Trotskiy’in katlinin 70. yıldönümü vesilesiyle düşünceler
Bundan tam 70 yıl önce, 20 Ağustos 1940’ta, 1917 Ekim devriminin Lenin’den sonra ikinci büyük önderi olan Lev Davidoviç Trotskiy, sürgünde yaşadığı Meksika’nın başkenti Meksiko’da hayata gözlerini yummuştu. Trotskiy Sovyet bürokrasisinin ve onun lideri Stalin’in bir ajanı tarafından kendi çalışma masasının önünde, başına buz baltası ile vurularak suikaste uğramıştı.
Katilinin üstüne atlayarak suratına tükürmüş, onunla boğuşmaya başlamış ve yardımcıları gelene kadar yakasını bırakmamıştı. Yardımcıları katili öldürmeye kalkışınca da engel olmuş, hesap vermesi gerektiğini söylemiş ve böylece tarihe kendi katilini tanıma fırsatını yaratmıştı. Daha sonraki bütün araştırma ve belgeler, Ramon Mercader isimli bu kişinin Sovyet bürokrasisi tarafından Trotskiy’i katletmek üzere memur edildiğini ortaya koyacaktı.Bu ölümün anlamını kavrayabilmek için şunu hatırlamak gerekir. Bolşevik Partisi'nin Ekim devrimini gerçekleştiren Merkez Komitesi'nin, Stalin'in kendisi dışındaki son üyesi de böylece ortadan kaldırılmış oluyordu. Öteki üyeler (erken yaşta yitirilen Lenin dışında) 1936-38 arasında Moskova Davaları olarak bilinen kurmaca mahkemelerde ölüme mahkûm edilerek bertaraf edilmişlerdi. Başka verilerle birlikte ele alındığında bunun anlamı açıktı: Stalin önderliğindeki bürokrasi, Ekim devrimi önderliğini ortadan kaldırarak Bolşevik Partisi'ni kendi eline geçiriyor, tarihin gördüğü en devrimci proletarya partisini bürokrasinin bir partisi haline getirirken, onun öncülüğünde kurulan devleti de kendi hakimiyetine almış oluyordu.
Bugün bütün devrimcilerin benzeri durumlarda örnek olarak almaları için bilmeleri gereken bir şey şudur: Stalin ve bürokrasi, Ekim devrimini yapan Merkez Komitesi'nin bütün üyelerini katletmiştir, ama bütün üyeler Stalin'e aynı tarzda muhalefet etmemişlerdir. Kimi başından itibaren Stalin'in teorisyeni olmuştur (Buharin gibi), ta ki Stalin onu kullanılmış bir mendil gibi bir kenara atana kadar; kimi, Trotskiy önderliğindeki Sol Muhalefet ile el ele Birleşik Muhalefeti kuracak kadar ileri gittikten sonra (Zinovyev ve Kamenev gibi) geri dönüp Stalin'e biat etmiştir; kimi de Trotskiy ve Sol Muhalefet taraftarlığından yeniden bürokrasinin saflarına katılmıştır. Bunların arasında bürokrasinin karakterini değerlendiremeyecek kalibrede olanlardan canını kurtarmaya çalışanlara kadar hiç kuşkusuz farklı saiklerle hareket edenler vardı. Ama hiçbiri ne Ekim devriminin bürokrasiden bağımsız kalan bir geleneğini oluşturacak bir şey yapabilmiş, ne de kendi canını kurtarabilmiştir. Sadece ve sadece Trotskiy, eleştirisinin sonuçlarından korkmayarak Sovyetler Birliği'nde karşı devrimci bir kliğin iktidara el koyduğunu saptayabilmiş, buna karşı ikirciksiz mücadele bayrağını açmıştır. Bu karşı devrimci klik Komünist Enternasyonal'i adım adım Sovyet devletinin dış politikasının basit bir aracı haline getirirken, Trotskiy yeni bir devrimci Enternasyonalin gerekli hele gelmiş olduğunu saptayarak IV. Enternasyonal'in kuruluşuna girişmiştir. Tarih, ilk büyük zaferinden sonra neredeyse her belirleyici kavşakta aleyhine gelişmelerle hırpalanan Ekim devrimine son bir şans vermiş, Trotskiy 1938'de, bürokrasi kendisini ortadan kaldırmadan önce, bir avuç yoldaşıyla birlikte IV. Enternasyonal'i kurmayı başarmıştır.
Stalin-Trotskiy karşıtlığı bugünün sorunu değil... mi?
Kısacası, Trotskiy'in hayatının ve ölümünün Sovyetler Birliği henüz ayakta iken anlamını, Ekim devriminin ve uluslararası komünist hareketin bürokrasinin tasallutundan korunması bağlamında anlamak mümkün. Peki bugün, aradan onyıllar geçtikten, 20.yüzyılın öteki devrimleri yaşandıktan ama daha sonra bu devrimlerin ürünü olan rejimler teker teker yıkıldıktan, en önemlisi tarihin gördüğü en ileri işçi devrimi olan Ekim devriminin ürünü Sovyet devleti 1991'de dağıldıktan sonra, Trotskiy'in artık tutarlı bir devrimci olarak tarihe havale edilmesi gerekmiyor mu? Bir akım olarak Trotskizmin bugün, Sovyet devleti diye bir şey ortadan kalkmışken bir anlamı var mı? Bir bakıma yorgan gitmişken kavga da bitmemeli mi?
Böyle düşünen, üstelik de saikleri birbirinden bütünüyla farklı o kadar çok çevre var ki. En belirginlerini zikredelim kısaca. Trotskizmi hep müzmin muhalif bir ruh durumu ile anti-Stalinizm olarak algılamış geniş Trotskist çevreler, genel olarak bürokratik işçi devletleri, özel olarak da Sovyetler Birliği ortadan kalktığına göre, artık Trotskizme ne gerek var diye kendilerine sorup duruyorlar. Onlar böylece Trotskizmden uzaklaşırken eski Stalinist hareketlerden Trotskizme yaklaşmakta olan, ama Trotskizmin neden önemli olduğunu bir türlü kavrayamayıp solun geri kalanına karşı zor duruma düşmemek için "Trotskist etiketinin bir kenara bırakılmasını" talep edenler çok. Bir de politik hayata 1989-1991 çöküşünden sonra son yirmi yıl içinde gelen kuşaklar var. Onlar kendi ufuklarında hiç yer almamış bu ayrımın "bugünün meselesi olmadığını" söylüyorlar. "Tartışma başka alanlarda yürüyor, o alanlar üzerinde yoğunlaşılmalı" diyorlar.
İlk grup için söylenecek bir şey yok. Onlar Trotskizmi hep bir "tarihsel haklılık" temelinde ele almış, Stalinizme karşı tanımlamış, kısacası meselenin Bolşevizmi ve işçi sınıfının uluslararası devrimci öncüsünü yeniden kurmak olduğunu kavrayamamış akımlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ve Stalinizmin klasik biçimleri altında tarih sahnesinden adım adım çekiliyor olmasının, bu esas sorunu, yani uluslararası proletaryanın öncüsünün Leninist temellerde yeniden kurulması sorununu çözmek bir yana çözülmesini daha da zorlaştırdığını, Sovyetlerin çöküşünün suçunun Leninizmin, hatta Marksizmin üzerine yıkılmış olduğunu, Stalinizmin yerini alan liberalizmin işçi sınıfı hareketi içinde ve ezilen kitlelerin bilincinde daha da yıkıcı etkilerde bulunduğunu göremiyorlar. Bütün bu nedenlerden dolayı "Trotskizm"e eskisinden de daha fazla ihtiyaç olduğunu anlayamıyorlar. Bu akımlara karşı görev yine de ötekilerle karşılaştırıldığında daha yalın: Burada kısaca söylediklerimizi, bu akımların içindeki işçilere, genç aydınlara, militanlara sabırla, bütün temelleriyle anlatmak.
İkinci ve üçüncü gruplara ilişkin söylenecekler daha karmaşık, daha nüanslı. Her iki gruba da verilecek ortak yanıtla başlayalım. Bu tartışma açıldığında söylenecek şey şudur: Trotskizmin ya da Trotskizm/Stalinizm ayrımının artık önemsiz olduğunu söylemek, Leninizmin önemsiz olduğunu söylemekle eşanlamlıdır. Hâlâ Stalinizmin kategorileriyle düşünen veya politika yapan akımlar karşısında gerçek Marksizmi silahsızlandırmaktır.
Bir kez bu ortaya konulduktan sonra iki grup karşısındaki görevler farklılaşıyor. Eskiden Stalinizmin çekim alanında olduğu halde bugün Trotskizmin gerçek Marksizmi temsil ettiğini, geçmiş konusunda olduğu gibi gelecek konusunda da doğru olanı onun savunduğunu gören ama "Trotskist" etiketiyle damgalanmaktan korkan devrimcilere, 20. yüzyıl devriminin bütün tarihinin bu ayrımın iki yanının iki ayrı dünya olduğunu kanıtladığı uzun uzun ve bütün ayrıntısıyla anlatılmalıdır. Burada çatır çatır tartışmaktan, her şeyi açık açık konuşmaktan başka yapılacak bir şey yoktur.
Ama üçüncü grubun durumu farklıdır. Üçüncü grup ister işçi olsun, ister geleceğin komünist kadrolarını veya aydınları temsil eden militanlar olsun, gençliktir, gelecektir. Bu insanların mücadeleye gelişlerinde, politizasyonlarında, sosyalizme ve devrime angaje olmalarında Stalinizm veya Trotskizmin bu adlar altında bir önem taşımasını beklemek doğru olmaz. Bu ölçüde, sadece bu ölçüde, "Trotskizm/Stalinizm ayrımı bugünün sorunu değil" diyenler bir hakikate parmak basmış olmaktadırlar.
O halde yukarıda belirlediğimiz hakikat ile bu hakikati nasıl telif edeceğiz? Marksizm, devrimci Marksizm, 1930'lu yıllarda Sovyetler Birliği'nde yaşanan bürokratik karşı-devrimden sonra artık o dönemde yaşanan yol ayrımından bağımsız olarak kavranamaz.Buna karşılık, bugün Trotskistlerin, işçilere, gençlere, aydınlara "Trotskizm" adına hitap etmesi doğru değildir. Çünkü Marksist ideoloji, program ve teori zaten öncelikle onların savunduğu bir şeydir. Trotskistlerin artık sadece Marksizm adına konuşması gerekir.
Demek ki, görevimiz iki kat zor. Artık Trotskist olarak değil Marksizmin hakiki sözcüsü olarak konuşmalıyız. Ama Bolşevizmin geleneklerini devam ettirmek için de teori, program, ideoloji alanlarında militanlarımızı ve kadrolarımızı devrimci Marksizm ile zahiri Marksizm arasındaki farklar konusunda hiç usanmaksızın eğitmeliyiz.
Müzik eğitimi gören insanlar şarkılarını "do, sol, la minör" diyerek söylemezler. Do'nun, sol'ün, la minör'ün hakkını vermeyi bilerek şarkı söylerler.