Post-liberalizm ya da Seul sonrası kapitalizm (4): İkinci Nicel Kolaylaştırma mı, İkinci Kore Savaşı mı?
Bu yazı 14 Aralık 2010’da BirGün gazetesinde yayınlanmıştır.
Bir önceki yazımızda, bundan böyle bir yandan kendi İkinci Nicel Kolaylaştırma (NK2) yorumumuzun ayrıntılarına girerken, diğer yandan doğuşundan bu yana yakından izlediğimiz postliberal dönemin gözleyebildiğimiz gelişmelerini inceleyeceğimizi belirtmiştik. O yazımızda, NK2’nin neden ABD Merkez Bankası’nın ABD Hazinesi’ne uzun dönemli borç vermesinin saklı adı olduğunu ayrıntılarıyla anlatmaya çalışmıştık. Bu yazımızda ayrıntılara daha da derin gireceğiz. Önce son birkaç gündür Türkiye’de gözlediğimiz bazı gelişmelerle başlayalım, NK2’ye sonra geçeriz.
Şöyle demiştik: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın sermaye hareketleri üzerine son günlerde yaptıkları açıklamalar, yakın bir gelecekte Türkiye’nin de sermaye hareketleri üzerindeki denetimlerini sıkılaştıran ülkeler kervanına katılabileceği izlenimi vermektedir.” Bu konuda Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden gelmeyi sürdüren çelişkili beyanlar, bu görüşümüzü güçlendiriyor. Söz gelimi, 8 Aralık’ta V. Türkiye Sektörel Ekonomi Şurası'nın sonuç raporu için yapılan toplantıda konuşan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, şöyle demiş: “Türkiye serbest ticaret, serbest sermaye hareketlerini benimsemiş bir ülkedir. Bugünkü başarımızın önemli faktörüdür. Türkiye'yi içine kapatmaya çalışan söylemleri duyuyoruz. 2005 yılında da yaşadık. Benzer iddialar, söylemler oldu. Sonuç getirmeyecek adımları atmadık atmayacağız.”[1] Buna karşılık, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Polonya'nın Rzeczpospolita gazetesinde 7 Aralık’ta yayınlanan söyleşisinde “Hükümetimizin ülkeye sıcak para girişine sınırlama getirecek kararlar almasını göz ardı edemem” diye konuşmuş.[2] Dahası, Habertürk gazetesinde “Başıboş dövize ince ayar” başlığıyla 5 Aralık’ta yayınlanan bir habere göre: “Başıboş döviz piyasası diye de bilinen forex piyasasına stopaj uygulanması için Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in kurmaylarına talimat verdiği ve çalışmaların hızla başlatıldığı öğrenildi. Forex işlemlerine getirilmesi planlanan stopaj oranının yüzde 10 olması planlanıyor.”
Gerçi, Ali Babacan ve Mehmet Şimşek arasında böylesi bir çelişki çok da şaşırtıcı değil. Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın sorunu, sürekli cari açık vermekte olan Türkiye ekonomisinin bu cari açığı nasıl kapatacağıdır: Gelen sıcak parasız bu cari açık nasıl kapatılabilir? Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in sorunu ise finansal istikrardır: Finansal istikrar bozulursa, eğer 2007’den bu yana ABD ve AB’de yaşananlar ip ucuysa, tüm ekonominin istikrarı bozulmaz mı? Beklentimiz, Babacan–Şimşek savaşını kazananın Şimşek olması olasılığının daha yüksek olduğudur. Tabii ki Babacan da kazanabilir, ancak hangisi kazanırsa kazansın, sonunda kaybeden Türkiye’nin emekçileri olacaktır. Çünkü, aşağıda tartışacağımız nedenlerden, Türkiye’de finansal istikrarın bozulmaması olasılığı bizce küçüktür.[3]
2006 yazında göçmeye başlayan ABD emlak piyasasının 2007 Ağustos’unda tetiklediği finansal krizin başlangıcından üç ay önce, Mayıs 2007’de, ABD Merkez Bankası Başkanı Benjamin Bernanke şöyle demişti: “Alt-asal (sub-prime) konut sektöründeki sıkıntıların daha geniş konut piyasasındaki etkilerinin büyük olasılıkla sınırlı olacağına inanıyoruz ve alt-asal konut piyasasından ekonominin gerisine ya da finansal sisteme önemli yayılmalar beklemiyoruz.”[4] Sonrasında neler olduğunu burada hatırlatmaya sanırız gerek yoktur. Şimdi filmi ileriye, 8 Aralık 2010’a, saralım ve kamerayı Türkiye’ye döndürerek mikrofonu Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’a uzatalım: “Varlık fiyatlarında bir şişkinlik görmüyorum. Bugün itibariyle emlak piyasasında herhangi bir balon söz konusu değil.”[5] Şimdi de, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 9 Aralık 2010 tarihinde açıkladığı büyüme verilerine bakalım. TÜİK verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2010 yılının ilk dokuz ayında yüzde 8,7 büyürken, aynı dönemde inşaat sektörü, tüm sektörleri geride bırakarak, yüzde 18,4 büyümüş. Ayrıca, Türkiye ekonomisinin son üç çeyrekte büyümeleri sırasıyla yüzde 11,8, yüzde 10,2 ve yüzde 5,5 olurken, inşaat sektörünün son üç çeyrekteki büyümeleri sırasıyla yüzde 8,3, yüzde 21,9 ve yüzde 24,6 olmuş.[6] Diğer bir deyişle, 2010 yılı ilerledikçe Türkiye ekonomisi frenlerken, inşaat sektörü gazlamış. Dumankaya Holding Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Dumankaya’nın 10 Aralık tarihinde yaptığı açıklamasında da belirttiği gibi, inşaat sektörü Türkiye ekonomisinin yüzde 6,5’lik bölümünü teşkil ederken, sektörün yüzde 55’lik bölümünü de konut sektörü teşkil ediyor. Bu demektir ki, son çeyrekteki yüzde 5,5’lik büyümenin yaklaşık yüzde 1,6’sı inşaat sektöründen geliyor, ki bu üçüncü çeyrekteki büyümenin yaklaşık üçte biridir.
Şimdi, sorularımıza geçelim. İnşaat sektörü bu hızlı büyümeyi, yalnızca kendi öz sermayesini kullanarak mı finanse etmiştir? Eğer yalnızca kendi öz sermayesini kullanmadıysa, başlattığı inşaatlar için kullandığı paranın ne kadarı hisse senedi piyasalarına ihraç ettiği hisse senetlerinden, ne kadarı borç piyasalarına ihraç ettiği tahvillerden ve ne kadarı bankalardan aldığı borçlardan gelmiştir? Ayrıca, yine Dumankaya Holding Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Dumankaya’nın 10 Aralık tarihinde yaptığı açıklamasında belirttiği gibi, inşaat sektörünün bu büyümesinde ucuzlayan konut kredileri önemli bir rol oynamıştır.[7] Bu kredileri alanlar, kredileri hangi bankalardan ve diğer finans kurumlarından, mesela Dumankaya Finansman Sistemi’nden, almıştır ve ne kadar? Dumankaya’nın sözünü ettiği konut kredilerindeki ucuzlamanın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, ABD Hazinesi ve IMF’nin eski-yeni bir sürü üyesi ve diğerlerinin yakınmakta oldukları sıcak parayla, yani sermaye akışlarıyla, bir ilişkisi olabilir mi? IMF eski Başkanı Rodrigo de Rato, geçtiğimiz hafta İstanbul’da yapılan İMKB 25.Yıl Konferansında şöyle demiş: “Gelişmekte olan ülkelerde patlayacak bir balon olmasını nasıl önleyebilirsiniz? Sıcak sermaye, gelişmekte olan ülkelerde yaşamakta olduğumuz günlerin daha kötüye gitmesi anlamına gelebilir.”[8] Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, IMF eski Başkanı Rodrigo de Rato’nun bu dediklerini nasıl değerlendiriyor?
Son olarak, Finansbank’la bağlantılı www.finansonline.com sitesinin de 10 Aralık 2010 Cuma günkü İMKB düşüşünde rol oynadığını ileri sürdüğü, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu Başkanı Tevfik Bilgin'in bankaları uyaran konuşması, inşaat sektörünün böylesi gaza basışından duyulan kaygılar yüzünden olabilir mi? Hürriyet gazetesinden aktarımla: “Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) Başkanı Tevfik Bilgin, bankaların bugün son derece sağlıklı olduğu söylenen temel göstergelerinin kısa sürede mantık dışı büyüme ve fiyatlama politikaları sonucu eriyebileceğini belirterek, bankacılara, ‘Gazete, televizyon ya da sair kanallardaki demeçlerinizde veya bütçe hedeflerinizde bu realiteye lütfen dikkat ediniz. Açıklamalarınızda reklam amaçlı dahi olsa, biliniz ki bunları yakinen izlemekteyiz’ uyarısında bulundu.”[9]
NK2 yorumumuz: Kur Savaşı mı, Kore Savaşı mı?
Eğer kullanmadığınız bir eviniz varsa, bu evin kullanım hakkını bir süreliğine başkalarına verip, karşılığında kira toplayabilirsiniz. Süre bitiminde evinizi kullanma hakkını verdiğiniz kişiler evinizi geri vermekle yükümlüdürler. Aynı şey para için de söz konusu: eğer kullanmadığınız paranız varsa, bu paranın kullanım hakkını bir süreliğine başkalarına verip, karşılığında kira toplayabilirsiniz. Süre bitiminde paranızı kullanma hakkını verdiğiniz kişiler paranızı geri vermekle yükümlüdürler. Paranın kirası da faizdir.
Şimdi düşünün: Merkez Bankanız, kendi kendine yazdığı bir çekle yoktan var ettiği parayı kullanarak kiraladığınız evi ev sahibinizden satın alıyor ve size evde kira ödemeden yaşama hakkı veriyor. Böyle olursa, kazancınızın tümünü mal ve hizmet satın almak için kullanamaz mısınız? Üstelik, ev sahibiniz de evi parayla değiştirdiğinden, bu parayı ya bir yerlere harcayacak ya da kiraya verecektir. Sermaye denetimleri de işin içine burada giriyor: Ev sahibinin eviyle değiştirdiği parayı ülke dışında harcamasına ya da ülke dışında kiraya vermesine engel olunabilirse ya para ülke içinde harcanır ya da ülke içinde bu parayı harcayabileceklere kiraya verilir. Ve böylelikle ekonomi canlandırılır, ya da en azından teori böyle diyor.
Yükselen piyasa ülkelerindeki, liberal iktisat söylemiyle taban tabana zıt olan, sermaye denetimleri bizce bu amaca hizmet edecekleri düşünüldüğünden yüreklendirilmektedir. Bir süredir sermaye denetimlerinin önemi konusunda çeşitli konuşmalar[10] yapmakta olan Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’le çalıştıklarını bildiğimiz Kevin Gallagher and Stephany Griffith-Jones da böyle düşünüyorlar olsa gerektir ki, 17 Kasım 2010’da İngiltere’de yayınlanan The Guardian gazetesine yazdıkları makalelerinde[11] daha da ileri giderek, kabaca şunu önerdiler: Yalnızca yükselen piyasa ülkelerinin ülkelerine giren sermayeyi denetlemeleri yetmez, eş zamanlı olarak, ABD de ABD dışına çıkan sermayeyi denetlemelidir. Günün politik ikliminde Obama yönetiminin Gallagher ve Griffith-Jones önerisini ciddiye alabileceğini sanmıyorsak da, geleceğin neler getirebileceğini bilmiyoruz.
Bizce NK2’yle yapılmaya çalışılan yaklaşık budur. Yaklaşık, çünkü, ABD Merkez Bankası FED, ABD Hazinesi borçlarını Goldman Sachs, JPMorgan Chase ve benzeri “ev sahiplerinden” satın aldıktan sonra kiracıya, yani ABD Hazinesi’ne, kiranın tümünü değil yalnızca yaklaşık yüzde 85’ini geri verecek. FED’in ABD Hazinesi’ne kiranın, yani faizin, yalnızca yaklaşık yüzde 85’ini geri vermesinin nedeni ise, nasıl olup da öyle olduğunun ayrıntılarını bir yana bırakırsak, 1960’lardan bugüne dek olanın bu olması. Özetle FED, ABD Hazinesi’ne daha önce sözünü ettiğimiz 875 milyar doları NK2 yoluyla neredeyse bedava borç vermeye hazırlanıyor. Üstelik, bu borcu ileride artırabileceğini de açıklayarak.
Bir önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi, NK2 hakkında yorumda bulunan iki okul ortaya çıkmış durumda. Birinci okula göre NK2 yeni bir mali sektör kurtarma operasyonuyken, ikinci okul, NK2’yi ABD’nin başlattığı bir kur savaşı olarak tanımlıyor. Bu okulların yorumlarına neden katılmadığımızı o yazımızda açıklamaya çalışmıştık. Birinci okula katılmama nedenlerimize şimdiye dek ciddi bir itiraz gelmedi. İkinci okula katılmama nedenlerimiz ise, nedenlerimiz arasında Çin’in ve bugün hala dünya rezerv parası olmayı sürdüren ABD dolarının özel konumlarına hiç değinmemiş olduğumuzdan, bazı okuyucularımız tarafından eleştirildi. Bu yazımızda yalnızca Çin’in ve ABD dolarının dünya rezerv parası olarak oynadığı önemli rolleri değil, yaşanmakta olan küresel iktisadi krizde çok önemli yerleri olan Almanya, İrlanda, İspanya, Yunanistan gibi bir sürü başka ülkenin oynadığı rolleri de tartışmak isterdik. Yer darlığından dolayı böylesi bir tartışmayı sonraya bırakarak, şimdi yüzümüzü, bugün tartışılmasını daha acil bulduğumuz, Kuzey Kore’ye dönelim.
Ama önce, ikinci yazımızdan bir hatırlatma. ABD ekonomisini canlandırma girişimi olarak gördüğümüz NK2’nin Keynesçi ekonomi modeline, yani ölmeye yatmış özel sektörün devlet eliyle hayata döndürülmesine, geri dönüş olamayacağını düşünüyoruz. O yazımızda altını çizdiğimiz gibi, böyle düşünmemizin temel nedeni, Obama hükümetinin NK2’den gelen neredeyse bedava parayla çoğu zaten ölü ABD özel sektör şirketlerinin önemli bir kısmını hayata döndüremeyeceğidir. Eğer böyleyse, Obama hükümeti NK2’den gelen parayla ekonomiyi canlandırabilecek hangi ABD özel sektör şirketlerini hedefleyebilir? Bu sorunun yanıtı ise Kuzey Kore’de yatıyor sanki. İkinci yazımızdan bir alıntı: “Büyük Bunalımdan çıkışa yardımcı olan en önemli etkenler arasında, ikinci dünya savaşının yarattığı özel koşullar altında, ABD’de devlet harcamalarının görülmedik ölçekte artırılabilmiş olması gelir. … dönemin ABD başkanı Roosevelt ve hükümeti, politik baskılar nedeniyle 1937’de devlet harcamalarını önce yavaşlatmak zorunda kalmış, ancak 1939’da ikinci dünya savaşının başlamasıyla siyasi olarak meşrulaştırabildikleri askeri harcamalar sayesinde pek fazla tepki görmeden -hem de öncesinden daha büyük meblağlarda olmak üzere- yeniden artırabilmiştir.”
Şimdi de sözü, 12 Aralık 2010’da www.bloomberg.com finansal haber sitesinden yazan Paul Tighe’ye verelim[12]: “Kuzey Kore, ABD’nin Kore yarımadasının dışına taşacak kapsamlı bir savaşı kışkırtmak üzere Güney Kore ve Japonya’da askeri histeriyi teşvik ettiğini söyledi.” Kore yarımadası ve çevresindeki askeri gelişmeleri yakından izleyenler, Bloomberg finans sitesinde verilen bu haberden pek şaşırmamış olsalar gerektir. İnternet’te Kore üzerine yapılacak herhangi bir araştırmanın bu makalenin yazıldığı 13 Aralık 2010 günü itibariyle getirdiği haber sayısı, korku verici boyutlardadır. Lafı daha uzatmadan, yazımızı Carmen Reinhart ve Kenneth Rogoff’un Türkçesi yakında yayınlanacak olan Bu Defa Farklı: Finansal Çılgınlığın 800 Yıllık Tarihi başlıklı kitabından yeniden ürettiğimiz bir şekille, Şekil 1’le, bitirelim. Şekil 1’deki Sermaye Hareketliliği İndeksinin tanımı, Reinhart ve Rogoff’un kitabında ayrıntılarıyla veriliyor. Son iki yüz yılın birinci “küreselleşmesi” kabaca 1870-1930 arası sürdü. Şimdi yaşadığımız “küreselleşme” ise kabaca 1973’de Şili’de Pinotchet’in Allende’yi devirdiği faşist darbeyle başladı. Şekil 1’den görüldüğü gibi, ilk küreselleşmede sermaye hareketliliğinin tepe noktası 1914 ve arkasından gelen facialar hepimizin malumudur. Bu küreselleşme de ise tepe noktası şimdilik bugündür. Yazımızı şöyle bitirelim: Tarih kendini yineler ama her seferinde başka türlü.
Karamsar olmaya gerek var mı?
3. Neden böyle düşündüğümüzü daha iyi görebilmek için, Kasım 2010’ da piyasaya çıkmış, ve makalemiz yazarlarından birinin de yazarları arasında olduğu, “Regulating Wall Street: Dodd-Frank Act and the New Global Financial Order” başlıklı kitaba başvurulabilir.