İklim değişikliği (2): Talan emperyalistlerin, fatura ortak!
Glasgow ve Detroit’in ortak yanları karanlık insanın içine hüzün veren kentler olmalarıdır. COP 26’ya ev sahipliği yapmış olan İskoçya’nın Glasgow kenti, İngiltere’nin Manchester’i ile birlikte, Britanya’nın 19. yüzyıl kapitalist sanayileşmesinin simge kentlerinden biridir. Kapitalist ekonominin ilk büyük teorisyeni o yüzden bu kentten çıktı: Adam Smith, Ulusların Zenginliği’ni Glasgow’da yazdı. 18. yüzyıl sonunda başlayan, 19. yüzyılın tamamına yayılan bu sanayileşme, Glasgow’u ve onu çevreleyen Clydeside’ı çok önemli bir işçi sınıfı mücadeleleri kalesi haline getirdi. Hatta 20. yüzyılın ilk yarısında adını “Red Clydeside”a (“Kızıl Clydeside”) çıkardı. Ama işte 19. yüzyıl kapitalizminin ağır koşullarını yaşayan Glasgow sanki işçi sınıfının çektiği meşakkatin bir yansıması olarak karanlık yüzlü, hüzünlü, erkenden yaşlanmış bir kent olageldi.
Manchester ve Glasgow’un tarihî rolünü 20. yüzyılda Amerika’nın sanayi bölgesi Midwest’in (ülkenin “orta batı” olarak anılan bölgesi) dev sanayi merkezi Detroit devralacaktı. Öncekiler esas olarak tekstil kentleriydi. Detroit ise otomotiv sanayiinin beşiği oldu. Glasgow’un büyük evladı Adam Smith idi. Detroit Henry Ford’un adı ile özdeşleşti, 20. yüzyılda sanayinin en tipik kenti oldu. Bizde Amerikan emperyalizmine tepkiden sol kültür Amerikan işçi sınıfını da gözden çıkarmıştır. Oysa aynen Clydeside gibi, Detroit işçi sınıfı da 1930’lu yıllarda tarihe “sit-in strikes” adıyla geçen işgalli grevleriyle kapitalizmin dayattığı ağır sömürü koşullarına karşı dev bir mücadele verdi. Dünya Büyük Depresyon’dan kıvranırken, Almanya Nazilerin eline geçerken, Amerika’da bugün bile yüceltilen “New Deal” politikası uygulandıysa, bu bir “tek adam” olarak dönemin başkanı Franklin D. Roosevelt’in marifeti değildir. Detroit’in eli nasırlı işçisinin yarattığı korkudur “New Deal”i yaratan. İşte bu Detroit de Ford’un Taylorist yöntemlerle çalışan fabrikalarında canı çıkarılan işçi sınıfının hayat yükünü yansıtırcasına benzi solmuş, ölgün, sıkıntılı bir kenttir.
Glasgow ve Detroit işçi sınıfının tarihî “âhını” yansıtır gibidir. Ama her ikisinin de yüzündeki karanlığın esas nedeni son derecede maddidir. Glasgow kömürün karasını çalmıştır yüzüne, Detroit ise neftin rengini!
Pisletmenin ekonomi politiği
Sermaye tarihi boyunca insanı sömürmekle kalmamıştır. Aynı zamanda insanın, bütün canlılarla paylaştığı yuvası, habitatı, ortak vatanı olan doğayı büyük bir hoyratlıkla talan etmiştir. Bu, sermayenin doğasında vardır. Sermaye işçinin karşılığı ödenmemiş artık emeğini sömürerek kâr elde ederken bunun için gerekli maliyetlerini de mümkün olan en düşük düzeyde tutmak için her türlü akıl almaz yöntemi de kullanır: Güneşli havayı isle kirletir adına sis der; berrak pınarlardan akan nehirleri kimyasal çamur derelerine çevirir; denizleri pisletir, müsilaj musibetini yaratır, balıkları mahveder; koca koca deryaları, okyanusları bile mercan kayalarının yarısını öldürecek kadar kirletir. Öylesine büyümüştür ki gücü, arşıâlâ’ya çıkmış, ozon tabakasını delmiştir. Ne yaptığını bilmez bir hayvan gibi, kendi içtiği suyu daha sonra içenlere mikrop kaynağı haline getiren şuursuz davar sürüsü gibi, sömürdüğü insanı savaşlarda katlettiği yetmiyormuş gibi yeryüzünü de yaşanmaz hale getirecek kadar talan etmiştir.
Bunun sermayenin bir sosyo-ekonomik güç olarak analizi temelinde izahı çok basittir. Kapitalistin bütün amacı, öne sürdüğü sermaye ile elde edebileceği en yüksek artı değeri, yani kârı kasasına aktarmak, daha sonra bunu yeniden sermaye yaparak toplumsal gücünü büyütmektir. Başka türlü söylendğinde, ne kadar yüksek kâr elde edilir, maliyetler ne kadar düşük tutulur, yani sermaye ne kadar tasarruflu kullanılır ise, kapitalistin amacı o kadar yerine gelmiş demektir. Ama eğer siz maliyetlerinizi düşürmek için karbon diyoksitinizi, metan gazınızı havaya salacaksanız, kimyasalınızı göllere, nehirlere, denizlere, okyanuslara boşaltacaksanız, yüzey ve yeraltı sularını zehirleyecekseniz, ormanları kârlı işler için yağmalayacaksanız, bunun kaçınılmaz bir maddi maliyeti olacaktır. Kapitalistin bu alandaki büyük marifeti, bu maliyeti kendi ödememek, topluma, giderek insanlığa, hatta canlılar âleminin bütününe ödetmektir. Havayı, suyu, toprağı kapitalist bedelsiz kirletebiliyorsa, bunun kaçınılmaz karşılığı bedeli toplumun geri kalanının ödemek zorunda kalmasıdır.
Kapitalizmin kirli işlerinin malumatfuruş hizmetkârı iktisat bilimi, bu olguyu pek tarafsız görünen bir biçimde “dışsallıklar” olarak adlandırmıştır. Bir ekonomik süreç, bir üretim faaliyeti, gerek maliyetleri, gerek çıktıları bakımından kendi düzenleniş amacının dışında sonuçlar yaratıyorsa, yani o faaliyeti düzenleyen öznenin amaçlarının ötesinde birtakım sonuçlar yaşanıyorsa, bunlara “dışsallık” denir. İşte doğanın talanı için uydurulan yalan budur. “Dışsallık” kendi başına kusurlu bir kavram değildir. Ama “dışsallığın” en önemli türü olan doğa talanı, olgunun ortaya çıkmasından ancak yüzlerce yıl, kavramın oluşturulmasından ancak onlarca yıl sonra adı konularak tartışılmaya başlanmışsa, buna talanı gizleyen yalan demek hata olmaz.
İşte kapitalizm, modern sanayinin, fabrika sisteminin Glasgow’da tarih sahnesine çıkmasından bu yana geçen iki yüz elli yıldır doğayı kendisi bedel ödemeden, yani kendi eyleminin yarattığı maliyetleri “dışsallaştırarak” talan ettiği içindir ki, insanlık bugün iklim değişikliği denen felaket senaryosu ile yüz yüze gelmiştir. Bu anlaşılmadan iklim değişikliği üzerine söylenen her söz boştur. Bu anlaşılmadan yapılan her eylem ancak küçük çocuk korosu kadar etki bırakabilir. Bunu görmeden ve daha kötüsü gizleyerek yapılan çevreciliğe biz “tatlısu çevreciliği” adını veriyoruz.
Pisletmenin tarihi
Şimdi bütün bu tatlısu çevrecileri, zengin emperyalist ülkelerde de, Türkiye gibi orta gelirli, sanayileşme sürecindeki ülkelerde de, Afrika’nın, Asya’nın, Latin Amerika’nın açlıktan yoksulluktan kırılan ülkelerinde de koro halinde hep aynı şeyi terennüm ediyorlar: Bütün ülkeler üzerine düşeni yapsın, büyüme adına doğa kirletilmesin, tüketim çılgınlığı uğruna yerküre ısınmasın, aman biyo-çeşitliliğe zarar vermeyelim. Bir dakika! Biri bir yeri kirletti mi temizlemek onun sorumluluğudur. Neden talanı yapanlar ile ona maruz kalanlar, üstelik bazen 300 yıl süren sömürgecilik koşullarında, bir bütün olarak 150 yıllık emperyalizm çağında kendi ülkesinin doğası da emperyalistler tarafından talan edilenler faturayı hep beraber ödüyor? Tatlısu çevreciliğinin, burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak insanlığı aptallaştırma yöntemlerinden aşırı derecede etkilenmiş olduğu burada bir kez daha görülüyor.
Şimdi emperyalist burjuvazi bütün basın yayın organlarıyla zengin ile yoksul arasında, doğayı kirleten ile doğası kirletilen arasında bu soyut eşitliği pompalıyor ya, onların yalanları genç dimağları nasıl zehirliyor, çevrenize kulak verirseniz hemen anlarsınız. İklim değişikliğinin en büyük sorumlusu Çin imiş. Çin yılda 10 küsur milyar ton karbon diyoksit eşdeğeri sera gazı salıyormuş atmosfere. ABD çok arkadan geliyormuş. 5 küsur milyar ton karbon üretiyormuş. Üçüncü sırada ise Avrupa Birliği ülkeleri varmış. Bunlar da 2,5 milyar tonun üzerinde salımdan sorumluymuş. (Kolay hatırlansın diye yuvarlıyoruz: Çin 10, ABD 5, AB 2,5.)
Bu, üç kez yalandır. Her şeyden önce, sorunu tarihinden kopararak ele alır. Bunun önemini anlamak için önce şu 1,5 derece santigrat meselesine biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Bilimsel bulguların, sera gazlarının yarattığı küresel ısınmanın, insanlığı büyük felaketlerle karşı karşıya getirmeyecek, hatta hayatın kendisini tehdit etmeyecek bir düzeyde tutulacaksa, 2100 yılına kadar 1,5 dereceyi aşmaması gerektiğini ortaya koyduğu malum. Ama muhtemelen gençliğin büyük bölümü bunu 21. yüzyıl boyunca sıcaklığın 1,5 dereceden fazla artmaması gerektiği olarak anlıyor. Oysa 1,5 derece sanayileşme döneminin başından 21. Yüzyılın sonuna kadar ölçülüyor. Ve, işte şimdi esas noktaya geliyoruz, bu 1,5 derecenin 1,1 derecesi zaten gerçekleşmiş durumda. Yani bela 1,5 derece ile ölçülüyorsa belanın üçte ikisinden fazlası zaten gerçekleşmiş!
O zaman soruyu bir kez daha soralım. En büyük kirleticiler kim? Tarih işin içine girince sorumlular toptan değişiyor. İklim değişikliği konusunda bilimsel analiz yapmayı amaçlayan Carbon Brief adlı bir kuruluşa göre, insanlığın 21. yüzyıl sonuna kadar 1,5 dereceyi tutturabilmesi için kullanabileceği en yüksek karbon diyoksit eşdeğeri üretiminin yüzde 86’sı (yani kabaca altıda beşi) geçmiş faaliyetler sonucunda zaten üretilmiş durumda. Yalnızca 1850’den itibaren yapılan bir hesaplamaya göre, bu toplamın yüzde 20’s tek başına ABD’nin sorumluluğunda. Çin burada birden ikinciliğe düşüyor: yüzde 11. Daha da önemlisi şu: Tarihsel tablo dünya çapında ele alındığında emperyalist ülkeler topluluğu (23 ülke katılmış hesaba) öteki 150 ülkenin toplam sera gazı salımından daha fazlasını üretmiş durumda. (1850 tarihi, aslında 1770’li yıllara kadar geri gidilebilse çok daha yüksek olacak miktarı saklamış oluyor.)
Şimdi, bu yazıya koyduğumuz başlık daha kolay anlaşılıyor olabilir mi? “Talan emperyalistlerin, fatura ortak!” Bugünkü zenginlik düzeyine ulaşırken sadece kendi işçi sınıfını ve daha sonra sömürge halklarını sömürmekle kalmayan, aynı zamanda doğayı talan eden emperyalist ülkeler şimdi ne yüzle dönüp başkalarına “acele edin” diyorlar? Siz önden buyurun efendim!
Pisletmenin coğrafyası
İkinci yalan coğrafyada. Deminden beri emperyalist ülkelerin ister sömürge statüsünde olsun ister olmasın yoksul ülkelerde yürüttükleri ekonomik faaliyetle o ülkelerin doğasını da talan ettiklerinden söz ediyoruz. Bu, günümüzde de devam ediyor. Bir emperyalist şirket Çin’de ya da Meksika’da ya da Türkiye’de bir fabrika kurup kâr amaçlı üretim yaptığında doğayı talan ediyorsa, bunun sorumlusu ne anlamda Çin, Meksika ya da Türkiye oluyor? Söz konusu kâr emperyalist ülkenin sermayedarının kasasına girecek, daha sonra sermaye birikimine dönüştürüldüğünde o şirketin toplumsal gücünü, dolayısıyla o ülkenin devletinin uluslararası kudretini arttıracaktır. İşe tüketim açısından bakıldığında da, bu tür “çokuluslu şirket” üretiminin ürünlerinin, elbette sektörüne, ürün markasına ve kalitesine vb. bağlı olarak dünyanın çeşitli ülkelerine ihraç edildiği doğru olmakla birlikte, en fazla gelirin en yüksek olduğu ülkelerde, yani emperyalist ülkelerde tüketildiği de açıktır. Yani ister sermaye (üretim) odaklı bir bakışla, ister tüketim odaklı bir bakışla olsun, bugünün tedarik zinciri temelli uluslararası üretim koşullarında orta gelirli ya da yoksul ülkelerdeki sera gazı salımlarının bir bölümünün de aslında emperyalist ülkelerin hanesine yazılması gerektiği açık olmalıdır.
Yukarıda sözü edilen iki farklı bakış açısından (sermaye ihracı-üretim ile ihracat-tüketim) ikincisi temelinde yapılan hesaplamalara göre, bu durumda Çin’e atfedilen sera gazları salımı kabaca yüzde 10 azalmakta, ABD’ninki 1,5 yüzde puanı, Batı Avrupa’nınki ise değişik ölçümlere göre yüzde 5 ila 15 arasında yükselmektedir.
İkinci perdeleme operasyonu da teşhir edilmiştir.
Pisletmenin demografisi
Ama coğrafyadan çok daha önemli olan faktör nüfustur. Dünyanın en büyük karbon diyoksit salımı yapan ülkeleri sayılırken genellikle AB tek tek ülkelere ayrılarak ele alınır. Böylece ilk sıralarda görünenler, sırasıyla, Çin, ABD, Hindistan, Rusya ve Japonya olur. AB’nin en büyük sanayi ülkesi olan Almanya bile 7. sırada gelir.
Buradaki yalan sadece Avrupa’nın bir bütün olarak karbon salımındaki dev rolünü gizlemek değildir. (Yukarıda gördük ki, AB bir bütün olarak alındığında aslında Çin ve ABD’nin ardından 3. sırada yer almaktadır.) Bu gizleme daha büyük bir yalanın ip ucunu verir: Her ikisi de 1,5 milyarlık birer ülke olan Çin’in ve Hindistan’ın karbon salımı, 325 milyonluk, yani kendilerinin beşte biri nüfusa sahip bir ülkenin karbon salımıyla karşılaştırılmaktadır. AB’yi böl, birlikte dünyanın yüzde 40’ı olan Çin ve Hindistan’ı ekle, ham hum şaralop, felaketin sorumlularını sakla.
Hayır, sadece bütün bir tarih ele alındığında değil, bugün bile sera gazları salımının karşılaştırmasız en büyük sorumlusu emperyalist ülkelerdir! Bunu anlamak için toplam karbon salımına değil kişi başına karbon salım düzeylerine bakmak yeterlidir. Kişi başına ulusal geliri (gayri safi yurtiçi hasılayı) bütün bilinen sakıncalarına rağmen her amaçla kullanan burjuva ideologlarının aklına nedense iş karbon salımına gelince sadece ülke toplamlarını karşılaştırmak geliyor!
Bilindiği gibi 1997 Kyoto toplantısından beri sera gazı salımlarının kısıtlanması konusunda çalışmalar başlamış durumda. Yani bu çabanın bir çeyrek yüzyılı var. O çabalar başlamadan önceki durum daha da kötü olmakla birlikte biz şimdiki duruma bakalım: Günümüzde Kanada, Avustralya, Suudi Arabistan gibi ülkeler kişi başına 17-19 ton karbon salımıyla listenin başındadır. ABD, kişi başına 15 ton karbon salımıyla onların arkasından gelir. Çin (kişi başına 7,5 ton civarında salımla) sadece ABD’nin değil, Japonya ya da Almanya gibi emperyalist ülkelerin de ardında kalır. Bu hesaba göre Çin (ülke toplamlarının gösterdiği tabloya karşıt olarak) ABD’nin iki katı karbon salımından değil, ABD’nin yarısı salımdan sorumludur! Hindistan ise üçüncü sırada falan değildir, kişi başına 2 ton ile “amatör lig”dedir. Yalanın boyutuna bakar mısınız?
Anti-emperyalizm gezegeni kurtarmak için de esas ilaçtır!
Bütün bunların anlamı açıktır. Emperyalist ülkeler ve şirketler modern çağın bütününde de günümüzde de karbon salımının esas suçlularıdır. Dünya iklim değişikliği konusunda birörnek bir sorumluluğa sahip değildir. Öyleyse en büyük sorumlu kim ise bedelin de en büyüğünü o ödemelidir. Her gün “yöneticilerimiz uyuyor mu?” demek yerine, “emperyalizm cürmünün cezasını öde!” demek gerekir.