“Demokrasi”nin sınıfı
Yeni yılla birlikte birçok kentte yoğun işçi eylemleri gündeme ağırlığını koymuş durumda. Hayat pahalılığı ve artan yoksullaşmayla birlikte geçinemeyen, Migros Depo işçilerinden Farplas işçilerine, Yemeksepeti kuryelerinden Aliağa gemi söküm işçilerine kadar farklı sektörlerden emekçiler haklarını aramak üzere fabrikalarını işgal ediyorlar, protesto yürüyüşleri ve basın açıklamaları yapıyorlar, iş bırakıyorlar. Yaşadıkları deneyim hepimize bir kez daha gösteriyor ki, iş, aş ve hürriyet için yaptıkları bu mücadelelerin karşısında hep “anayasa, insan hakları ve demokrasi”den dem vuran patronlar ve devlet yer alıyor. Bu eylemlerde iş isteyen, yaşanabilir ücret talep eden, sendikalaşmak isteyen, kısaca çalışma hakkı ve bir anayasal hak olan örgütlenme ve sendika seçme hakkı için mücadele eden emekçilerin karşısına polis ablukası, gözaltı ve tehditler ile patronlar ve devlet dikiliyor.
Biz bu yazıda bu çelişkiye işaret etmeyi ve sadece patronların değil, muhalefette yer alan çeşitli “sol” partilerin sergilediği soyut bir “demokrasi” talebinin politik anlamı üzerinde durmayı amaçlıyoruz. Birkaç örnekle ne demek istediğimizi açalım. Sosyolog Emre Kongar “Tencere ile özgürlük ilişkisi” başlıklı köşe yazısında Demokrasi İşçinin Ekmeğidir adlı kitabından bahsediyor ve şunu ekliyor: “Ancak özgür olan insanlar üretime katkıda bulundukları oranda tencerelerinin de dolu olmasını isteyebilirler. Bu isteği dile getirmek ve sömürüye karşı mücadele etmek de ancak laik demokratik rejimlerde olanaklıdır.” (Cumhuriyet, 16.09.2021). Bu yaklaşım uzunca bir süredir DİSK yönetimi tarafından da eylemlerde dile getiriliyor. “Demokrasi işçinin ekmeğidir, demokrasinin olmadığı yerde emeğin hakları olmaz.” deniyor. Oysa bu görüş doğru değil. Zira bu görüşü savunanlar ancak “demokratik” bir toplumda emeğin hakları için mücadele edebileceğini varsayıyor. Buradan vardıkları sonuç ise gerekirse anayasa ve hukuku savunan bazı burjuva kesimlerle sınıf işbirliği yapılabileceği. Oysa bu görüş, hele günümüz kapitalizmi koşullarında, hiç de gerçekçi değil.
Yukarıda Türkiye’den örneğini gördük, dünyadan da bir dizi örnek verilebilir; işçi sınıfı yoğun baskı rejimleri, istibdad koşulları altında da mücadele ediyor, kazanımlar elde edebiliyor. Hatta “demokratik” talepleri asıl ancak mücadele ettiklerinde gerçekleşebiliyor. Öte yandan patronların da aslında Erdoğan’ın “ülkeyi bir A.Ş. gibi yönetme” hedefine, “ekonomik OHAL” uygulamasına itirazları yok. “Demokrasi”, aynen “istikrar” kavramı gibi patronlar için daha fazla pazar ve kâr elde etmek amacıyla AB’ye, yabancı sermayeye güven vermenin kod adı. Asıl tuhaf olan geniş sol çevrelerde de bu yaklaşıma bel bağlanmış olması. Solcu ekonomist Mustafa Sönmez’in “piyasaların OHAL’e değil, güvene ihtiyacı var” kabilinden “çözüm” önerilerinin çeşitli sol çevrelerce de benimsenmiş olmasının bu bakımdan tuhaf bir tesadüf olmadığını belirtmek gerekir. Sol muhalif çevrelerde, AKP’yi eleştirirken ve “asgari demokratik müştereklerde buluşmaktan” söz edilirken, en temel insan hakkı olan çalışma hakkı, yaşanabilir iş ve ücret elde etme, sendikal örgütlenme konusunda sermaye ile çatışabilecek en ufak bir somut talebin dile getirilmiyor olmasını başka türlü nasıl açıklamak gerekir?
Denebilir ki bu örnekler bizim gibi ülkelerde geçerlidir. Hayır. Daha kısa süre önce “demokrat” Kanada’da aşı karşıtı kamyon şoförlerinin protesto gösterileri karşısında devletin tepkisine bakalım. Kendilerine “özgürlük konvoyu” adı veren kamyon şoförleri yaklaşık bir hafta boyunca Kanada ile ABD arasındaki önemli bir ticaret geçişi konumundaki köprüyü ve Ontario kentini abluka altına aldılar. TIR ve kamyon şoförlerine sınır geçişinde aşı zorunluluğu ile başlayan protestoların gerçek niteliğinin, biraz ayrıntılı incelendiğinde, ağırlaşan çalışma koşullarına ve hayat pahalılığına karşı duyulan öfkenin bir dışavurumu olduğu anlaşılıyor. Trump’tan bir dizi sağ, faşizan örgüte kadar destek aldıkları açık olan bu kesimlerin aşı karşıtlığını savunmak değil amacımız; çoğu emekçi halktan oluşan söz konusu kesimlerin neden sol, sosyalist bir mücadele ve talepler etrafında örgütlenemediği sorununu da şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Bizim asıl vurgulamak istediğimiz “demokrat” Kanada devletinin tepkisi. Kanadalı ve Amerikalı patronların talebi üzerine Ontario Yüksek Mahkemesinde dava açıldı, mahkeme ihtiyati tedbir (ilerisi düşünülerek alınan önlem) kararı ile bir yandan OHAL ilan ederek Ottawa’yı ablukaya alan protestocuları dağıtmaya çalışırken, öte yandan göstericilere maddi destek sağlayan herkesin tutuklanmasından banka hesaplarının dondurulmasına kadar (!) bir dizi önlem aldı. Görülebileceği gibi patronlar için “demokrasi”, kendi kârlarını tehdit altında gördükleri zaman hukuki, askeri yollarla devleti ihtiyati tedbir uygulamalarına zorlamaktan başka bir anlam taşımıyor.
“Demokrasi işçinin ekmeğidir.” demek bir anlamda arabayı atın önüne koymaktan başka bir şey değildir. Ekmek ve hürriyet mücadelesi, emeğin kurtuluş savaşı, hayali bir toplumda demokrasi için sınıf işbirliği politikası ile değil, gerçek demokrasi için ancak emekçi halkın sermayeden ve devletten bağımsız bir politika izlemesiyle kazanılacaktır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Mart 2022 tarihli 150. sayısında yayınlanmıştır.