümetinin “hem konuş, hem öldür” türü bir politika gütmekte olduğuna dair en güçlü belirtidir. Bunlar, Kürt hareketine şayet “barış”a yanaşmazsa kendisini ne beklediğine dair verilen bir uyarı sinyali olarak görünmektedir. Bunların hesabı mutlaka sorulmalıdır.
Bu yazı Gerçek Gazetesi'nin Mayıs 2013 tarihli 43. sayısında yayınlanmaştır.