Sol ve sağ sivil toplumculuk: Kıbrıs’ta yenilgi ideolojileri

Doğu Bloğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan sol sivil toplumculuk da, sol sivil toplumculuğa reaksiyon olarak gelişen sağ sivil toplumculuk da “sınıf mücadelesinin reddine” dayalı yenilgi ideolojileridir. İki yenilgi ideolojisi arasına sıkışmış bir topluma devrimci Marksizm’den başka yol gösterecek reaksiyoner olmayan bilimsel bir yöntem yoktur. Sol ve sağ sivil toplumculuk aslında sermaye biriktirmenin “masum” olarak “toplumsal projeler” ile sunulmasıdırlar. Yenilgiden beslenen sınıf taarruzudurlar… Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanı olması ile birlikte bu iki kesim arasındaki sivil toplum savaşları da yoğunlaştı. Sol sivil toplumun Avrupa parlamentosunda konuşma sevdasından sonra sağ sivil toplum da parlamentoda konuşmak olmasa da parlamento bahçesinde protesto yolu ile sol sivil toplumun izindedir.

Sol sivil toplumculuk (sol liberalizm olarak da okunabilir), sendikal örgütlerde yoğunlaşsa da hem politika dışı kültürel yapılarda hem de sosyal demokrat yelpazede mevzilenmiş durumda. Sağ sivil toplumculuk ise devlet destekli yapılar olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum böyle olmasına karşın sol sivil toplumculuğun, hem özelde belediyelerde yaşanan borç krizi hem de genel olarak ekonomik kriz karşısında “kör nokta”da durmadaki ısrarı, kendilerini politik toplumun yani devletin devamı olarak var etmelerindendir. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu durum karşısında takındıkları tavır ise Avrupa merkezci ideoloji ile birlikte, kendilerini sağ sivil toplum ve Kıbrıs’taki işgal rejimi karşısında konumlandırmak amacıyla ellerindeki tek koz sandıkları Brüksel “desteği”ni var etme yönelimidir.

Aslında Kıbrıs’taki sol sivil toplum da biliyor ki AB’ye olan aşkları tek taraflıdır.

 

Sivil Toplum Savaşlarının Sınırları

STÖ’cülük (Sivil Toplum Örgütü) ya da Projecilik, bundan birkaç yıl önceye oranla niceliksel anlamda düşüş eğilimi gösterse de nitelik olarak sermaye birikiminin bir biçimi halini aldı. Sivil toplumculuk ise akademik ezbere dayalı yazılan politika teorisi kitaplarının aksine “hükümet dışı örgütler” olmak bir yana, “hükümet içi”, hatta “devletin devamı” oldukları oranda sivil toplum alanına hükmettiler.

STÖ’cülük ya da Projecilik, Kıbrıs’ta bir dönem o kadar prim yaptı ki, kısa sürede AB’den fon almak için kurulan gerçek ve sahte STÖ’lerin listesinin yayınlandığı 2 cilt kitap mevcut. 2 Cildi dolduracak kadar STÖ kuruldu, örgütlenme alışkanlığı olmayan bir toplumda. Şimdi ise daha çok üretici sermayenin ve tefeci sermayenin yöneldiği bir alana dönüştü. “Lale Sevenler Derneği” yerini tefecilere bıraktı.

Böyle bir ortamda sivil toplum savaşları önce projeler üzerinden fon için yaşandı. “Yeni Zenginler” yaratıldı. STÖ’ler kurulmadan önce ise 90’ların başında süreç “think thank”larda öncü sivil toplumcuların, yani sol liberallerin yetiştirilmesi ile başladı. Hem eski Stalinistler liberal cepheye kazandırıldı, hem de yeni bir politik alan oluşturuldu.

Sağ sivil toplum ise, eski Stalinistlerin liberalleştirilmesinden ortaya çıkan sol sivil toplumdan farklı olarak egemen bloğun zorlaması sonucu sendikalar karşısında devlet tapınmacılığı [Statolatry] için ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB dönem başkanlığını protesto etmek ve kınamak için hortlatıldı. Sağ sivil toplumun çeşitli bileşenlerinin arasında, sol sivil toplumun “umut beslediği” ve talepkâr yaklaştığı sanayi ve ticaret odası gibi kurumların olması da şaşırtıcı değil. Bu yüzden iki kesimin konuşmaları birbirine karışıyor.

Sağ sivil toplumun, sol sivil toplumdan kopmakta en başarılı olduğu alan ise medya: Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında tek kalemden çıkmışçasına yazılan haberler ve yorumlar. En önemlisi ise KKTC’deki ekonomik sorunları görmezden gelirken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki ekonomik paketleri manşetten giren, Kuzey’in geliştiğini-büyüdüğünü ilan ederken Güney’in küçüldüğünü ilan eden haberler. “Kuzey batmıştır, Güney de batmaya yakındır”, demeyi sol sivil toplum da başaramaz; çünkü bu, Kıbrıs Sorunu ve Türk işgali sürdüğü sürece tapınılacak ve beklenecek bir kurtarıcı olarak Avrupa Birliği’ni kötülemektir. Güney’in ekonomisi üzerine eleştirel yazmak, Brüksel’e ters düşmektir ki bu sol sivil toplumun en çok korktuğu şeydir: Brüksel tarafından terk edilmek!

En trajikomik olan ise, sol sivil toplum ile sağın adımlarının birbirine karıştığı yerdir: Avrupa Parlamentosunun bahçesi… İki kesim de defalarca pankartlarını alarak, o bahçede protestolar gerçekleştirmiştir. Söyledikleri ise ayni şeydir: Biz kendi ülkemizde politik özne olamadık, siz olur musunuz ve bizi oldurur musunuz?

 

Post-Leninizm ve Statolatry [Devlete Tapınma]

Kıbrıs’ın işgal koşulları siyasi yelpazeyi o kadar daraltmıştır ki Brezilya’daki gibi ya da Yunanistan’daki gibi bir Post-Leninist partinin iktidar şansı yoktur. Buradan bir Post-Leninizm olumlaması çıkarılmasın. TC hükümetlerine koşullar o kadar bağlıdır ki burjuvazinin hizmetindeki Post-Leninistler bile parlamento dışı “marjinal” konumdadırlar. TC’ye olan sadakatini tam olarak ispat edememiş bir parti ancak bir dönem hükümette kalabilir. Hizmetkârlığın soldaki ismi Cumhuriyetçi Türk Partisi bile, 90’ların başından itibaren AB-ABD merkezlerinde geçirdiği “Think-Thank” dönüşümüne rağmen, TC hükümetleri tarafından hep eski “solculuğundan” dolayı kabullenilemedi.

Bu duruma rağmen Post-Leninizm, sol sivil toplumculuğun ön koşuludur. Hatta bu sürecin öncü askerleri, Lenin’in karşısına Gramsci’yi çıkararak, oradan da Laclau ve Mouffe’ya yol bağlayarak hala sol literatürden faydalandıklarını ispat derdindedirler. Birçoğu, Gramsci külliyatının ve birikiminin çarpıtılması olarak ortaya çıkan Avro-komünizmden etkilendi ve zamanında o ekolde yer aldı. Lenin’le Gramsci’yi birbirine zıt pozisyonlara yerleştirerek Devrimci Parti’nin-Enternasyonal’in reddi bu kesim için kutsal olandır. Parti’nin yerini Sivil Toplum Örgütleri’nin alması da bu noktada bir çıkıştır. Daha da sıkışırlarsa, Kıbrıs’ın bir batı toplumu olduğunu, doğudaki gibi sivil toplumun “ilkel ve peltemsi” olmadığını ve mücadelenin işçi sınıfı ile değil, ne olduğunu tanımlayamadıkları muğlak “gelişkin sivil toplum”la sürdürülmesi gerektiğini ilan ederler. Sivil toplum aracılığı ile kurulacak bir hegemonyadan bahsederler; adları sivil toplumcuya çıkmasın ve solculuklarına halel gelmesin diye bunları söylemeye çekinenlerse, “alanlar”dan bahsederler. Toplumun farklı “alanlar”ında bağımsız mücadelelerin yerelcilik-kültür temelinde sürdürülmesi ve “alanlar”da kazanılan “haklar”la toplumun dönüştürülmesinden bahsederler. Sınıf mücadelesi demekten özellikle uzak dururlar, çünkü hegemonyanın, bir sınıfın veya sınıf fraksiyonunun geriye kalanlar üzerinde kurduğu egemenlik olduğunu gizlemek zorundadırlar. Tüm bu fikirlerin temel dayanağı ise Kıbrıs’ta işçi sınıfının olmadığı tezidir. İşçi sınıfı yerini sivil topluma terk eder, Gramsci Lenin’in mezar kazıcısıdır, STÖ’ler de Parti’nin. Sivil toplum örgütü olduklarını reddedenler, “demokratik kitle örgütü” olduklarını söyleyenler de çıkar aralarından; ama zaten biliyoruz ki sendikaların sol sivil toplumculuğun başını çektiği koşullarda devletin yasalarında ne olarak tanımlandıkları değil, politikanın yasalarında nasıl tanımlandıkları belirleyicidir.

Başka ülkelerdeki Post-Leninistler gibi yükselen sınıf mücadelelerinden faydalanır ama “alanlar” diye bahsettikleri sınıf mücadelelerinin birleşmemesi için ellerinden geleni hem sendika bürokrasisinde hem “think-thanklar”da hem de “demokratik kitle örgütünün” sınıfa teğet geçen değirmi sloganlarında yaparlar. Bunu yaparken de en çok sevdikleri deyim şudur: Ezber bozmak! Yatar kalkar solun ezberini bozarlar. Sosyalizm tu kakadır onlar için. Devrimci Parti anti-demokratiktir. Ezber bozarlar ama Stalinizme tek laf etmezler. Parti, Lenin ve Sosyalizm’dir bozdukları ezber.

Sağ sivil toplumculuğun devlet zorlamasıyla sendikalar ve AB karşısında yerini almasının adı da yine Gramsci’dedir: Statolatry, yani “devlete tapınma”. Her fırsatta sivil toplumu şekillendiren çeşitli sağ partilerin “devlet için varız” söyleminden öte, devrimci Marksizm’den öğrendiğimiz “eşitsiz gelişme”nin aldığı bir biçim olarak devletin ekonomik-korporatif ilkellik evresinden kaçınamadığı koşullarda, devleti kuranların bir sınıf veya sınıf fraksiyonu olarak siyasal hegemonyasını sağlamlaştırdığı zeminde sağ sivil toplum metafor olarak “memurdur”: Ve Gramsci’nin tabiri ile “Memurların devlete ve politik topluma yönelik tutumları için geçerlidir” statolatry. Sağ sivil toplumu var eden bu koşullardır.

Biz, Post-Leninistlerin bütün çarpıtmalarına rağmen, Devrimci Marksistler olarak Gramsci’yi Lenin’le ve Lenin’i Trostkiy ile devrim sorunlarına yaklaştıkça birleştiriyoruz.

 

*Enternasyonalist Dayanışma, Kıbrıs