YÖK’ün metni bir kanun taslağı değil bir siyasi programdır
YÖK’ün “Kanun Taslağı” dediği metin gerçekten bir kanun taslağı mı? Hukuki açıdan YÖK’ün metni özel üniversitelerle ilgili hükümleri ve üniversite yönetiminin belirlenme yöntemleri açısından açıkça, herhangi bir yoruma mahal vermeyecek şekilde mevcut anayasa ile çelişir nitelikte. Yani bir anayasa değişikliği olmadan bu “taslağın” yasalaşması söz konusu olamaz. Kaldı ki bir kamu kuruluşu olarak YÖK’ün, uymakla yükümlü olduğu anayasaya açıkça aykırı olan bir metni, yasama organı TBMM’den ayrı olarak kendine bağlı bir site kurup oradan kamuoyuna duyurması da bir hukuki garabet. Dolayısıyla bu metin teknik açıdan bir kanun taslağı değildir. Bu metin bir kanun taslağının ötesindedir. Bu metin üniversitelere yönelik bir siyasi programdır.
YÖK’ün 5 Kasım tarihinde internet sitesinde duyurduğu yeni “Yükseköğretim Kanun Taslağı”, 6 Kasım protestolarında bir “Üniversite A.Ş.” girişimi olarak tanımlandı. Bu tanımlama son derece doğru ve yerindedir.
YÖK’ün gündeme getirdiği taslak açıkça anonim şirket şeklinde özel üniversitelerin (Vakıf üniversitelerinden ayrı olarak) kurulabileceğine dair açık düzenlemeler içerdiği gibi mevcut kamu üniversitelerinin de anonim şirketler gibi yönetilmesinin yolunu açıyor. Üniversitelerin kendi yağında kavrulması anlamındaki mali özerklik, tüm öğretim elemanlarının kendi yağında kavrulması anlamına gelen proje araştırmacılığı statüsüyle besleniyor. Yani üniversite kaynak bulmak için sermayeye yüzünü dönecek, öğretim elemanı da para getiren projelerde çalışarak varlığını sürdürecek. Sermayenin yönetimde doğrudan yer alması için ise, en çok vergi veren yerel patronların bir tür mütevelli heyeti rolü görecek olan “Üniversite Konseyi”ne girmesi öngörülüyor. Daha önce idari personel ve araştırma görevlilerinde olan sözleşmeli statünün tüm öğretim üyeleri için tanımlanması esnek, güvencesiz ve kuralsız bir çalışma yaşamının üniversiteye hâkim olması demek.
Tüm bunlar YÖK’ün taslak metninde açıkça ortaya konuyor. Ancak daha temel bir sorun var. YÖK’ün “Kanun Taslağı” dediği metin gerçekten bir kanun taslağı mı? Hukuki açıdan YÖK’ün metni özel üniversitelerle ilgili hükümleri ve üniversite yönetiminin belirlenme yöntemleri açısından açıkça, herhangi bir yoruma mahal vermeyecek şekilde mevcut anayasa ile çelişir nitelikte. Yani bir anayasa değişikliği olmadan bu “taslağın” yasalaşması söz konusu olamaz. Kaldı ki bir kamu kuruluşu olarak YÖK’ün, uymakla yükümlü olduğu anayasaya açıkça aykırı olan bir metni, yasama organı TBMM’den ayrı olarak kendine bağlı bir site kurup oradan kamuoyuna duyurması da bir hukuki garabet. Dolayısıyla bu metin teknik açıdan bir kanun taslağı değildir. Bu metin bir kanun taslağının ötesindedir. Bu metin üniversitelere yönelik bir siyasi programdır.
Bu siyasi program açıkça sermayenin siyasi programıdır. Bu siyasi program sadece bir proje sunmaktan ibaret değildir. Bu aynı zamanda sermayenin sınıf saldırısının programıdır. YÖK her zaman sermayenin bir tahakküm aracı olmuştur. Aynı çocuğu olduğu 12 Eylül askeri diktatörlüğünün işçi sınıfına karşı sermayenin bir saldırısı olduğu gibi. 12 Eylül tüm toplumda olduğu gibi üniversitelerde de sermaye karşısındaki tüm direniş mevzilerini ezmeye yönelmişti. Üniversitedeki siyasi yönelişi de bunu yansıtıyordu. 12 Eylül’ün YÖK kanununda yükseköğretimin ana ilkeleri “Atatürk ilke ve inkılapları, milli örf ve adetler, milli birlik ve beraberlik ruhu” gibi kavramlarla tarif ediliyordu. Bu kavramlar üniversiteler üzerinde sınıf saldırısını yürütecek baskıcı ve merkeziyetçi bir yapının ideolojik ifadeleri oldu. Ancak 12 Eylül askeri diktatörlüğü henüz 80 öncesinde oldukça kuvvetlenmiş olan bu mevzileri ortadan kaldırmadan sermayenin tüm programını uygulamaya girişemedi. Üniversite hala kamu çerçevesinde tanımlanıyordu, Vakıf üniversitelerinin kâr amacı güdemeyeceği lafzi olarak da olsa kabul ediliyor ve özel üniversitelere izin verilmiyordu.
12 Eylül’ün bu siyasi yönelişi hiç kuşkusuz aynı zamanda sermayenin programıydı. Ancak sermaye, üniversitelerdeki direniş mevzileri zayıfladığı ölçüde üniversiteleri kendi araştırma geliştirme departmanlarına ve halkla ilişkiler merkezlerine dönüştürmek, yüksek öğretimin sunduğu piyasa olanaklarından sınırsızca yararlanmak istedi. 1994’te sonradan YÖK Başkanı olacak Kemal Gürüz’ün hazırladığı TÜSİAD raporundan bu yana ana hatlarıyla aynı program hayata geçirilmek isteniyor.
Güya “taslak” denen ama aslında sermayenin siyasi programı olan bu metinde yüksek öğretimin ilkeleri eski yasadaki Atatürk ilkeleri, milli örf ve adetler vb. yerine yine sermayenin ideolojisini ama bu sefer yeni siyasi yönelişini yansıtan hesap verilebilirlik, şeffalık, katılımcılık gibi “şirket yönetişimi” kavramlarıyla (bu kavramlar hissedarlara ve paydaşlara karşı şeffaflık/hesap verilebilirlik ve yine hissedarlar ile paydaşların katılımı anlamında kullanılmaktadır) öğrenciyi önce müşteri sonra da bir ürün olarak algılayan kalite anlayışıyla ve rekabet perspektifiyle tanımlanıyor.
Burada sermaye ve YÖK’ün kurnazlığı devreye giriyor. YÖK’ün metninde ifadesini bulan siyasi program bir siyasi program olarak değil bir “kanun taslağı” olarak kamuoyunun ve üniversitenin görüşlerine ve tartışmaya açılıyor. Araştırma görevlileri, yardımcı doçentler, doçentler, profesörler ayrı ayrı görüşmeye çağrılıyor. YÖK başkanı, öğretim üyeleri dernekleriyle özel toplantılar organize ediyor. Tüm bunlar saldırıya maruz kalacakları saldırının aracı haline getirecek ve sermayenin siyasi programına akademik meşruiyet kazandırmak için işletilen bir yönetişim mekanizmasından ibaret.
Burada tanımlama hayati bir önem taşıyor. Her kim ki “üniversitede bir dönüşüm süreci” olduğundan bahsediyorsa artık YÖK’ün ve sermayenin değirmenine su taşımaya başlamış demektir. Zira madem iradelerden bağımsız sanki bir doğa olayı gibi üniversiteler dönüşmektedir o halde bu dönüşümün dışında kalmak olanaksızdır. Oysa böyle bir dönüşüm süreci yoktur. Apaçık sermayenin sınıf saldırısıdır söz konusu olan. Dışında kalmak ne demek bu saldırının karşısında direnmek mümkündür, gereklidir, zorunludur. YÖK’ün “kanun taslağı” gayri meşrudur buna karşılık sermayenin YÖK metninde ifadesini bulan saldırısına karşı direnmek meşrudur. YÖK’ün saldırısına meşruiyet kazandıracak her “yönetişim” çabası direnişi zayıflatmaktan başka sonuç doğurmayacaktır.
Mesela YÖK’ün araştırma görevlileriyle 12 Kasım’da yaptığı toplantı bu açıdan ibret vericidir. YÖK’ün sitesinden canlı yayınlanan toplantıda YÖK Genel Kurul üyesi Durmuş Günay açıkça doktorasını bitiren tüm araştırma görevlilerin ilişiklerinin kesileceğini ve bu kişiler için doktora sonrası araştırmacı statüsünün tanımlandığını söylemiştir. Bu maddeye göre ancak boş yardımcı doçent kadrolarının %5’ini aşmayacak şekilde (mesela bu rakam İstanbul Üniversitesi’ndeki pek çok anabilim dalı için 0 (sıfır) demektir) en fazla iki yıl süreyle sözleşmeli bir istihdam öngörülmektedir. Yani güya 50d-33a ayrımına çözüm herkesin 50d’lileştirilmesi ve daha da güvencesizleştirilmesi ile sağlanmaktadır. Bunu çözüm diye sunan Günay’ın karşısında bir araştırma görevlisinin sözü ise daha çarpıcı: “kısmi çözümler var teşekkür ederiz bunlar için!” Koskaca bir toplantı, yüzden fazla araştırma görevlisi herkes söz alıyor, konuşuyor ama hepsinin özü 1 saat 20. Dakikadaki 2 saniyede gizli. Tartışmayı laf kalabalığına getirerek araştırma görevlisi kıyımı maddesine yine araştırma görevlisinin ağzından onay almak! Neyse ki katılanlardan bir araştırma görevlisi kendisi dahil katılanların hiçbirinin araştırma görevlisi temsilcisi olmadığını gelenlerin rektörlükler tarafından görevlendirildiğini söylüyor ve bu durumu eleştiriyor da toplantının niteliği biraz olsun açığa kavuşuyor. Neyse ki araştırma görevlilerin iş güvencesi ve akademik özgürlük için verdiği mücadele, bu mücadelede özgürce belirlediği talepleri ve ilkeleri var. Neyse ki bu talepleri elde etmenin yerinin YÖK’ün tiyatro salonları değil mücadele alanları olduğuna dair deneyimler araştırma görevlilerinin belleğinde hala tazeliğini koruyor.
İşte size “yönetişim”, “katılımcılık”, “demokratik özerk” üniversite! Sınıf tavrını bırakıp liberal demokrasinin kavramlarıyla yürütülegelen muhalefet doğal sınırlarına gelmiştir artık. Sınıf saldırısına sınıfsal cevap vermek zorunluk olmuştur. Direnişten başka yol yoktur. Başlangıcı İTÜ'de asistan kıyımına karşı direnen arkadaşlarımız yapmıştır. Güç vermeli, dayanışmayı yükseltmeli, mücadeleyi yaygınlaştırmalı ve büyütmeliyiz.6 Kasım'da alanları doluran öğrencilerle mutlaka ve mutlaka birleşmeliyiz. Sermaye saldırısından en çok zarar göreceklerden başlayarak (yani öğrencilerden, araştırma görevlilerden ve idari personelden), öğretim üyelerini ise profesör ve doçent olarak değil üniversite ve bilim emekçisi olarak bu mücadeleye çekerek güçlü bir direniş hattı oluşturulmalıdır. Öğrenciler yeniden 96’lara, araştırma görevlileri yeni 2009’lara ve bu mücadeleyi kucaklayabilecek tek çatı olan Eğitim-Sen bu sefer üniversiteler için 4-5 Mart 98’lere hazırlanmalıdır.