Kayıkçı kavgası nasıl biter?
Geçenlerde “Altılı masa” muhalefeti adalet, demokrasi gibi soyut kavramları bir kenara bırakıp ekonomi programına dair, iktidara geldiklerinde ilk iş olarak “Durum ve Hasar Tespit Komisyonu” kuracaklarını beyan ettiler. Peki bu “programın”, emekçi halkı ikna edecekse, her şeyden önce işçileri, emekçileri, küçük üreticileri ülkenin içine girdiği ekonomik krizden nasıl çıkaracağına dair somut adımları, talepleri içermesi gerekmez mi? Bunun için asıl hasarın nerede olduğu, asıl sorumlunun kim olduğu oldukça önemli değil mi? İşte tam da bu noktada “Altılı masa” tam bir suskunluk içinde. Gerçi Kılıçdaroğlu geçenlerde “84 milyon insan hep beraber bir avuç insana çalışıyoruz” dedi. Gelgelelim bu bir avuç insandan, çoğu sol muhalif çevrelerde de yaygın kabul gördüğü üzere, Saray ve çevresini kastettiği açık değil mi?
Bu iddia elbette gerçeklik payı içeriyor. Erdoğan ve AKP hükümetlerinin kendisine yakın sermaye çevrelerine ihaleler üzerinden, “ahbap çavuş ilişkileri” ile kamu kaynaklarını aktardığına, özellikle inşaat ve gayrimenkul sektöründe malûm müteahhitlerin zenginleştiklerine kuşku yok. Bununla birlikte tüm kamu kaynaklarının sadece bu kesime aktarıldığı iddiası doğru değil. Bir durum ve hasar tespiti yapılacaksa bu yanlış bir başlangıç noktası olur. Böylesi bir iddia kitlelerde Erdoğan ve çevresi zenginleşirken diğer kesimlerin, bu arada emekçi halkın yanı sıra çeşitli Batıcı (TÜSİAD) ve İslamcı (MÜSİAD) sermaye kesimlerinin de fakirleştiği kanısını uyandırarak hedef şaşırtmaya hizmet eder. Oysa Maliye Bakanı Nebati’nin kısa süre önce yaptığı “enflasyonla birlikte üretimi ve büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. “Çarklar dönüyor”” açıklaması bile bu iddianın (“sadece Saray ve çevresi zenginleşiyor”) yanlışlığının açıkça itirafı niteliğinde. Nitekim Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketi verileri 2021 yılında şirket kârlarındaki artışın yüzde 137,2 oranında olduğunu, ödenen ücretlerdeki artışın ise sadece yüzde 33,4 olduğunu ortaya koyuyor. 2021 yılında ve 2022’nin ilk dört ayında sanayi şirketleri ile bankalar ve borsada halka açık şirketler 2000’li yılların en kârlı dönemini yaşıyorlar. Buna karşılık toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin milli gelirden aldığı pay 2022 yılı itibarıyla yüzde 31,5’a, son 22 yılın ortalaması yüzde 58,9 olduğu düşünüldüğünde tarihsel olarak en düşük seviyesine, gerilemiş durumda.
O takdirde bu olgular ışığında bir sonuç çıkartabiliriz: Bir yanda ekonomi büyüyor, üretim artıyor, emeğin verimliliği artıyor, öte yanda ücretler yerinde sayıyor; emekçiler daha ağır koşullarda, daha düşük gelirle çalışıyor; sömürü artarken halk giderek yoksullaşıyor. Özetle bu tablo bize AKP’nin ekonomi politikalarından İslamcısıyla, Batıcısıyla patronların hemen hepsinin kazançlı çıktığını gösteriyor. Üstelik bütçeden kamu harcamalarının büyük çoğunluğunun sadece “Saray ve çevresi”ne aktarıldığına dair bir kanıt da yok. Kamu harcamaları son 20 yıla bakılacak olursa, sadece AKP müteahhitlerine değil, büyük ölçüde iç ve dış borç faiz ödemelerine, ihracat yapan sanayi şirketlerine yapılan ödemelere (vergi indirimleri, ihracat teşvikleri, vergi afları, vb.) gidiyor. Daha da önemlisi kamu harcamalarını asıl artıran etken yıllardır yükselen dış borçlar. Türkiye ekonomisi AKP döneminde toplam 1,2 trilyon dolarlık dış borç almış, bu borcun faizi olarak da 200.7 milyar dolar ödemiş durumda (Cumhuriyet, 21.06.2022). Bu borçların büyük çoğunluğu dış ticaret açığından kaynaklanıyor (Türkiye ekonomisi yüksek ve orta-yüksek teknolojili ürünlerde sadece 2021 yılında 43 milyar dolar dış ticaret açığı verdi); zira daha önce bu köşede sıklıkla değindiğimiz gibi Türkiye kapitalizminin üretim yapısı ithalata bağımlı. Başka türlü ifade edecek olursak Türkiye’nin ihracat yapan en büyük 1000 sanayi şirketi (toplam ihracat içindeki payları yüzde 55-60, ithalattaki payları yüzde 60-65 arasında), dış ticaret açığında büyük ölçüde pay sahibi. Özetle ekonominin, üretimin ve ihracatın ana unsuru olan sanayi şirketleri, dış ticaret açığının büyük bölümünden sorumlu. Dolara bağımlılığı arttıran, faiz oranının yüksek ya da düşük olmasını ekonomi için bu kadar kritik önemde kılan, kamu kaynaklarının büyük çoğunluğunu (dış borç faiz ödemeleri ile) yutan dış ticaret açığından kaynaklanan döviz bulma, ithalatı dövizle finanse etme zorunluluğu. Asıl bu nedenle emekçi halkın refahını artırmaya, toplumsal ihtiyaçları karşılamaya dönük kamu yatırım ve harcamalarına kaynak kalmıyor. TÜSİAD ile MÜSİAD patronları arasında zaman zaman şiddetlenen “kayıkçı kavgası” aslında dışardan borçlanmanın maliyetinin nasıl, hangi yollarla düşürüleceği üzerine yapılıyor. Yoksa bu maliyetin faturasını kimin ödeyeceği üzerine bir kavga yok; orada her iki taraf da gayet iyi anlaşıyorlar.
Kendisinden öncekiler gibi AKP hükümetleri de bu yapısal soruna, kronik dış ticaret açığına, bir çözüm getirebilmiş değil. Gümrük Birliği anlaşmasından çıkmadan (sadece 1996-2013 yılları arasında Gümrük Birliği’nin dış ticaret açığı olarak ekonomiye maliyeti 221 milyar dolardı; bugün bu rakamın çok daha yüksek olduğuna kuşku yok), bu “hasarın” asıl sorumlusu olan farklı kesimleriyle Türkiye büyük burjuvazisini hedef tahtasına oturtmadan bu yapısal sorunu çözmek mümkün değil. “Bir avuç insanın” adını doğru koymak demek “büyük patronlardan alacağım, işçiye, emekçiye vereceğim, servet vergisi getireceğim, kamulaştıracağım, ücretleri enflasyon oranında artıracağım” demeyi gerektirir ki bu da ancak bir işçi-emekçi hükümetinin iktidara gelmesiyle mümkündür. Ötesi demokrasi kırıntısı hayaliyle o ya da bu patron partisinin peşine takılmaktan başka bir sonuç vermez.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2022 tarihli 154. sayısında yayınlanmıştır.