Polonez direnişinden bir işçi: Yaşasın onurlu mücadelemiz!
Merhaba ben Trakya Et ve Süt Ürünleri’nde yani Polonez’de çalışmaktaydım. Ta ki insanca bir yaşam için çoluk çocuğumuzun geleceği için sendikalaşma yoluna çıkana kadar. Bu süreçte bazı arkadaşlar yanıma gelip “Biz sendika getirmek istiyoruz, sen de var mısın?” dediler. Sadece “Paketleme bölümü var mı?” diye sordum. “Var” deyince “ben de varım” dedim. Peki sonra ne oldu? Biz hepimiz sendikaya üye olduk. Bana gelip “üye olun” diyenler “Bu işe var mısın?” diyenlerden bazıları şu anda içeride çalışıyor. Bu bizi sattılar demek. Tabii ki içimizde çürük elmalar olacaktı ama hiç beklemediğim arkadaşlar tarafından satılınca kendimi kötü hissettim. Bu olaylar beni yıldırmadı, daha çok direnç gösterdim. İlk iki kişiyle başladı işten çıkarmalar. Sonra 11 kişi daha çıkarıldı. Ben bu ilk çıkarılan 13 kişiden biriyim. Fabrika müdürümüz içerideki arkadaşlara “bana bir hafta müddet verin düzelteceğim” dedi. Sonra ne oldu? Müdürün yaptığı konuşmadan 15 dakika sonra bir kişi daha işten çıkarıldı, sabah saat 7’de bir kişi daha… Bu çalışanlar sana nasıl güvensin müdür bey? Şaka gibi! Biz 13 arkadaş sabah tekrar işe gelip içeri girmeyi denedik. Nedeni üç gün üst üste gitmezsek iş hakkımızı tazminatsız feshedeceklerdi. Personel müdürü bizi kapıda karşıladı. Normalde işe saat 9’da gelen müdürler saat 5’te fabrikaya gelmişti ve içeri alınmadık. Daha sonra tazminatlarımızı sorduğumuzda “hakkınız var ama biz vermiyoruz” dediler. Mahkeme yoluyla alabileceğimizi söylediler. Yani hakkımız olduğu kabul edildi ama şirket olarak biz vermiyoruz, gidin uğraşın dendi bize. Biz de bu işçi kıyımına son vermek için, haklarımızı almak için sendikayı fabrikanın önüne davet ettik.
“O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk.”
Bu süreç bu şekilde başladı. Biz dışarıda direnişe başladık, ses arabasıyla birlikte sendika geldi. Yönetime seslendi, her saat başı yanlış yaptıklarını, işçi kıyımına son vermelerini defalarca söyledi. İçerideki arkadaşlar “Bizim moralimiz bozuk, keskin bıçaklarla, aletlerle çalışıyoruz” diyerekten çalışmama haklarını kullandılar. “Çıkarılan arkadaşlarımız işe geri alınsın, sendikal haklarımız yerine getirilsin” diye dışarı çıktılar. Biz kapının önünde, onlar fabrika bahçesinde. O ilk günü hiç unutamam, arkadaşları o şekilde görünce biz 13 kişi gözyaşlarına boğulduk. Doğru yolda olduğumuzu anladık. Sendika örgütlenme uzmanımız her gün mikrofonla yönetime sesleniyor; gelin müzakerede bulunalım, atılan işçiyi geri alın, sendikal haklarını tanıyın, bu sendikal mücadeleyi daha üst seviyelere taşımayalım diye… Ama hiçbir şekilde geri dönüş sağlanmadı.
Biz kapı önünde halaylar çekiyoruz, arkadaşlar da içeride. Fabrika yönetimi kendince bazı önlemler almaya başladı. İşte kapıların üstünü yüksek yeşil çitlerle kapladı. İçeri ses sistemi aldı. Altı adet büyük kolonlarla bizim sesimizi içerideki arkadaşlar duymasın diye kesmeye çalıştı. Birbirimizi görmeyelim diye büyük kamyonları önümüze çekti. İçeride baskı ve mobbing arttı. Fabrika CEO’su herkesi “işinizin başına dönün yoksa tazminatsız işten atarım” diye tehdit etmeye, sendikaya üye olmamaları için baskı yapmaya başladı. Ama birçok arkadaşımız bunlara göğüs gerdi. Daha sonra yüzde 25’lik ara zam ve yılda bir ikramiye teklif ettiler. Arkadaşlar kabul etmedi. “Çıkarılan arkadaşlarımız içeri alınsın, sendikal haklarımız tanınsın” dediler. Dördüncü günde 60 arkadaşımız gece saat 23:48’de bir mesajla işten atıldı. O gece çok üzülmüştüm, ağladım. Ama mesajlar geldikçe işten çıkarılan arkadaşlarımızın yanına gidiyoruz. Bazısı çıkarılmadığını görünce “beni çıkarmamışlar” diye mesajlar atınca üzüntüm baya azaldı. Biz kapının önünde 73 kişi olduk. Ama hak arama mücadelemizden bir dakika bile şaşmadık. Biz halaylar çekiyoruz, fabrikanın araçları aramızdan geçiyor, üye arkadaşlarımız bizi alkışlıyor, üye olmayan arkadaşlar koltukların altına saklanıyor.
“İstanbul’daki tüm polis çevik kuvvet burada. Bizi buradan söküp atacaklardı. Direndik, bizi alamadılar. Biber gazı ve kalkanlarla bizi sürmeye çalıştılar ama başaramadılar.”
Bu şekilde devam ederken içeri ne olduğu belirsiz gündelikçi işçiler alınmaya başlandı. Bazıları yabancı uyruklu kaçak işçiler. Oysaki biz hepimiz hijyen eğitimi almış, tüm sağlık kontrollerinden geçmiş çalışanlardık. Saçı sakalı birbirine karışmış insanlar bizim yerimize işe getiriliyor, insan sağlığıyla oynanıyordu. Biz de bunun üzerine gündelikçi kaçak çalışanları tespit etmek ve insan sağlığını korumak için bir hamle yapıp servislerin önüne geçtik. Fabrikanın kendi çalışanına hiçbir şekilde karışmadık. Onlar işlerinin başına geçtiler. Bir gün sonra direniş alanına bir geldik sanki İstanbul’daki tüm polis çevik kuvvet burada. Bizi buradan söküp atacaklardı. Direndik, bizi alamadılar. Biber gazı ve kalkanlarla bizi sürmeye çalıştılar ama başaramadılar. Bunun üzerine Pazar gecesi yolları kapatarak bizim fabrika önüne geçmemizi engellediler, biz de Kaymakamlığa yürüdük. Kaymakam bey bizi karşıladı ama şov yapıyorsunuz diye fırçalamaktan da geri kalmadı. Gece bizden 10 kişi ve sendika başkanımızla bir konuşma talep etti. Konuştuk, bizi dinledi, haklı olduğumuzu ama bu şekilde olmayacağını da söyledi. “Peki biz bu olayın düzeltilmesi için kime gideceğiz?”, “Eylem alanımız neresi fabrikanın önü değil mi?” diye sorduğumuzda cevap bile veremedi. Sabaha kadar Kaymakamlığın önünde yattık. Sabah olunca bize şov yapıyorsunuz diyen kaymakam bey bize tepsiyle çay dağıttı ve fabrikanın önüne geçebileceğimizi, fabrika sahipleriyle görüşeceğini söyledi. Fabrika CEO’suyla görüşmüş. CEO, “ben onların hepsini psikolojisi bozuk olduğu için işten çıkardım” demiş yani gene anlaşma yok!
“6 ay içinde işveren, işçi alacaksa kendi çıkardığı elemanı almak zorunda. Bu kanun ve yasa! Ama fabrika yönetimi hiçbir kanunu ve yasayı takmıyor.”
Biz fabrika önüne geri döndük, bir de ne görelim? Her taraf polis barikatlarıyla çevrilmiş, fabrikanın yan tarafında bize bir yer tahsis edilmiş. Bu esnada fabrikaya Çalışma Bakanlığının müfettişleri geldi. Çıkarılan ve içeride çalışan işçilere sorular sordu, çıktı. Sonrasında müfettişlerden yani Çalışma Bakanlığından gelecek haberleri beklemekteydik. Çalışma Bakanlığı kendi internet sitesinden bir bildirge yayınladı. Çıkarılan arkadaşların 133 kişisi 46. koddan yani hırsızlık ve yüz kızartıcı suçlardan çıkarılmıştı. Çalışma Bakanlığının bildirgesinde fabrika suçlu bulundu. 3 milyon lira para cezasına ve fabrika sahibinin hakkında suç duyurusuna hüküm verdi. Bir hafta içerisinde işten çıkarma sebebi olarak 46. kod, 4. koda dönüştü. Yani tüm suçlamalar üstümüzden düştü. 4. kod tek taraflı fesih anlamına geliyor. Ayrıca bildirgede toplu işçi çıkartma yapıldığı da söyleniyor. Bu durumda 6 ay içinde işveren, işçi alacaksa kendi çıkardığı elemanı almak zorunda. Bu kanun ve yasa! Ama fabrika yönetimi hiçbir kanunu ve yasayı takmıyor. Biz de bir sabah Valiliğin önüne gittik. Vali bey yoktu, Vali yardımcısıyla görüşüldü. Onlar da yetkililerle görüşeceklerini söylediler. Eylem alanımızda bizi ziyaret etti. Ardından Çalışma Bakanı Yardımcısı fabrikaya geldi. Bizi ziyaret etti ama hala bir sonuç alınamamıştı. Bizim 46. kodlar Kod 4’e düştüğü halde fabrika yönetimi hâlâ yabancı uyruklu şahıslar, gündelikçi çalışanlar getiriyordu. Biz de bunun üzerine oturma eylemi düzenledik.
“Üçüncü gün sabah saat 05:00’te bize şafak operasyonu gibi bir operasyon düzenlendi. İki gün suç olmayan olay 3. gün suç oldu. Peki fabrika yönetiminin suçları onlar ne olacak dediğimizde gidin şikâyet edin dediler.”
Bu arada fabrika arka tarafa bir yol daha yaptırmış. İkiye bölünerek iki tarafta da oturduk. İçerideki çalışanların üzerimizden yürüyerek geçmelerini sağladık. İki gün boyunca bu böyle sürdü. Üçüncü gün sabah saat 05:00’te bize şafak operasyonu gibi bir operasyon düzenlendi. İki gün suç olmayan olay 3. gün suç oldu. Peki “Fabrika yönetiminin suçları onlar ne olacak?” dediğimizde “gidin şikâyet edin” dediler. Size şöyle söyleyeyim ömrü hayatım boyunca böyle bir polis ordusu görmemiştim. Bu nedir, bu koruduklarınız kimdir? Sınır karakolunda askerlik yaptım ben, inanın çatışma olan bir bölgeydi. Tam 66 askerdik. Burada binin üstünde polis var. Bu neyin koruması? Bizi tek tek alarak ters kelepçeyle otobüslere koydular. Altı saat lavaboya çıkamadık. Vatan Emniyet’e gözaltına götürdüler. 85 kişi akşama kadar otobüsün içinde bekledik. İşin sonunda grup grup bizi ayrı ayrı yerlere bıraktılar. Yol bilmeyen insanlar var, cüzdanlarımız yok, paramız yok. Bizi öylece hastanelerin önüne bıraktılar. Hep yıldırma politikası.
“Değil 74, 740 gün dahi olsa ölürüm de bu davadan dönmem!”
Biz zor da olsa gene direniş alanına döndük. Bu sefer yolları iki katlı bariyerlerle tam bir kilometre uzaklıktan kapatmışlar. Sabah gene Kaymakamlığın önüne gittik. 48 saat yağmurun güneşin altında kaldık. Ne için? Hakkımız için, çoluk çocuğumuzun geleceği için. Buradan tüm sınıf dostlarımıza teşekkür ediyorum, gerek maddi gerek manevi bizi hiç yalnız bırakmadılar. Her zaman yanımızda oldular. Keşke herkes bu işin ucundan tutsa. Maalesef öyle olmuyor. Bazıları varsın zenginlerin, patronların yanında olsun biz yolumuzdan dönmeyiz. Kaymakamlık önünde bir de saldırıya uğradık. Daha sonra öğrendik Çatalca Müftüsüymüş. Yanımıza gelip böyle hak aranmaz, rahatsız ediyorsunuz bizi diyerek arkadaşımızın boğazına dalacak kadar kör olmuş bir Müftü. 50 bin lira maaş alıp 17 bin lirayla geçinmeye çalışan insanlara müdahil olmaya çalışan bir müftü. Ben şunu söylüyorum. Eğer bu müftünün bir maaşı yatmasın ezan bile okumaz. Keşke o lafları bize değil de patronumuza diyebilseydin. Biz tekrardan fabrikanın önündeyiz, bugün 74. gün. Değil 74, 740 gün dahi olsa ölürüm de bu davadan dönmem. Arkadaşlarımın da bu düşüncede olduğunu biliyorum. O yüzden rahatlıkla buraya yazıyorum. Yaşasın onurlu mücadelemiz!
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2024 tarihli 181. sayısında yayınlanmıştır.