Büyük Madenci Yürüyüşü 30 yaşında!
1990-91 dönemecinde Zonguldak’ın maden işçileri, o dönem bütün bir ülkeye ve sonrasında da Türkiye’nin sınıf mücadeleleri tarihine damga vuran eylemlere imza atıyordu. Büyük Madenci Yürüyüşü olarak bilinen, patronları ve Ankara’yı titreten yürüyüşün ilk adımı bundan tam 30 yıl önce, 4 Ocak 1991’de atıldı. Bu görkemli grevi, maden işçilerinin yürüyüşünü ve eylemlerini hatırlamak, sadece geçmişimizi bilmek için değil, bugüne ışık tutan sayısız dersi barındırdığı için de önemli.
Bu büyük mücadelenin tetikleyicisi, hükümet ile Genel Maden-İş sendikası arasında yapılan ve 48 bin maden işçisini kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinden bir sonuç alınamaması oldu. İşçilerin ve Genel Maden-İş sendikasının talebi, 12 Eylül sonrası yaşanan kayıpların telafi edileceği bir ücret artışıydı. Toplu sözleşme görüşmelerinin diğer tarafında ise, adeta Tekel işçilerini doğrudan muhatap alan Erdoğan gibi, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal yer alıyor ve sadece zamma karşı çıkmakla kalmıyor, madenlerin ve bütün KİT’lerin (Kamu İktisadi Teşekkülleri) özelleştirilmesini savunuyordu. 30 Kasım’da başlayan grev bu nedenle toplu sözleşmede patrona karşı işçilerin elindeki bir silah olmaktan çok daha öte bir anlam taşıyor, işçi düşmanı 12 Eylül’ün ve onun ürünü olarak Özal yönetiminin neoliberal saldırılarına karşı bir savunma hattı oluşturuyordu. İşte bu yüzden maden işçilerinin mücadelesi, Zonguldak’ın sınırlarını aştı. Memleketin her köşesinde işçiler, madencilerle dayanışma eylemleri düzenliyor, bir yevmiyelerini maden işçilerine gönderiyordu. Ve yine aynı sebeple, işçiler, grevin bir aşamasında hedefe Ankara’yı, Çankaya’yı koydu. 4 Ocak günü Ankara’ya doğru hareket kararının da, işçileri Ankara’ya taşıyacak otobüslerin şehre girişine izin verilmemesinin de anlamı buradadır. Bu engelleme, yürüyüşün niteliğini de belirledi. 48 bin maden işçisi, aileleriyle birlikte 100 bini aşkın emekçi, “Silkele başkan düşecekler” sloganları ile hedefini gösteriyor, Genel Maden-İş sendikası başkanı Şemsi Denizer de işçilere “Arabalarımızı engellediler, arabayla gidemeyeceğiz ama ayaklarımız var, yürüyeceğiz” diye sesleniyordu.
İşçiler 4 Ocak’tan 8 Ocak’a kadar, barikatları aşarak, her gece bir başka kasabada konaklayıp emekçi halkla kaynaşarak ilerliyordu. 112 kilometrelik yürüyüşün ardından, İstanbul-Ankara karayoluna sadece 8 kilometre kalmışken, işçiler tam Ankara yönünde E-5’e çıkacakken önleri kesildi. 7 Ocak’ta yürüyüşe yönelik saldırıda 201 madenci gözaltına alındı. CHP’li sendikacıların arabuluculuğuyla yapılan pazarlıktan sonra sendika yönetimi, işçilerin “Ölmek var, dönmek yok” sloganlarına rağmen Zonguldak’a dönmeyi kabul etti. İşçiler Zonguldak'a dönerken, Şemsi Denizer ve sendika temsilcileri Ankara'ya gitti. Ancak bu görüşmelerden de sonuç çıkmadı. Maden işçilerinin grevi 25 Ocak'ta, bugün de çok alışık olduğumuz bir şekilde, Bakanlar Kurulu tarafından Körfez Savaşı gerekçesi ile erteleme adı altında yasaklanana kadar devam etti. Bu kararın ardından sözleşme 6 Şubat'ta işçilerin istediklerine yakın bir oranla, %147 zam karşılığında imzalandı.
Zonguldak maden işçileri, işçi sınıfının ekonomik ve siyasi talepleri arasındaki bağı görmüş, “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” sloganında cisimleştirdikleri şekilde siyasi iktidarın sınıf karakterini kavramıştı. Bu yüzden “Yolumuz Ankara, hedefimiz Çankaya!”, “Hükümet istifa!” gibi sloganlarla yürüyorlardı. Müthiş bir kitleselliğin yanında mücadelenin asıl bu yanını vurgulamak gerekir. Bu bağlamda şunu da hatırlayalım: Maden işçilerinin sloganları o gün değil ama bir süre sonra gerçek oldu. Çocukluğumuzda kafamıza kazınan seçim şarkısında olduğu gibi, “20 Ekim Pazar günü bütün oylar ANAP’a” gitmedi. 292 sandalye ile tek başına iktidar olan ANAP, madencilerin eylemlerinden 10 ay sonra gerçekleşen seçimde ancak 115 sandalye aldı ve iktidardan düştü. Sendika bürokrasisi işçileri Ankara yolundan döndürerek hükümeti ipten almasa, belki de bu mücadelenin sonuçları sadece seçimlere yansımayacak, Türkiye işçi sınıfında yaşanabilecek patlamaların etkisiyle DYP-SHP koalisyonu yerine bambaşka sonuçlar ortaya çıkacaktı. Bu olasılığı düşününce çıkarmamız gereken ders açıktır: Sendikaya üye olmak yetmez, sahip çıkmak ama kontrolü bütünüyle sendika yönetimine bırakmadan denetlemek de gerek!
Zonguldak maden işçilerinin 30 yıl önce verdiği mücadele bugün hâlâ devam ediyor. Sermaye ve onun iktidarı, hedeflerine tam olarak ulaşabilmiş değil. Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun (TTK) özelleştirilmesi hâlâ hayallerini süslüyor. Erdoğan ve AKP iktidarı da, yıllardır bir yandan taşeron ve rödovans sistemini yaygınlaştırarak, diğer yandan TTK’ya işçi alımını durdurarak özelleştirmenin zeminini hazırlıyor. Onlarca maddelik torba yasaların içine bir madde sokuşturup özelleştirmeyi gerçekleştirmeye çalışıyor. Ama olmuyor. Her seferinde işçiler, ocaktan çıkmama gibi eylemlerle, yürüyüşlerle kararlı bir duruş sergiliyor ve bu saldırıyı püskürtüyor. Zonguldak’tan beri maden işçilerinin yarattığı mücadele geleneği, bugün haklarına sahip çıkmak için mücadele eden Somalı, Ermenekli madencilerin mücadelesinde devam ediyor. Maden işçilerinin “özelde öleceğimize meydanlarda ölürüz” sözleri öylesine söylenmiş bir laf değil. Madenlerde tüm büyük iş cinayetleri özel madenlerde ve taşeronun olduğu yerlerde gerçekleşiyor. Soma’da 301, Ermenek’te 18, Kozlu’da 8, Karadon’da 30, Şırnak’ta 8 maden işçisini katleden taşerondur. İşte bu nedenle 30. yılında Büyük Madenci Yürüyüşü’nün mirasına sahip çıkmak demek, madenlerde özelleştirme planlarına son verilmesi, taşeronun madenlerden sökülüp atılması, tüm madenlerin işçi denetiminde kamulaştırılması için mücadele etmek demektir.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2021 tarihli 136. sayısında yayınlanmıştır.