TÜSİAD’ın kuruluşunun 50. yılı: İşçi düşmanlığı üreten fabrika
DİSK modern Türkiye tarihinin en özgür ortamının evladıdır: 1960’lı yılların. TÜSİAD ise sıkıyönetim çocuğudur. Türkiye’nin iki ana modern sınıfının genetik kodunu daha iyi anlatan bir simgesel karşılaştırma bulmak zordur.
Bu yazı, kuruluşunun 50. yıldönümü vesilesiyle TÜSİAD’a ilişkin kısa bir değerlendirme yazısı. Neden bu iki örgütü karşılaştırarak başladık? Yalnızca bu iki örgüt bu topraklarda modern toplumun iki ana sınıfının tarihi çıkar ve eğilimlerini en arı, en saf biçimde ortaya koymuş oldukları için değil. (Bu söylediğimiz DİSK için sadece 1980’e kadar geçerlidir.) Aynı zamanda, bu örgütlerin kuruluşları dahi birbiriyle sıkı bir bağ içinde olduğu için.
Evet, bu yıl TÜSİAD 50 yaşını doldurdu. Kuruluş tarihi tam olarak 2 Nisan 1971. Yani 12 Mart askerî muhtırasından 20 gün sonra, o yüzden sıkıyönetim çocuğu. Bu askerî müdahalenin o dönemin genelkurmay başkanının veciz ve görülmemiş derecede dürüst ifadesiyle “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı”ğı için yapıldığını hatırlamak önemli. O “sosyal uyanış”ın doruğu elbette herkesin gözünde, DİSK mevziini savunmak için düzenlenen ama örgütleyicilerini bile şaşırtan bir coşkun sele dönüşen 15-16 Haziran 1970 büyük işçi ayaklanmasıydı. Yani TÜSİAD işçi düşmanı bir sıkıyönetimin çocuğudur. Hani bazı çocuklar bir doğum lekesi ile doğar. Sıkıyönetim, askerî muhtıra, darbe, TÜSİAD’ın lekesi bunlardan oluşmuştur.
TÜSİAD’ın tarihi henüz yazılmadı. Türkiye’nin genç Marksist aydınları, artık “ithal ikamesinden dış pazara dönük sermaye birikimine geçiş” veya hep aynı kalan, hiç değişmeyen bir “askerî vesayet” türü basmakalıp analizlerden kurtulup gerçekten bu ülkenin ve en başta sınıf mücadelelerinin tarihini somut olarak anlamaya giriştiklerinde bu tarih TÜSİAD’ın kendi kaleme aldığı, kendini göklere çıkardığı bir resmî tarih olmaktan çıkacak.
Bu Marksist tarihin çok önemli bir boyutu, o gün geldiğinde hâlâ tanıklar ve belgeler kaldıysa, yani çok geç kalınmadıysa, TÜSİAD fikrinin ne zaman doğduğunu ve ne zaman perçinlendiğini ortaya koymak olacak. Zira TÜSİAD’ın kendi resmî tarihi hep 2 Nisan 1971 sonrasını anlatıyor, kendi ideolojisinin at gözlüğünden. Oysa biz bu örgütün ön tarihinin, yani kuruluşuna giden sürecin başını ve gelişimini çok önemli buluyoruz.
Bizim bir kanaatimiz var: Genç Marksistler TÜSİAD’ın kuruluş sürecini, özellikle fikrin ilk doğuşunu ve ete kemiğe bürünmesini gün yüzüne çıkardığında iki tarih çok önemli olacak. Birincisi, 13 Şubat 1967. DİSK’in gelecekte Türkiye büyük burjuvazisi için ne kadar uğursuz bir gelişme olacağı tam kuruluş gününde elbette kavranmamıştır. Ama 13 Şubat 1967’yi izleyen aylar ve yıllarda, DİSK’e bağlı sendikalar grev üzerine grev örgütleyerek büyük patronların işyerlerini hallaç pamuğu gibi atmaya giriştiklerinde, işte o zaman, Türkiye’nin büyük burjuvazisinin liderleri, Koç’lar, Sabancı’lar, Eczacıbaşı’lar, DİSK’in kendileri için nasıl bir tehdit oluşturduğunu kavramışlardır. Bizce TÜSİAD’ın kuruluş fikri, 12 kurucudan biri olan Vehbi Koç’un aklına mesela 1 Ağustos 1969’da, Demirdöküm işçisi fabrikayı işgal edince düşmüş olabilir. Yani 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK’in Koç Holding’in sermaye birikim sürecine ağır bir sille vurduğu gün.
TÜSİAD’a iki başkan (Cem ve Ümit Boyner) vermiş bir ailenin “büyüğü”, aynı zamanda örgütün 12 kurucusundan biri olan Osman Boyner, bir görüşmede, “bizim amacımız Atatürk’ün koyduğu muasır medeniyet hedefine ulaşmaya destek olmaktı” falan diye laf gevelerken, kendisine ortam ve gündem sorulunca bakın ne diyor: “Muhtıranın [12 Mart 1971] hemen sonrasında sıkıyönetim günleriydi. Grevler, lokavtlar çok sık yaşanıyordu. Bir ortak akılda, ortak değerler etrafında buluşmak, örnek işler yapmak gerekiyordu.” Ortam ve gündem: grevler, lokavtlar, sınıf mücadelesi. Muasır medeniyet? Çöpte.
İkinci önemli tarih ise 15-16 Haziran 1970. 150 bin işçinin İstanbul-İzmit bölgesini neredeyse kontrol altına aldığı bu iki günü daha önce Türkiye’de proletarya devrimleri çağının açılışı olarak nitelemiştik. Bu niteleme doğruysa büyük burjuvazinin temsilcilerinin bu şoktan nasıl sarsıldıklarını tahmin etmek bile zor.
Koç Holding’in önemli adları arasında Kıraç ailesinin özel bir yeri vardır. Suna Kıraç Vehbi Koç’un kızıdır, bir ara Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili görevini üstlenmiştir. Eşi İnan Kıraç ise Koç Holding CEO’su olarak görev yapmıştır, daha sonra da Holding’in Yönetim Kurulu üyesi olmuştur. Ömrümden Uzun İdeallerim Var! başlıklı kitabında bakın Suna Kıraç 15-16 Haziran deneyimini kendi açısından nasıl anlatıyor:
“Koç şirketlerinde sendikal mücadele kıyasıya bir hal almıştı. 15-16 Haziran l970'te, Türkiye'nin yaşadığı en büyük işçi eylemine Koç işçileri de katılmıştı. İstanbul'un bütün sokaklarının işçiler tarafından işgal edildiği o gün Koç ailesinin üyeleri birbirleri için kaygılanmıştı. Sevgi Gönül'ün Dragos'taki evinde Semahat-Nusret Arsel ve o gün onlarda misafir olan Mustafa Koç mahsur kalmışlardı. Onları ‘kurtarma işi’ işçi tulumu giyerek, tebdil-i kıyafetle sokağa çıkan İnan Kıraç'a düşmüştü.”
Bir büyük burjuva işçi tulumunu kaç kez giyebilir? Bizim onurla giyeceğimiz, Nâzım’ın en güzel şiirlerinden birinde özgürlüğün “en şanlı elbisesi” olan işçi tulumu, büyük burjuva için ne kadar aşağılayıcı bir kılıktır, kim bilir? Biz inanıyoruz ki, bu tür bir deneyim burjuvazinin daha genel olarak 15-16 Haziran’da yaşadıklarının mükemmel bir özetidir. Bizce TÜSİAD’ın kuruluşu fikri, 15-16 Haziran’ı izleyen günlerde ete kemiğe bürünmüş ve pratik çalışmalar başlamıştır. Gelecekte yapılacak araştırmaların bunu doğrulayacağını sanıyoruz.
Özetleyelim: 1967 yılı ile 1971 yılı arasında modern kapitalist toplumun iki sınıfı kendilerini başka sınıf, katman ve güçlere bağlayan bağlardan arınarak tarih sahnesine sınıf konumlarıyla çıkmıştır. Bu atılımı önce modern sanayi proletaryası yapmış, 1967’de devletin ağlarının tutsağı olan Türk-İş’ten bağımsızlaşarak sanayi proletaryasının bütün emekçi sınıfları da sürükleyecek bağımsızlık yoluna girmiştir. 15-16 Haziran bu çabanın beklenmedik bir hızla meyvesini verdiği andır.
İşte büyük burjuvazi ya da tekelci sermaye de bunun karşısında kendi özel çıkarlarını kendi yöntemleriyle savunmak ve ilerletmek için kendi örgütünü, yani TÜSİAD’ı kurmuştur. TÜSİAD kurulmasından önce de burjuvazi elbette örgütlüydü. Burjuva sınıfının bütün değişik fraksiyon ve katmanlarının örgütlenmiş olduğu ticaret, sanayi, ziraat odaları ve borsaların üst kuruluşu TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) bir bakıma burjuvazinin bütününün çıkarlarının bir tür sentezini ifade ediyordu. Öte yandan, sendika, grev ve toplu sözleşme düzeni kurulduğunda her bir sektörde işçi sendikalarıyla pazarlığa oturmak için kurulmuş olan işveren “sendikaları” (sahte bir isim, “işveren örgütleri” veya benzeri bir ad kullanmak gerekirdi) TİSK’te (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) birleşiyordu. TÜSİAD’dan sonra da burjuvazinin uluslararası alandaki çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere her bir yabancı ülkeye özgü İş Konseyleri kurulacaktı. Ayrıca bunların dışında bir de emperyalist doğrudan yatırımların sonucu olan şirketlerin üye olduğu bir de YASED’den (bugünkü adıyla Uluslararası Yatırımcılar Derneği) söz etmek gerekir. Burjuvazinin örgütleri arasında, tekelci sermaye fraksiyonunun içinden çıktığı için TÜSİAD’a en yakın olan budur. Ama YASED, içinde yabancı sermayeli kuruluşlar olduğu için Türkiye politikasına TÜSİAD kadar açık ve rahat biçimde karışamaz. Ayrıca YASED’in TÜSİAD’dan yaklaşık olarak 10 yıl sonra kurulmuş olduğu da unutulmamalıdır.
YASED dışındaki bütün burjuva örgütleri, yeni yükselen tekelci burjuvazinin çıkarlarını daha geniş bir çıkarlar ağının içinde eriten bir karaktere sahipti. Büyük burjuvazinin, yani tekelci sermayenin, yani finans kapitalin kendine özgü çıkarlarının Türkiye’nin gelişmesine damga vurması yolunda politikalar oluşturma işine uygun değildi bunlar. Aynı şey siyasî partiler için de geçerliydi. Her burjuva partisi, burjuvazinin hâkimiyetini, sınıflar arasında her birinde ayrı ayrı olmak üzere belirli ittifaklara ve destek mekanizmalarına yaslanarak sağlar. Dolayısıyla, tekelci burjuvazinin çıkarlarının arı biçimde formüle edilmesi ve dile getirilmesi bakımından elverişli değildir.
İşte TÜSİAD bu amaçla ortaya çıktı: Tekelci sermayenin bağımsız örgütü olmak. Bunu kendi sitesinde mevcut olan resmî tarihçesinde TÜSİAD’ın “öncü rol oynadığı” alanlardan biri olarak açık seçik biçimde yazıyor: “Özel sektörün bir iktisadi sınıf olarak serpilmesi”. (Yarı-Marksist, yarı “iş âlemi” terminolojisi TÜSİAD’ın kendi seçişi!) Burada sergilenen sınıf bilinci maalesef TÜSİAD’ı konuşan solcularda yok. Onlar TÜSİAD’ı ele aldıklarında “serbest piyasa ekonomisi”, “neoliberalizm”, “dış pazara dönük sermaye birikimi” ve benzeri ekonomik kategorileri öne çıkarıyorlar.
Oysa TÜSİAD bilinçli biçimde bir sınıf örgütü olarak kurulmuştur. Misyonu bu topraklarda sadece ekonomi politikasını değil, devleti büyük burjuvazinin ihtiyaçlarına uygun biçimde yoğurmak olmuştur. Doğum lekesi, her ne zaman ihtiyaç duyulursa, her gerektiğinde askeri darbe ve sıkıyönetime başvurmaktır. Tarihine büyük burjuvazinin kendine özgü sınıf çıkarları doğrultusunda askerî darbe ve müdahalelere verdiği destek damga vurmuştur.
TÜSİAD üyelerinin çoğunluğu fabrika sahiplerinden oluştuğu için TÜSİAD kendisine “fikir üreten fabrika” demiştir. (Bu aynı zamanda TÜSİAD’ın kurucu başkanı Feyyaz Berker’in ekonomi köşe yazarı Güngör Uras ile birlikte yazdığı bir kitabın başlığıdır.) Oysa TÜSİAD asıl “işçi düşmanlığı üreten fabrika”dır.
Çağdaş uygarlık = Askerî diktatörlük, işkence, idam?
1950’li ve 60’lı yıllarda palazlanan, 1971’den sonra “bir iktisadi sınıf olarak serpilen” Türkiye büyük burjuvazisinin TSK ile en temel ortak yanı, iki kurumun sınıfsal karakter bakımından kader ortaklığıdır. TÜSİAD burjuvazinin sınıfsal oluşumunu berraklaştırmak ve ülkenin gelişmesine damga vurmasını sağlamak için kurulmuştur. TSK ise bütün devlet kurumları gibi zaman içinde bütünüyle büyük burjuvazinin çıkarlarını savunmak üzere şekil kazanan burjuva devlet aygıtının sınıf hâkimiyeti bakımından en büyük teminatıdır. Türk solunun, TÜSİAD’ı “serbest piyasa ekonomisi” gibi sıradan suçlamalar temelinde algılayan, TSK’ya ise olmadık tarihî misyonlar atfeden çoğunluğu işte bu yakınlığı bir türlü anlayamamıştır. TÜSİAD ile TSK’nın son zamanlara kadar her belirleyici dönemeçte kol kola girmesi, TÜSİAD’ın sadece ekonomiyi değil, aynı zamanda devleti biçimlendirme misyonunun bir ifadesidir.
12 Eylül zorbalığı tam da bunun ürünüdür. Defalarca yazdık, 12 Eylül TÜSİAD’ın 15-16 Haziran’a ve onun örgütleyicisi DİSK’e tarihî cevabıdır. TÜSİAD’ın 12 Eylül askerî diktatörlüğünü açık açık desteklediğinin o kadar çok kanıtı vardır ki bunları saymaya yerimiz yetmez. 1981 başında, Evren cuntasının iktidara el koymasından sadece üç ay sonra, bir TÜSİAD raporu, cunta yönetimine şöyle bir temenna çakıyor:
“12 Eylül tarihinden sonra geçen süre içerisinde 24 Ocak kararlarının uygulanması ve tamamlayıcı kararların alınması hususunda gösterilen dirayet ve anlayış her türlü takdirin üzerinde mütalaa edilmelidir.” (“1981 başında Türkiye” raporu)
Cunta başı Kenan Evren’e mektup yazarak DİSK’e kin kusan ve cezalandırılmasını talep eden, o dönemde Türkiye’nin en güçlü kapitalist şahsiyeti ve TÜSİAD’ın da 12 kurucusundan biri olan Vehbi Koç’tan başkası değildir. Evren Koç’u kırmamış, DİSK’i 11 yıl kapalı tutmuş, yöneticilerini de yıllarca hapis yatırmıştır.
Cunta yeni bir İş Yasası ve sendikal yasalar hazırlarken Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı sıfatıyla “Bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” diyen Halit Narin de TÜSİAD’ın önde gelen bir üyesidir (sayfa başındaki fotoğrafa bakınız).
TÜSİAD Türkiye’yi “çağdaş uygarlık” düzeyine yükseltme çabasına destek olmak üzere kurulmuştu. Bunun önemli bir boyutu da insanı kusturacak kadar çok tekrarlanan “demokrasi” temasıydı. Türkiye’nin kalkınması mutlaka demokratik bir rejimle gerçekleştirilmeliydi. TÜSİAD, özellikle Avrupa Birliği hedefi dolayısıyla bu sözde hedefini sabah akşam tekrarlayacaktı. Sermayenin çıkarlarına dokunmayacak bazı konularda, elbette yine sermayenin çıkarlarına dokunmayacak biçimler altında bazı davaları da bir ölçüde desteklemeyi kendine demokratiklik rozeti takmak için, “uygar” görünmek için, “Batılı” pozuna girmek için önemsemişti. Örneğin kadınların önündeki engellerin kaldırılması, TÜSİAD’ın sık sık el attığı, kadın hareketini evcilleştirmek için de kullandığı bir konu oldu. Örneğin, TÜSİAD Türkiye burjuvazisinin genel yaklaşımından farklı olarak HDP ve öncüllerine karşı daha “medeni” bir tutum takındı. Aynen kadınlara karşı güttüğü politikaya paralel olarak, Kürt hareketini de evcilleştirerek bütünüyle kapitalist düzene destekçi hale getirebilmek için elinden geleni yaptı.
Ama iş, sermayenin çıkarlarını doğrudan tehdit edecek davalara geldiğinde TÜSİAD TSK’dan da daha zalim olabildi, onu işçi hareketine karşı kışkırtan bir tutum benimsedi. Türkiye’de sosyalist, hatta sadece solcu, hatta sadece “demokrat” geçinenlerin, TÜSİAD’ın kadınlara ya da Kürtlere gülücükler saçtığı anlarına ortak olurken akıllarından çıkarmamaları gereken budur.
TÜSİAD iki yüzlülük yaparsa yapar. O hâkim sınıfların hegemonik gücünün örgütüdür. Siz o iki yüzlülüğe nasıl ortak oluyorsunuz?
TÜSİAD’ın gizli anayasası
TÜSİAD’ın resmî tarihinden söz ettik. Oysa gerçek tarihi bambaşka gelişti. Bunun örneklerini vermeden önce TÜSİAD’ın tüzüğü dışında bir de gizli anayasası olduğunu hatırlatmamız gerekiyor.
Bunu açıklayan, Koç Holding’in bugün artık hayatta olmayan üçüncü kuşak yöneticisi Mustafa Koç oldu. 2007 yılında, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına seçilişi gündeme gelince, Türkiye’de hâkim sınıfların Batıcı-laik kanadının temsilcileri AKP’nin yönelişinden kuşku duymaya başladılar. 2002 sonunda iktidara geldiğinde Avrupa Birliği üyeliği hedefi için kolları sıvamış görünen AKP, 2007’de başka sularda gezinmeye başlıyordu. Bunun üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın 27 Nisan 2007’de verdiği dünya tarihinin ilk e-muhtırasına paralel olarak TÜSİAD da, AB balayı dolayısıyla nispeten daha yumuşak yürüttüğü politikasını sertleştirmeye başladı. İşte tam bu bağlamda o aşamada TÜSİAD’ın İstişare Konseyi Başkanı görevini yürütmekte olan Mustafa Koç, TÜSİAD’ın Türkiye’ye biçtiği gizli anayasayı açıkladı:
“‘Türkiye’de iktidarda kim olursa olsun, ülkenin yüzünün batıya dönük olmasını temin etmek, AB ile tam üyelik sürecinin gereklerini yerine getirmek, piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla egemen olduğu, laik-demokratik, dışa açık bir Türkiye için çalışmak zorundadır,’ demiştik. Bu değerlendirme, bir anlamda, partilerden ve siyasal görüşlerden bağımsız olarak gördüğümüz, Türkiye’nin ‘ulusal ideallerinin’ tarifi olarak da kabul edilebilir.”
Yani TÜSİAD için emperyalist blokun kenarında kıyısında, yamacında yanı başında çakılı durmak, vazgeçilmez politikadır. TÜSİAD’cıların “muasır medeniyet” (çağdaş uygarlık) hedefine sık sık atıf yapmalarının anlamı da budur zaten.
Bu, TÜSİAD’ın politikasının ana ekseni olan TSK ile etle tırnak gibi ayrılmaz bir politika izlemesinin ikinci gerekçesiydi. TSK TÜSİAD açısından burjuvazinin tekelci fraksiyonunun sınıf hâkimiyetinin bir güvencesi olmanın yanı sıra, emperyalizmin Türkiye için bir çıpa olmasının da aracıydı. Türkiye’nin emperyalizme en güçlü bağlarla, silah bağıyla bağlı kurumu, 1952’den beri NATO denen emperyalist askerî aygıtın bir parçası olarak biçimlenmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri’dir (TSK). TÜSİAD son dönemlere kadar Türkiye’nin her büyük dönemecinde TSK ile kol kola ilerlemiştir.
İşte 1996 yılında Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında kurulmuş olan koalisyon hükümetinin 28 Şubat 1997’de başlayan askerî müdahale sonucu devrilmesi tam da bu ikilinin ABD ile kurduğu ittifakın bir ürünüdür. 28 Şubat, bir ABD-TSK-TÜSİAD ortak prodüksiyonudur. Ama 1995’te imzalanan, 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği’nin hemen ardından, büyük sermayenin Türkiye’nin artık AB’ye adaylığın eşiğine geldiği umuduyla Brüksel’i kıble haline getirmiş olduğu bir dönemde yapılmış olduğu için, özel yöntemlerle yürütülen bir askerî müdahale olmak zorundaydı. Burada TÜSİAD’ın tarihî çelişkisinin bir kez daha en berrak biçimini aldığını görüyoruz. TÜSİAD Türkiye’nin geleceğini askerî planda NATO’dan, ekonomik planda AB’den ayrı göremiyordu. Ama kendi hizmetlerinin AB’nin işine yarayabilmesi için, yani Türkiye’nin büyük sorunlarıyla birlikte AB’ye kabul edilebilmesi için iki hizmet çok önemliydi: Birincisi, TSK çok güçlü bir ordu olmaya devam etmeli, AB’nin “küresel bir güç” olmasına destek olabilmeliydi. İkincisi, Türkiye AB’nin “ihracat platformu” (daha doğrusu platformlarından biri) olabilmeli, bunun için de işçi sınıfının nefes almasına izin vermemeliydi.
Her iki koşul da Türkiye’de burjuva demokratik biçimlerin aleyhine etki yaratan taleplerdi. Türkiye TSK’yı güçlendirip işçi sınıfının üzerine saldıkça, yani Avrupa işçi sınıfının ve müttefiklerinin çok uzun tarihî mücadeleler sonucu elde etmiş olduğu demokratik hakları ayaklar altına aldıkça, Avrupa Birliği üyeleri Türkiye’yi kendi ülkelerinin işçi hareketinin sendikal ve siyasi kanatlarına ve diğer demokratik kurumlarına “satamıyorlardı”. TÜSİAD ise hem Türkiye’nin AB üyesi olması için ölüyor, hem de TSK’dan ve politikaya müdahalelerinden vazgeçemiyordu!
28 Şubat bu yüzden “silahsız kuvvetler”in müdahalesi olarak pazarlandı. Burada “sivil toplum kuruluşları”na ve medyaya baş rol verildi. TÜSİAD esas mimarlardan biri olarak arka planda durdu. Ama bu olayın TÜSİAD’ın 50 yıllık tarihinde ikinci darbecilik yüz karası olduğu tartışma dışıdır.
Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…
TÜSİAD, 2002-2007 arasında AKP iktidarı ile son derecede ikircikli bir ilişki kurdu. Bu ikirciklilik hiçbir zaman sona ermedi ama aradaki sıcaklık ve gerginlik zaman içinde çok büyük iniş çıkışlar gösterdi. AKP hükümetinin 28 Şubat’ın derslerini çıkararak karşısındaki ittifakı bölme taktiği gütmesi meyvelerini vermişti. ABD Erbakan’ın Amerika karşıtı İslamcılığının yerine evcilleştirilmiş bir İslamcı hareketi tercih ettiği için AKP’ye hayırhah bakıyordu. AKP’nin AB yanlısı politikası TÜSİAD’ın başını döndürmüştü. Batıcı-laik burjuvazinin tarihî mücadelesinde TSK büyük ölçüde yalnız kalmıştı.
Bu durum özellikle başlarda gidiş gelişli tutumlara yol açtı. TÜSİAD’ın Türkiye’ye biçtiği gizli anayasa uyarınca Erbakan’ın varisleri İslam dünyasına açılmaya bir yöneliş gösterdikleri her sefer, TÜSİAD iktidara bir uyarı yaptı. Batı ittifakında kalmanın TÜSİAD açısından ne anlama geldiği, bu konuda yapılan ilk eleştiriden kolaylıkla anlaşılmaktadır. TÜSİAD, 26 Mart 2003’te başkanının ağzından AKP hükümetine şöyle seslenmiştir: “50 yıl geriye gider, Ortadoğu ülkesi oluruz.” Yıl 2003. Unutulmasın ilk yıllarında AKP AB yolunda gece gündüz demeden çaba gösteren bir profil çiziyordu. O zaman neden “Ortadoğu ülkesi” oluyoruz ki? Tarihe, daha doğrusu aya ve güne dikkat edilmezse bu çıkışın anlamı hiç anlaşılamaz. Tarih 1 Mart 2003 Irak savaşına katılma tezkeresinin hemen ertesidir. TÜSİAD, hükümeti ABD’den kopmakla, böylece Türkiye’yi İslam âlemine sürükleme riski yaratmakla suçluyor.
Bugün, TÜSİAD’ın 50. yılına ulaştığımızda bu “50 yıl” edebiyatını nasıl değerlendirmeli? TÜSİAD’ın Nisan 2019’da (daha sonra tekrarlanacak İstanbul seçimleri hariç) yerel seçimlerini yaptığı günün akşamında, sandıklar açılmadan önce yaptığı açıklamadaki şu satırları okuyarak:
“Hızla değişen uluslararası ortamda (...) Avrupa ekonomisi ile bütünleşirken aynı zamanda bir Avrasya merkezi olarak tüm dünyaya açık bir Türkiye’nin 21. yüzyılda yükselen bir ülke olacağına inancımız tamdır.”
“Avrasya merkezi” ibaresi okuru çok şaşırtmasın. Bu ilk kez 1999’da Türkiye’nin AB üye adaylığı Helsinki Zirvesi’nde reddedildiğinde, Atlantik ittifakına bağlılığından kuşku duyulamayacak Bülent Ecevit hükümetinin Türkiye’nin en Batıcı ve en Batılı Dışişleri Bakanı sayılabilecek İsmail Cem döneminde kullanılmıştı. Bu sadece “küskün âşık” formülü değildi. Aynı zamanda Türkiye’yi AB’ye daha çekici kılacağı düşünülüyordu. Bugün de kendisine yeni pazarlar, güvenilir hammadde kaynakları, ucuz işgücü, sermaye birikiminde avantajlar getirecekse, TÜSİAD’ın, NATO’dan kopmamak kaydıyla, Erdoğan’ın dış politikasına evet demesi anlamına geliyor. TÜSİAD’ın kırmızı çizgisi NATO’dan vazgeçip geçmeyeceğini ise zaman gösterecek.
TÜSİAD, 2007 e-muhtırasının yakınında durarak girdiği üçüncü darbeci yönelişinde kaybetmiştir. Bunun nedenleri 21. yüzyıl Türkiye siyasi tarihinin genel belirleyenleri ile aynıdır. Burada onu tartışmaya girmemiz gerekmiyor. Ama TÜSİAD’ın 50 yılı içinde desteklediği üçüncü askerî müdahaleden söz ettiğimizi unutmayalım.
TÜSİAD 15 Temmuz 2016 başarısız askerî darbe girişimini desteklemiş midir? Bu darbe girişimi üzerinde oluşmuş olan bilgi birikimi sıfıra yakın olduğuna göre bunu ileride, belki de on yıllar sonra öğreneceğiz.
TÜSİAD’ın genetik kodu
Ama şunu kesinlikle biliyoruz. TÜSİAD Batı emperyalizmi yanlısı gizli anayasasından vazgeçse bile, genetik koduna 12 Mart sıkıyönetimi tarafından yazılmış öteki doğum lekesinden hiçbir zaman kurtulamayacaktır. Her zaman işçi düşmanı olacak, her zaman ihtiyaç olduğunda işçi sınıfına karşı TSK’nın baskı gücüne başvurmayı isteyecektir. Zira TÜSİAD büyük burjuvazinin demokrat gülücüklü zorba sınıf örgütüdür.
TÜSİAD 50 yılını tamamladı. “Bir sonraki 50 yılı nasıl geçer?” diye soranlara, “kaç yılı var, nereden biliyorsunuz?” diye soralım. Hayır, MÜSİAD büyük rakibi TÜSİAD’ın yerini alabilir demek istemiyoruz. Proletarya iktidara geçtiğinde TÜSİAD’ın kapatılması bile gerekmeyecektir. Çünkü bütün üyeleri çil yavrusu gibi, vatandaşlığını almış oldukları Portekiz’e, Malta’ya ve başka Avrupa ülkelerine kaçacaktır. Ve oralardan, aynen Ekim devrimi sonrası Rus émigré (bütün Batı dillerinde burjuvalar sürgüne çıktıklarında kullanılan Fransızca terim) kapitalistleri gibi, karşı devrimi örgütlemeye girişeceklerdir. Böylece TÜSİAD’ın aslında YASED’den farkı olmadığı ortaya çıkacaktır. Ve TÜSİAD’cıların genetik kodunda yazılı “muasır medeniyet”in en isabetli timsali NATO, bu kirli işte onlara en hakiki mürşit olacaktır.
Suna Kıraç'ın 15-16 Haziran'a ilişkin alıntısına dikkatimi çeken Özgür Öztürk'e teşekkürü borç bilirim.