Hepimiz aynı gemideysek, acele etmek lazım!
Bir burjuva ideolojisi olarak liberalizmin tüm teorik cephaneliği temelde şu iddiaya dayanır: “Ancak sermaye birikimi hızlanırsa, kârlılık yükselirse, rekabet gücü artarsa, iş ve aş da artar; emeği ile geçinenler daha çok istihdam edilir, ücretleri daha çok artar.” Bu iddia “burjuvazi için iyi olan tüm toplum için de iyidir” demenin de başka bir yoludur. Sanki sermaye büyüdükçe ve kârlılığı artınca herkes iş ve aş bulacak, patronlar ücretleri kendiliğinden artıracak sanırsınız. Ne zaman ki emekçiler onca büyümeye, üretim artışına rağmen hayat pahalılığı altında mevcut ücretlerle geçinememeye başlar; yaşanabilir ücret ve daha iyi çalışma koşulları talep eder, o zaman burjuvazi emekçilerin önünü “ama hepimiz aynı gemideyiz” diyerek kesmeye çalışır. Geçtiğimiz ay gerçekleşen asgari ücret pazarlıklarında da patron tarafının temsilcisi TİSK’in başkanı “işçi-işveren ayrımına inanmadıklarını” belirterek şöyle diyor: “Biz ayrı gemilerde değiliz. İşçi, işvereni şikâyet etmiyor, işveren, işçiyi şikâyet etmiyor, devlet arkamızda”. Burjuva basınından bir köşe yazarı da “gemi” benzetmesiyle patronların avukatlığına soyunuyor: “İşverenin işyerini bir gemiye benzetecek olursak öncelikle bu geminin batmamasını sağlamak lazım. Eğer gemi su alırsa ve sonunda batarsa, gemidekiler de az bir zaman farkıyla da olsa batar. Onun için öncelikle işverenin işyerinin korunması ve kurtarılması gerekir”. Gemi neden su alır, geminin batmasından kim sorumludur, gemi batacak olursa herkes mi bedelini öder? Bu sorular karşısında burjuvazinin cevabı açıktır: Bu toplum olabileceklerin en iyisidir; başka alternatifi de yoktur. İşler yolunda gidiyorsa bu burjuvazi sayesindedir, işler yolunda gitmiyorsa hep başkaları (hükümetlerin kötü ekonomi yönetimi, paylarına düşene razı olmayan işçiler vb.) sorumludur; dolayısıyla bedeli asla kendileri ödememelidir.
Başta elinizdeki gazete olmak üzere birçok kaynakta, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de patronların kârlarına kâr kattıklarına, dünya ekonomisinin “fırtına”ları karşısında bedeli aynı gemide yer aldıklarını iddia ettikleri emekçilerin sırtına yüklediklerine dair bir dizi olgusal kanıt bulabilirsiniz. Biz bu yazıda daha çok başka bir noktanın altını çizmek istiyoruz. 2023’ün dünya ekonomisinin ağır bir durgunluğa sürükleneceğinin hemen hemen kesin olduğu koşullarda, patronların bunun bilincinde olarak faturayı emekçilere yıkmak için ellerinden geleni artlarına koymayacakları bir yıl olacağını öngörmek mümkün. ABD ve AB merkez bankaları, kriz koşullarında devamlı faizleri artırıyorlar; bunun önemli bir sonucu ekonomilerinin daha da fazla durgunlaşması ve şirket iflaslarının gündeme gelmesidir. Öte yandan da arz tarafında enerji ve diğer girdi fiyatları devamlı arttığından, patronlar kârlarından ödün vermemek için hem fiyatları artırıyorlar hem de kendi yarattıkları krizin bedelini “ücretler artarsa enflasyon da artar” diyerek emekçilere kesiyorlar. Burjuvazi sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaklaşan “fırtına”ya karşı yığınak yapıyor. Bunun bir ayağı milliyetçi, korumacı politikalara yönelme ise diğeri de emekçileri açlık sınırında yaşamaya mahkûm edecek sefalet ücretlerine ikna etmek üzere “katı” yasalar uygulamak, anayasal hakları hiçe sayarak grev yasağına başvurmak.
Burjuvazi kapitalizmin en ileri düzeydeki ülkeleri de dahil işçi sınıfının isyan etmesinden, emekçilerin yükselen grev dalgasından korkuyor ve sert önlemler almaya çalışıyor. Kısa bir süre önce ABD’nin “demokrat” başkanı Biden 100 bin demiryolu işçisinin grev hakkını bizdeki “milli güvenlik” gerekçesine benzer gerekçelerle yasakladı. (Gerçek, 14.12.2022) Hayat pahalılığı yüzünden ücretleri düşen İngiltere kamu emekçilerinin greve çıkmaları karşısında da Başbakan Sunak bunları önlemek için “katı yasalar” çıkarmaya dönük adımlar atıyor. İşte tam da bu koşullar altında yeni yılda emekçilerin mücadelesine ışık tutması bakımından biz şu noktanın altını çizmek istiyoruz: Bu derinleşen bunalım koşullarında emekçiler için gerek sendikalarda gerekse de siyasette örgütlenmek can alıcı önem taşıyor. Zira şayet “aynı gemideysek” vay halimize!
Bu iddiamızı iki tarihsel olguya başvurarak kanıtlamak istiyoruz. Bunlardan biri kapitalizmin en gelişkin olduğu ABD’de 1950-2020 yılları arasında emek üretkenliği artışlarına, saat başına işçilik maliyetlerine ve sendikal örgütlenme düzeyine ilişkin verilerin karşılaştırılmasına dayanıyor. Bu verilere göre ABD’de 1980’lerden itibaren bir “kırılma” yaşandığı görülüyor. Sürekli artan emek üretkenliği karşısında 80’lerden itibaren ücret düzeyinin bir göstergesi olan saat başına işçilik maliyetleri adeta yerinde sayıyor. Daha basit ifade edecek olursak; emekçiler büyümeden, üretim ve refah artışından neredeyse hiç pay alamıyorlar. Peki bunun altında yatan, tek başına olmasa da en önemli belirleyici etken ne? Emekçilerin örgütlenme gücünün önemli göstergelerinden biri olan sendika üyeliğinin 1980’lerden, yani burjuvazinin tüm dünyada neoliberalizm adı altına işçi sınıfına karşı kararlı bir saldırıya giriştiği dönemin başlangıcından itibaren, çarpıcı bir biçimde azalması. Ne zaman ki emekçilerin örgütlenme kapasitesi aşınıyor, o zaman ücretler düşüyor, emekçilerin toplumsal refah artışından aldıkları pay da düşüyor.
İkinci tarihsel kanıtımız ise, madem “gemi” benzetmesinden gidiyoruz, 1912 yılında dönemin en gelişkin yolcu gemisi Titanik’in buzullara çarpıp battığı faciada hayatını kaybedenlerin sınıfsal dağılımı. Buna göre batan gemide ölen yolcuların yüzde 45’i mürettebattan, yani geminin işçilerinden yüzde 35’i 3. sınıf yolculardan, yüzde 11’i 2. sınıf yolculardan ve sadece yüzde 9’u 1. sınıf yolculardan oluşuyordu! Olgular açık; velev ki aynı gemideyiz, o zaman aman dikkat! Patronların insafına kalmak istemiyorsak, acele etmeli, hızla örgütlenme mücadelesi vermeliyiz. Zira, “kaptan köşkü”nde onlar oturmaya devam ediyor.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ocak 2023 tarihli 160. sayısında yayınlanmıştır. Bu yazıyı Gerçek'in podcast hesaplarından sesli olarak dinlemek için aşağıdaki resmin üzerine tıklayın.