Dünya 2011: Depresyon ve devrim!
2011 yılı neresinden bakarsanız bakın, olağanüstü bir yıl oldu. Dünyada son otuz yıldır geçerli olan güç dengelerini köklü biçimde değiştirdi. Kapitalizmin bu otuz yıl içinde üst üste yaşanan gelişmeler sayesinde elde etmiş olduğu ekonomik, politik ve ideolojik üstünlüğü yitirdiği yıl oldu. Bu büyük değişimin ardında temel olarak iki sarsıntı yatıyor. Birincisi, ekonomik krizin bir Büyük Depresyon’a dönüşmesi. İkincisi sınıf mücadelesinin ve devrimin yeniden gözle görülür biçimde tarihin motoru haline gelmesi.
Ekonomik kriz aslında 2011’de başlamadı. Dünya ekonomisinin hâlâ kalbinin attığı ülke olan ABD’de 2007’de başladı, 2008 sonbaharında ise bütün dünyaya yayıldı. 2008 Eylül’ünde Wall Street yatırım bankalarından Lehman Brothers’ın iflası ile birlikte dünya ekonomisi uçurumun eşiğine geldi. Biz Devrimci İşçi Partisi olarak teşhisi derhal koyduk: Dünya ekonomisi, kapitalizmin tarihinde ender olarak görülen bir ağır krize, yani bir Büyük Depresyon’a girmişti. Biz teşhisi koymasına koyduk, ama bu büyük halk kitleleri açısından henüz yeterince açık hale gelmemişti. Uluslararası burjuvazi eşgüdüm içinde batık bankaları kurtarmaya ve durgunluğa karşı canlandırma tedbirleri almaya yönelerek krizin derinleşmesini geçici olarak durdurmayı başardı. 2009’un ikinci yarısından itibaren dünya ekonomisinde yarım yamalak da olsa bir toparlanma başlayınca, kapitalist medyanın da pompalamasıyla halk kitleleri sorunun aşıldığına inandırıldı.2011, burjuvazinin krizi kontrol altına almakta çaresiz kaldığı, halk kitlelerinin de bu sayede kapitalizmin nasıl bataklığa batmış olduğunu kavramaya başladığı yıl oldu. Bu konuda çeşitli ülkelerin, kamu borçlarının ödenmesinde içine düştüğü güçlük, krizin ön plana çıkan yönü oldu. Bu da rastlantı değildi. Bankaları kurtarmak için kesenin ağzını açan kapitalist devletler kendileri iflasın eşiğine gelmişlerdi. Birçok ülkede (örneğin ABD ve Japonya’da da) kamu borçluluğu çok ağır sonuçlar yaratmaya aday olsa da, dikkati çeken esas olarak Avrupa’nın güney hattındaki ülkeler oldu. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz ardı ardına borçlarını kendi başlarına çeviremez hale geldiler ve İMF-AB-Avrupa Merkez Bankası’ndan oluşan “troyka”nın ceberut ellerinde can çekişmeye başladılar.
Ardından İspanya sarsıntıya girdi. Sıra İtalya’ya geldiğinde bütün dünya nefesini tutmaya başladı. Çünkü İtalya ve İspanya, ötekiler gibi küçük ekonomiler değil. Batmalarına izin verilemeyecek ama aynı zamanda kurtarılamayacak kadar büyükler! (Biri dünyanın sekizinci büyük ekonomisi, öteki ise on ikinci.) Bunlardan birinin ya da ötekinin iflas etmesi, dünya ekonomisinin uçuruma devrilmesi demek.
Şunu da hatırlamak gerekiyor. Her borçlunun karşısında bir alacaklı vardır. Her Avrupa devletinin iflası, beraberinde Avrupa bankalarının da iflasını getirme riskini kaçınılmaz olarak içeriyor.
Avrupa Birliği tir tir titriyor
Bütün bu gelişmeler, bir de yan ürün verdi: Avrupa Birliği’nin (AB) 17 ülkesinin ortak parası olan avronun geleceği birdenbire tehdit altına girdi. Yunanistan gibi iflas etmesi neredeyse kaçınılmaz bir ülkenin bile avroyu terk etmesi, bütün avro sistemini sarsabilir. Ama İtalya’nın avrodan çıkması avro için kesinlikle yolun sonu demek olur.
Mesele sadece avronun çökmesi tehlikesiyle de sınırlı değildir. Bütün aklı başında burjuva yorumcularının da artık hiç gizlemeden teslim ettiği gibi, avronun çöküşü bir yandan Avrupa çapında bütün yatırım planlarını altüst edecek, bir yandan da AB’de merkezkaç güçleri harekete geçirerek AB’nin parçalanmasına zemin hazırlayacaktır. Aralık başındaki AB zirvesinde Almanya ile Fransa’nın ortak planını Britanya’nın veto etmesi, bu dinamiklerin şimdiden harekete geçmiş olduğunun somut ifadesidir.
AB, son yarım yüzyıl içinde kapitalizmin en büyük başarı öykülerinden biridir. Bütün Avrasya coğrafyasını etkilemiş, Doğu Avrupa’nın ve Sovyetler Birliği’nin 1989-1991 aralığında çözülmesinde ve kapitalizme dönüşünde çok önemli bir rol oynamıştır. AB’nin parçalanması halinde tam tersine bir eğilim doğacaktır.
Burjuvazinin politik hâkimiyet sisteminde gedikler açılıyor
Kapitalizmin maddi yapılarının sarsıntıya girmesinin yanı sıra, Büyük Depresyon sınıf mücadelelerini kışkırtıyor, burjuvazinin politik üstünlüğünün koşullarını sarsıyor, kapitalizmin ideolojik alandaki prestijinin sorgulanmasına yol açıyor, devrimlerin yolunu adım adım döşüyor.
Sınıf mücadelelerine ve devrimlere birazdan döneceğiz. Ama önce burjuvazinin hâkimiyet sisteminde açılan gediklere bakalım. Ekonomik krizin en sert etkilerini yarattığı AB’de politik sarsıntı gözle görülüyor. Bir yandan, depresyonun bedelini en ağır ödeyen ülkelerde siyasi partiler sistemi eski işlevselliğini yitiriyor. 2010’dan başlayan bir süreçle, 2011’de sırasıyla İrlanda, Portekiz, Yunanistan, İspanya ve İtalya’da, kemer sıkma politikalarını uygulayarak halkı kendine düşman eden siyasi partilerin erken ya da zamanında seçimlerle iktidardan düşmesi ile sonuçlanmakla kalmadı. Yunanistan ve İtalya’da siyasi partilerin sağladığı hâkimiyet sisteminin kendisi yerini bütün büyük partilerin hep birlikte desteklediği “milli birlik hükümeti” kılıklı teknokratik kabinelere bıraktı. İki ülkenin aynı modele neredeyse eşzamanlı olarak dönmesi rastlantı değildir. Bu, geleceğin tohumlarını taşıyan modeldir. İşçi ve emekçi kitlelere Büyük Depresyon’un burjuvazi açısından gerekli kıldığı ölçüde saldıran hükümetler meşruiyetlerini formel de olsa demokratik özellikler taşıyan bir sistem içinde kolay kolay sağlayamazlar.
Benzer bir gelişme, ABD’de de görülüyor. Ülke çapında Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasındaki zıtlaşma ABD devlet sistemini felç olmanın eşiğine getirmiştir. Sadece burjuvazinin bu iki ana partisi krizden çıkmanın güçlüğü karşısında bir diğerine saldırmayı esas strateji olarak bellediği için değil. Onlarca, hatta yüzlerce yıl boyunca istikrarını korumuş olan iki parti sisteminde aşırı uçlar çatlaklar yaratmaya başladığı için. Cumhuriyetçi Parti kendi içinde Çay Partisi adı altında gelişmekte olan aşırı sağcı, emekçi düşmanı politik akımla uğraşırken, Demokrat Parti de işçi sınıfının ve Wall Street İşgali hareketinin basıncı altına girmiştir. Ayrıca, mali durumu merkezi federal devletten de daha kötü durumda olan eyaletlerden bazılarında (Wisconsin ve Ohio en ileri örneklerdir) Cumhuriyetçi sağ ile işçi hareketi arasındaki çelişkiler buraları (güney Avrupa ülkelerinde olduğu gibi) yönetilemez hale getiriyor.
Kapitalizmin prestiji sarsılıyor
Büyük Depresyon, aynı zamanda, kapitalist ekonominin son otuz yılda, özellikle “küreselleşme” ideolojisi aracılığıyla ve sosyalist inşa deneyimlerinin çöküşüyle elde ettiği tek başarılı sistem imajını ortadan kaldırıyor. Uluslararası işçi sınıfı ve emekçi kitleler, kapitalizmin artık herkese günün birinde refah getireceği konusunda ileri sürülen yalanlara inanmak için bir neden görmüyor. Özel mülkiyet, özel girişim ve “serbest” piyasa temelinde herkesin refaha kavuşacağı iddiası inandırıcılığını yitiriyor. İnsanlık özel girişim ve serbest piyasa ideolojisinden uzaklaşmaya başlıyor.
2011: Devrimin geri gelişi
2010 yılının son günlerinde Tunus’ta başlayan isyan, 2011’e esas rengini verecek olan gelişmelerin habercisiydi. 2011 uzun onyıllar boyunca bir uykuya yatmış görünen Arap dünyasında büyük bir uyanışın devrime dönüşmesine tanık oldu.
1979 Nikaragua ve İran devrimlerinden beri dünya bir rejimi bütünüyle yıkan bir devrim yaşamamıştı. Evet, gerici 1980’li ve 1990’lı yıllardan sonra, 2000’li yıllarda Latin Amerika’da önemli devrimci yükselişler yaşanmış, özellikle Arjantin (2001-2002) ve Bolivya’da (2003 ve 2005) emekçi sınıflar ve ezilenler devrimci atılımlar yapmışlardı. Ama bunlar sonuçsuz kalmış, daha da önemlisi dünyanın genel durumunu değiştirecek bir etki yaratamamışlardı.
Arap devrimi tam da bunu yaptı. Önce Arap dünyasını bir orman yangını gibi sardı, sonra başka coğrafyaların bambaşka sınıfsal ve politik özellikler taşıyan halk kitlelerine esin kaynağı olarak dünya çapında sınıf mücadelelerini, hatta devrim fikrini kışkırttı. Devrime yeniden bir prestij kazandırdı.
Arap devriminin ihtişamı ve başarısızlığı
Arap devrimi, özellikle Tunus’ta ve Mısır’da, ama aynı zamanda uzunca bir süre boyunca Yemen’de, Bahreyn’de ve Suriye’de de modern çağın en tipik devrimlerinde görülen bir karakter taşıdı. Her şeyden önce, en ağır diktatörlük rejimlerinin baskı güçlerinin kurşunlarına göğsünü siper eden mülksüzlerin, en başta da işçi ve emekçi sınıflardan gençlerin bir hareketi olmak bakımından. Tunus ve Mısır’da buna işçi sınıfının sendikaları ve/veya grevleri ile olayların gelişmesine damgasını vurmasını da eklemek gerekiyor. Sık sık söylendiğinden farklı olarak, en azından Arap devriminin doruk noktasını oluşturan bu iki ülkede hareketin sınıf karakteri yadsınamaz biçimde ortadadır.
Ancak, bütün büyük devrimler esas sınıf karakterinin yanı sıra çok büyük halk kitlelerini tek bir isyancı ruh durumunun etrafında toplar. Bu bakımdan Mısır devrimi 21. yüzyılın şimdilik en büyük devrimci atılımı olmuştur. Tahrir meydanı sadece 2011’in bütün önemli halk hareketlerinin örnek gösterdiği mücadele olmamıştır; muhtemelen önümüzdeki bütün bir dönemin hareketlerinin esin kaynağı olacaktır.
Arap devrimi, Tunus’ta, Mısır’da ve Yemen’de, her biri en azından otuz yıldır başta olan diktatörleri devirmekle az görülen bir başarı elde etmiştir. Bu başarılarıyla da bütün dünyanın sömürülen ve ezilen halklarına cesaret kazandırmış, mücadeleye boylu boyunca giren halk kitlelerinin en sert rejimleri bile devirebileceğini, bu uzun zamandır unutulmuş gerçeği dosta düşmana hatırlatmıştır. Ama bir yandan da bu başarılar, en ileri gittiği ülkeler olan Tunus ve Mısır’da bile yarım, hatta güdük kalmıştır. Devrim, önünde yükselen çeşitli engelleri, Mısır’da ordu yönetimini ve İslamcı karşı devrimciliği, Tunus’ta ılımlı İslamcılığı, Yemen’de Suudilerin ABD adına mühendisliğini yaptığı “düzenli geçişi”, Bahreyn’de Suudi askeri gücünü, Suriye’de ise emperyalizmin ve Türkiye hükümetinin saldırganlığını aşamamıştır. Libya ayaklanmasının ve emperyalizmin buraya müdahalesinin karşı devrimci ve emperyalist karakterini yerli yerine oturtamamıştır. Bunun çeşitli nedenleri kuşkusuz mevcuttur, ama en önemlisi işçi sınıfının bir devrimci parti öncülüğünde devrimi sürekli kılarak başarıya ulaştırma kapasitesini gösterememesidir.
Bütün bunlara rağmen, Arap devrimini, özellikle muazzam bir enerjiyi ortaya çıkarmış olan Mısır devrimini bitmiş ve kapanmış saymak çok yanlış olur. Mısırlı devrimcilerin söylediği gibi, “Et thawra musammera”, ya da devrim devam ediyor. Mısır devrimi daha bütün dünyayı çok şaşırtabilir. Mısır durmadıkça da Arap dünyası durmaz.
Akdeniz devrimci havzası
Arap devriminin kendisi, özellikle Tunus, Mısır ve Suriye’de kapitalizmin ekonomik krizinin sonuçlarıyla, dolaysız biçimde ilgilidir. Kriz içindeki AB’nin çevresindeki bu ekonomiler, krizden dolayı ağır bir sarsıntı geçirmiş oldukları içindir ki başka çelişkiler patlama noktasına gelmiştir.
Ama Büyük Depresyon esas etkisini, Akdeniz’in karşı sahilindeki sınıf mücadelelerini kışkırtarak göstermiştir. Yunanistan ve İspanya (ve son dönemde İtalya) gibi ülkelerde, işçi sınıfı ve emekçilerin tepkisi doğrudan doğruya burjuvazinin kendi krizinin yükünü emekçilerin sırtına yıkma çabasından kaynaklanıyor. Büyük Depresyonlar, burjuvazinin işçi ve emekçilere taviz verme olanaklarını ortadan kaldırarak sınıf mücadelesine büyük bir ivme verir. Bu, bir yandan gerici, faşist partilerin yükselişi biçiminde ortaya çıkar. Nitekim, 2008’den beri Avrupa’da her ülkede bu tip partiler seçimlerden güçlenerek, bazen çarpıcı başarılar kazanarak çıkmışlardır. Bir yandan da işçi sınıfının çok kararlı ve sert yöntemlerle sınıf mücadelesine girmesine yol açar.
İşte bu nesnel çelişkidir ki, Yunanistan ve İspanya’da Arap devriminden de cesaret kazanan, bugüne kadar sınıf mücadelesine bulaşmamış, hatta politikaya bile ilgi duymamış yepyeni katmanların mücadeleye girmesine yol açmıştır. Bu hareketlenme bulundukları kentin bir büyük meydanını bazen haftalarca işgal ederek “Meydanlar Hareketi” olarak nitelenebilecek bir mücadele başlaması ile sonuçlanmıştır. Bunun bir benzeri İsrail’de Tel Aviv’de görülmüş, orada bile Tahrir hareketin önemli bir esin kaynağı olmuştur. Bahar aylarında Kıbrıs’ın kuzeyinde ardı ardına yapılan genel grev ve yürüyüşler de bu canlılığın bir parçası olarak görülmelidir. Akdeniz ülkeleri Avrupa kapitalizminin ekonomik bakımdan zayıf halkaları oldukları ölçüde, bu deniz kuzey ve güney sahilleriyle birlikte bir devrim havzası olma potansiyelini taşımaya devam edecektir.
Hava döndü işçiden...
Ama Arap dünyasının ve Akdeniz’in ötesinde, 2011 dünya çapında sınıf mücadelesinde ibrenin yükseliş yönünü gösterdiği bir yıl oldu. Burada en belirgin örnek, kapitalizmin hâlâ merkezi olan ABD’deki mücadelelerdir. Wall Street İşgali hareketinden önce de Büyük Depresyon 2011 yılı içinde ABD’de sınıf mücadelelerini kışkırtmaya başlamıştı. Önce Şubat-Mart aylarında Wisconsin eyaletinde yeni seçilen Cumhuriyetçi vali kamu emekçilerinin örgütlenme hakkına saldırınca, işçi-emekçi kitleleri, uzun yıllardır az görülen bir sınıf eylemiyle, günlerce eyalet parlamentosunu işgal ediyorlardı. Ardından Nisan ayında, ülkenin büyük işçi konfederasyonu, son derecede bürokratik biçimde yönetilen AFL-CIO, değişik işçi katmanlarını birleştiren “Hepimiz Biriz” adlı bir kampanya başlatacak, çeşitli kentlerde on binlerce yürüyüşçüyü bir araya getirecekti. Eylül ortasında başlayan ve üç ay sonra hâlâ soluğunu yitirmemiş olan Wall Street İşgali hareketi, “Meydanlar Hareketi”nin bir devamıdır. Her ne kadar henüz büyük işçi kitlelerini harekete geçirmiş olmasa da, hem sorunlara bütünüyle sınıfsal temelde yaklaşması ve finans kapitali açıkça karşısına alması, hem de işçi sınıfının ve sendikaların bu sayede sempatisini kazanmış olması dolayısıyla önemlidir.
Wall Street İşgali de Tahrir’i esin kaynağı olarak alıyor. Öte yandan, kendisi de 15 Ekim’de dünyanın birçok kentinde yapılan eylemlere esin kaynağı oldu. Bu eylemlerin bazısı çok zayıf olmakla birlikte, İtalya ve İspanya’daki on binler, sınıf mücadelesi ateşinin karşılıklı beslenme yoluyla harlandığını gösteriyor.
2012’nin devraldığı miras
2012’ye işte bu dinamiklerin ürünü olan bir ortamda giriyoruz. Bu yeni yılda, kapitalizmin krizinin çok büyük bir durgunluğa dönüşmesi, avronun ve AB’nin bataklığa batması, sınıf mücadelelerinin Arap ve Avrupa ülkelerinde daha da sertleşmesi, yepyeni ülkelerde de filiz vermesi, devrimin yeni başarılar elde etmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ama elbette devrimin her yükselişi, karşı kutbunda karşı devrimin de kıpırdanması demektir. Bunun alacağı biçimler ve Büyük Depresyon’un savaş kışkırtıcılığı karşısında da uyanık olmak gerekiyor.
Her halükârda, sınıf mücadelesinin ve devrimin geleceği bakımından dünya yeni bir döneme girmiştir. Bunu kavrayamayan, olayların gerisinde kalmaya mahkûmdur.
1991-2001-2011
1991’de Sovyetler birliği çöktü ve dağıldı. Ekim devriminin ülkesinde kapitalizmin restorasyonu başladı. Uluslararası burjuvazi kapitalizmin zaferini ilan etti. Francis Fukuyama ünlü eseri “Tarihin Sonu”nu yazdı. Kapitalizm ve liberal demokrasi ebedi idi.
2001’de 11 Eylül saldırılarına cevaben ABD, Pentagon’un çekmecelerinden çıkarılan saldırı planlarını uygulamaya koydu. ABD emperyalizmi dünyayı yeniden fethe çıkmıştı. Emperyalizm üstünlüğünü ilan etmek için, Rusya’yı, Çin’i ve bütün öteki rakiplerini durdurmak için harekete geçiyordu.
2011’de kapitalizm depresyona girdi, Avrupa’nın ortak parası avro ve AB çökmenin eşiğine geldi, Arap devrimi ve Akdeniz ayaklanması başladı. Kapitalizm ayakta kalıp kalamayacağının hesabını yapıyor. Sosyalizm fikri yeniden canlanıyor. Marksizm prestijini yeniden kazanıyor. Fukuyama yeni bir çalışma yayınladı: “Tarihin geleceği”!
Kapitalizmin ebedi hâkimiyeti ideolojisi bir meteor gibi hızla kaydı gitti!