Büyükada Trotskiy Evi için

Trotskiy’in bir suikast sonucu hayatını yitirmesinin 75. yıldönümü, ilginç bir rastlantıyla Büyükada’da yaşadığı köşkün satışa çıkarılmasıyla aynı zaman dilimine rastladı. Bilindiği gibi, büyük devrimci 1929 başında Türkiye’ye sürgüne gönderildi. Bir süre Sovyet Konsolosluğu’nda, kısa süre de otellerde kaldıktan sonra Büyükada’ya yerleşti. Anlaşıldığı kadarıyla bir yangın dolayısıyla bir süre ayrı kaldığı Büyükada’ya sonra yeniden döndü ve 1933 ortasında Fransa’ya geçene kadar burada yaşamaya devam etti. Her ne kadar, bazen adada iki ayrı köşkte kalmış olduğu belirtilse de, esas mekânı olarak şimdi satışa çıkartılan Arap İzzet Paşa Köşkü bilinir.

Köşkün satışa çıkarılması, aslında bir yarayı deşmiş ve kanatmış oldu. 20. yüzyılın bu çok önemli tarihi şahsiyetinin İstanbul’da koskoca bir dört buçuk yıl geçirmiş olmasının en ufak bir izine rastlanmıyor oluşu, bu kentin kendi tarihine saygısızlığıdır. O dört buçuk yıl hakkında pek az şey biliniyor. Trotskiy’in bazı siyasi sekreterlerinin ve çalışma arkadaşlarının anılarında, Isaac Deutscher ve Pierre Broué gibi en önemli Trotskiy biyografilerini yazmış büyük tarihçilerin çalışmalarında öğrendiklerimizin üzerine biz, yerli denebilecek hemen hemen hiçbir şey katamamışız. Bir tek yeni kuşakların adını bile duymamış olduğu gazeteci Ömer Sami Coşar, yerli birtakım kaynakları da tarayarak Troçki İstanbul’da diye bir kitap yazmış. Bir de daha yakınlarda gazeteciler Turan Yavuz ile Ayda Yavuz bir belgesel çektiler Trotskiy’in İstanbul günleri hakkında. Hepsi bu!

Trotskiy Evi olarak anabileceğimiz Arap İzzet Paşa Köşkü’nün satışa çıkarılması, kentin kendi tarihine kayıtsızlığını çırılçıplak ortaya çıkarıverdi. Bırakın genel olarak aydınları, sosyalist hareket içinden gelen kaç kişi acaba Trotskiy’in İstanbul kentinde dört buçuk uzun yıl boyunca yaşamış olduğunun farkındadır? Evin satışa çıkarılması bütün bunları hatırlattı. Ayrıca çok önemli bir konuyu gündeme getirdi. Trotksiy Evi ne yapılmalı?

Bizim buna cevabımız yalındır: Trotskiy Evi müze yapılmalıdır. Öyle vakıf kurup para toplayarak da değil. Ev çok önemli bir tarihi eser niteliğiyle derhal kamulaştırılmalı, devlet tarafından restore edilmeli, ciddi bir çalışmayla müzeye dönüştürülmeli ve halka açılmalıdır.

Bir tarihi şahsiyet, bir dünya devi

Trotskiy, dün bu sitede yayınlanan yazıda belirtildiği gibi, 20. yüzyılın en büyük devrimi, hatta 1789 Fransız devrimi ile birlikte modern çağa damgasını vurmuş iki büyük devrimden biri olan 1917 Rus devriminin en büyük iki önderinden biridir. Daha sonra Sovyet devletine hâkim olan Stalinist bürokrasinin üzerini örtmeye çalıştığı ama gözü kör olmamış her tarihçinin, o dönemin bütün dünya kamuoyunun ve elbette devrim dönemi Sovyet işçi sınıfının ve halkının bildiği bu gerçeği kanıtlamanın yeri bu yazı değil. Trotskiy’in Lenin’le birlikte yönettiği bu devrim, 20. yüzyılda sadece Rusya’nın değil bütün dünyanın tarihine damga vurmuştur. Trotskiy önce bunun için önemlidir. 20. yüzyılın en önemli devrimcilerinden biridir.

Ama bu kadarla sınırlı değil. Trotskiy bütün Avrupa’nın, Amerika’nın, hatta Asya’nın işçi ve sosyalist hareketinin her adımını, her tutumunu izlediği, bu hareketin birçok önderinin ve aydınının saygıyla yaklaştığı, fikirlerini dikkatle değerlendirdiği uluslararası bir devrimci siyasetçidir. Rus devrimcisi değildir, dünya devrimcisidir. Özellikle 1917’nin provası gibi olan 1905 devrimindeki önemli rolü dolayısıyla ikinci sürgününü yaşadığı 1907-1917 sürgünü sırasında Almanya’da Karl Kautsky’den Rosa Luxemburg’a, Avusturya’da parti başkanı Victor Adler’den Rudolf Hilferding’e, Belçika’da Emile Vandervelde’den Fransa’da Jean Jaurès’e sayısız sosyalist liderle arkadaşlık etmiş, tartışmış, birlikte faaliyet yapmış bir devrimci. Tabii daha sonra Ekim devriminin önderi ve ardından patlak veren İç Savaşı kazanan Kızıl Ordu’nun komutanı olarak itibarı çok daha fazla yükselmiştir. İstanbul’da otururken Britanya’nın reformist sosyalizmi Fabian’ların önde gelen teorisyenleri Sidney ve Beatrice Webb’ler onu ziyarete gelmişlerdir! Görüşleri karşılıklı olarak hiç uyuşmadığı halde!

Trotskiy’in nasıl bir uluslararası şahsiyet olduğunu anlamak için İstanbul’a geldiğinde Avrupa ülkelerinden birine iltica etmek amacıyla kimlere mektup yazdığına bir göz atmak yararlı olabilir. Sadece iki örneğe bakalım. Trotskiy İstanbul’a ulaşmadan birkaç gün önce Alman parlamentosu Reichstag’ın sosyal demokrat başkanı Paul Löbe Almanya’nın kendisine iltica hakkı vereceğini söylüyordu. Bunun üzerine Trotskiy Almanya’ya vizeye başvurdu. Almanya’nın cevabı, çok ağır bir hastalığı olduğu takdirde kendisine vize verilebileceği olunca, Trotskiy dillere destan hicviyle “demokratik” Almanya’nın kendisine iltica hakkı mı, mezar hakkı mı vermekte olduğunu soracaktı!

Sonra sıra Britanya’ya gelecekti. İşçi Partisi seçimleri kazanınca Trotskiy’in adadaki ziyaretçisi Sidney Webb bakan oldu. Trotskiy ilk başvurusunu Webb’lere yapacaktı. Ayrıca Maliye Bakanı Philip Snowden’a yazıp, bu kişinin kendisi iktidardayken Sovyetler Birliği’ni ziyarete gelmesine olanak tanındığını hatırlatacaktı. Bayındırlık Bakanı George Lansbury’ye de Kislovodsk’ta kendisini ziyaretini hatırlatacaktı. Ama uzun bir tereddütten sonra MacDonald’ın İşçi Partisi hükümeti de iltica hakkını reddediyordu.

Aydınların korkulu rüyası

Bütün bu şahsiyetler sonuç olarak Trotskiy’le politikayı paylaşıyor. Oysa Trotskiy’in bir aydın olarak dünya çapında öylesine bir ağırlığı vardı ki, onu 20. yüzyılın ilk yarısının en önemli entelektüel şahsiyetlerinden biri haline getiriyordu. Trotskiy Fransa’ya bir süre için yerleşince ziyaretine romancı André Malraux geliyordu (o zamanlar solcuydu). Meksika’ya gidince şair André Breton ziyaret ediyordu kendisini. Zaten Meksika’ya ilticasını dünyaca ünlü duvar ressamı Diego Rivera sağlamıştı. Trotskiy, kendilerini ilgilendiren bir şey yazdığında Bertrand Russell ya da Bernard Shaw ya da Winston Churchill onunla polemiğe giriyorlardı. 1930’lu yıllarda aralarında birçok ünlü edebiyatçı ve düşünce insanının yer aldığı, Amerikan düşünce tarihinde “the New York intellectuals” diye ad takılmış olan, Trotskiy izleyicilerinden oluşan bir akım doğacaktı.

Trotskiy o kadar iyi bir yazar, o kadar iyi bir polemikçi idi ki, Bernard Shaw gibi bir yergi üstadı, ancak çevirilerinden okuyabildiği Trotskiy’in “Junius ve Burke’ü aştığını” yazıyor ve ekliyordu: “Lessing gibi, hasmının başını kestiği zaman elinde şöyle bir kaldırır ve gösterir ki içinde beyin olmadığı görülsün; ama kurbanının özel kişiliğine dokunmaz. Hasmında en ufak bir siyasi itibar bırakmaz; ama şerefine el değdirmez.”

İşte böyle birinden söz ediyoruz. Sadece bir politikacıdan değil, 20. yüzyılın en büyük devrimci önderlerinden biri olsa bile. En büyük burjuva aydınlarının bile tanımak zorunda kaldıkları bir şahsiyetten.

Trotskiy Evi’ni bir müze haline getirdiniz mi bunun anlamı aynı zamanda 20. yüzyılın en önemli yazarlarından birinin o evde büyük eserler verdiğini dünyaya hatırlatmak olacak. Trotskiy, yüzyılın vebası Hitler’in yükselişine karşı, Almanya Komünist Partisi’nin izlemekte olduğu intihar politikasına karşı bir birleşik işçi cephesini bütün dünya solunda tek başına savunduğu yazılarını Büyükada’da yazmıştı. Stalinist bürokrasinin yalanlarla dolu taarruzuna karşı gerçekleri ortaya koymak üzere yazdığı ve bugün dahi önemli bir tarihi belge niteliği taşıyan otobiyografisi Hayatım başlıklı kitabını 1930’da Büyükada’da yazmıştı. Trotskiy profesyonel tarihçilerce hâlâ 1917 devriminin en iyi anlatımlarından biri olarak kabul edilen, bin küsur sayfalık Rus Devrimi Tarihi’ni Büyükada’da yazmıştı. Daha ne olsun?

Onur

Trotskiy Evi’nin bir müze haline getirilmesi, Trotskiy’in kendisi için değil, bizim için gereklidir. Trotskiy, Sovyetler Birliği’nin sonunu ta 1936’ta görmüş bir teorisyen. Sovyetler Birliği’ne hâkim olmuş bürokrasinin belirli bir aşamada, koşullar oluştuğunda, kamu mülkiyetini kendi özel mülkiyetine çevirerek kapitalizmi restore edeceğini belirtmiş. Herkes tersini düşünürken! Trotskiy, Komünist Enternasyonal’in Stalin tarafından lağvedileceğini anlayarak 1938’de yeni bir devrimci dünya partisi kurmuş bir siyasi lider. Bugün IV. Enternasyonal geleneğinden gelen partiler, dünyanın dört bir köşesinde Sovyetler Birliği çöktükten sonra herkes Marksizm’den vazgeçmişken onun bayrağını yüksek tutan en önemli akımı oluşturuyor. Trotskiy dünya işçi sınıfının mücadelelerinde yaşıyor. İstanbul’da ya da başka yerde bir müzede yaşayacak değil. Böyle bir müze bizi onurlandırır.

Bir Trotskiy Evi, Büyükada’yı onurlandırır. Bu konudaki ilk kamusal girişimi Adalar Belediyesi yapmalıdır. Bir Trotskiy Evi, İstanbul’u onurlandırır. 19. yüzyılın İtalyan burjuva devriminin önderlerinden Giuseppe Garibaldi, genç yaşında İstanbul’da üç yıl kaldığında bir İtalyan İşçi Cemiyeti kurduğundan şimdi İstanbul’da, Beyoğlu’nda bir Garibaldi Evi var. Ne güzel! İstanbul’un tarihi zenginliğinin kim bilir daha ne işaretleri çıkacak ortaya. Ama bir Trotskiy Evi ile pek azı karşılaştırılabilir.

Bir Trotskiy Müzesi, Türkiye’yi onurlandırır. Çok somut bir nedenden. 1930’lu yıllar boyunca Avrupa ve ABD Trotskiy’e vize vermekten kaçınmıştır. Fransa’da yarı gizli kalabilmiştir Trotskiy. Norveç’te istenmediği belli edilmiştir. Sadece iki ülke ona kapısını gerçekten açmıştır: Türkiye (1929-33) ve Meksika (1936-40). Her ikisi de kendi farklı tarzlarında birer burjuva devriminden çıkmış iki ülke. Her ikisinin siyasi rejimi de demokratik olmaktan uzaktır. Ama her ikisi de devrimin izlerini taşımaktadır. Meksika Trotskiy’e kapısını açmaktan her zaman gurur duymuş ve bunu açıkça ifade etmiştir. Bugün başkent Meksiko’nun yakınındaki Coyoacán’daki Casa Leon Trotsky bu gururun bir parçasıdır.

Sıra Türkiye’nin. İstanbul’un yakınındaki Büyükada’da, Batı dillerindeki adıyla Prinkipo’da bir Trotskiy Evi de bizim gururumuzun bir parçası olmalı.