2019: İnsanlığın kendi kendiyle yarışının derinleştiği yıl (2): faşizm mi devrim mi?

2019: İnsanlığın kendi kendiyle yarışının derinleştiği yıl (2): faşizm mi devrim mi?

Aşağıdaki yazı Rusya’da yeni yayınlanmaya başlayan bir internet dergisinin ilk sayısı için  kaleme alınmıştır. Derginin adı Советское Возрождение. Бюллетень Ассоциации «Советский Союз» (Sovetskii Renessance. Bulleten’ Assotsiatsii “Sovetskii Souz”. Sovyet Rönesansı. “Sovyetler Birliği” Derneği Bülteni)’dir. Bu ilk sayı Rusça olarak yayınlanmış, Rusya’nın dışında Devrimci İşçi Partisi’nin uluslararası sitesi RedMed’de de yer almıştır. Yazının orijinali İngilizce’dir. Rusçaya çevrilip yayınlanmıştır. İngilizce orijinali RedMed’de yayınlanacaktır. Buradaki metin İngilizce orijinalinden Türkçeye çevrilmiştir. Yazının ilk bölümü sitemizde yayınlanmıştı (https://www.gercekgazetesi.net/gundemdekiler/2019-insanligin-kendi-kendiyle-yarisinin-derinlestigi-yil-1-kriz-savas-sarsinti). Aşağıda ikinci bölümünü yayınlıyoruz.

 

 

                                                                                                                             Kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm,

                                                                                        Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya ölüm inecek yeryüzüne.

                                                                                                                                                                    Nâzım Hikmet

 

 

Ön-faşizmin bitmek bilmez yükselişi

2019 yıllar önce başlamış bir eğilimin, maskeli bir faşizmin ve başka türden gerici siyasi hareketlerinin yükselişinin devam ettiği bir yıl oldu. Bu iki akımı birbirinden özenle ayırmak gerekir çünkü ikisinin ardında yer alan dinamikler ve sınıf karakterleri bütünüyle farklıdır.

Önce maskeli faşizmi ele alalım. Özellikle Avrupa’da birçok ülkede bütün politikalarını ırkçılık üzerine bina eden ve emekçi kitlelere krizden çıkış yolunu, bütün suçu göçe ve “yabancı”lara yüklemekte gösteren koskoca bir siyasi parti topluluğu olduğu kimse için bir sır değil.

Bunlar işçi sınıfının dikkatini kapitalizmin yarattığı belalardan yabancı işçilere, göçmen ve mültecilere, Müslümanlara ve elbette Yahudilere doğru saptırıyorlar. Bütün burjuva yorumcularınca benimsenen ve maalesef solda da yaygın kabul gören “popülizm” terimi çok yanlış bir ad bunlar için. Bunlar tek bir alan dışında faşist partiler. O alan şu: Bunların henüz halkın geri kalanı üzerinde terör estirecek, örgütlü işçi sınıfının direncini kıracak ve içinde çalıştıkları ülkede orduya rakip bir güç haline gelebilecek silahlı milisleri yok. Bu yüzdendir ki biz bunlara ön-faşist hareketler diyoruz. (Yunanistan ve Ukrayna’da olduğu gibi, bazı ülkelerdeki örgütlerin ve İskandinavya çapında örgütlenen Kuzey Direniş hareketinin milisleri zaten var. Macaristan’da Jobbik, son dönemde milislerini dağıtma kararını alana kadar bunlara benziyordu. Türkiye’de tabii Ülkü Ocakları var ama şimdilik o tür faaliyetler yürütmüyor.) 

2019 yılı dünya politikasında var olan bu akıma yeni zaferler getirmiş bulunuyor. Fransa’da Marine Le Pen’in eski Ulusal Cephesi’nin yerini alan Ulusal Derlenme partisi, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Macron’un partisinin önüne geçerek birinci oldu. İtalya’da da Salvini Lega adlı partisi ile aynı seçimden birinci parti olarak çıkmayı başardı. Bunun ardında, Salvini’nin İçişleri Bakanı görevini üstlendiği koalisyon hükümetinde bütün demagojik ustalığını seferber ederek İtalya’nın yoksul ve kendi kaderine terk edilmiş emekçi kitlelerini, sorunlarının kaynağında göçmen işçilerin yattığına ikna edebilmiş olması yatıyordu. Almanya’da Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif) aynı seçimlerden üçüncü çıktı. Bu, 2018 sonbaharında safkan faşistlerin sokakları teröre boğarken bu partinin yerel örgütlerince himaye edildiği Chemnitz ve Köthen olaylarının hemen ardından geldiği için hem bir rezillikti, hem de ciddi bir uyarı. Bu olay, bütün dünyaya ön-faşizmin ne olduğunu anlatan bir ders niteliği taşıyordu: belirli bir ülkede ya da bir dizi ülkeyi bir araya getiren bir bölgede, çelişkilerin belirli bir gelişme aşamasında bu ön-faşist partilerin şimdiden hazırlamakta olduğu koza, hiç tartışmasızca gerçek bir faşist içeriğin taşıyıcısı haline gelebilir. İşte, ön-faşizm ile tam gelişkin faşizm arasında böyle bir diyalektik ilişki vardır.

Trump ve Boris Johnson gibi politikacıların siyasi yelpazede tuttuğu yer kuşkusuz daha tartışmalıdır. Bizim inancımız odur ki kişisel olarak Trump faşizmle belirli bir akrabalığın açık sinyallerini vermektedir. 2017 yazında Virginia eyaletinin Charlottesville kentinde beyaz üstünlükçülerin ve neo-Nazilerin düzenlediği gösteri sırasında bu grupların varlığını meşru gördüğünü ilan ederek bunu kanıtlamş bulunuyor. Boris Johnson için de aynı şey söylenebilir: Aralık ayında yapılan seçimlerden önceki kısa başbakanlık süresinde, Britanya toplumu için hayati kararların verileceği bir dönemde parlamentoyu beş hafta tatile zorlayarak parlamenter demokrasinin usullerine en ufak bir bağlılığı olmadığını göstermiş bulunuyor.  Parlamentoyu susturma girişiminin başarısızlığa uğramış olması, bunun ardından üst üste politik yenilgiler yaşaması, İngiliz toplumunun bu tür faşistçe uygulamalara henüz hazır olmadığını gösterir. “Henüz” sözcüğünün altını çiziyoruz zira kısa başbakanlık döneminden sonra seçimlerde elde ettiği çarpıcı zafer, İngiliz toplumunun ne yönde gelişmekte olduğunun bir işareti olmuştur.

Bir yanda Trump ve Boris Johnson, öte yanda ise Le Pen, Salvini, Nigel Farage gibi politikacıların arasında hiç tartışmasız ortak olan bir şey vardır: her iki taraf da, özellikle emperyalist ülkelerde uluslararası burjuvazinin saflarında, son otuz yılda başını alıp gitmiş olan küreselciliğe karşı gelişmekte olan bir eğilimi paylaşmaktadır. Trump’ın ticaret savaşları ile Boris Johnson’ın Brexit’inin ardında bütünsel bir mantık yatıyor: Her iki durumda da sözkonusu ülkelerin burjuvazisinin giderek büyüyen bir kesimi, 2008 sarsıntısı sonrasında çıkmaz bir yol olduğu görülen, kapitalizmin dünya çapında bir bütün olarak kurtarılması çabasını sürdürmek yerine daha milliyetçi bir yola giriyor. Hitler ve Mussolini’nin iktisat politikasının ardında da bu mantık yatmaktaydı, Le Pen ve Salvini gibilerine de yol gösteren bu tür bir politikadır. (AB ülkeleri söz konusu olduğunda bu politikanın tek tek ülkeler çapında mı, yoksa AB’nin bütünü ölçeğinde mi izleneceği şu sıralarda ön-faşist hareket içinde bir tartışma konusu.)  Uluslararası burjuvazinin bağrında kapitalizmin krizine karşı yükselmekte olan bu sözde çözümün farkına varılmazsa bugünün dünya politikasından pek bir şey anlaşılamaz. Trump’a karşı sürmekte olan azil süreci, her şeyden önce, ABD’nin küreselci ve milliyetçi kanatları arasındaki mücadelenin bir ifadesidir.  

Ön-faşizm, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde de uygun olabilecek bir kavramdır. İki ülkenin durumu bir açıdan bakıldığında tam karşıttır: Brezilya’da, bütün dünya solunun “faşist” diye etiketlediği başkan Jair Bolsonaro’nun faşizmin yükselişine zemin olabilecek herhangi bir ciddi siyasi örgütü yokken, Hindistan’da açıkça ırkçı bir Hinducu ideolojiye bağlı olan, çok uzun yıllardır iyi örgütlenmiş bir milis gücüne de sahip bulunan, yani Hindistan emperyalist bir ülke olmadığı halde faşist nitelemesine çok yakın duran bir parti (BJP), seçimlerde üst üste zafer kazanan ve uluslararası alanda saygıdeğer bir muhatap muamelesi gören bir politikacı tarafından görünmez kılınmaktadır. Ya da kılınmaktaydı. 2019’un son günlerinde kabul edilen vatandaşlık yasası ile yeni nüfus kütüğü uygulaması dolayısıyla 2019 muhtemelen Hindistan tarihine Modi’nin maskesini çıkarttığı ve Hinducu faşizmin gerçek yüzünü gösterdiği yıl olarak geçecektir.

Dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinde ya yükselme aşamasını yaşayan ya da yitirdikleri gücü ve mevzileri yeniden kazanmaya çalışan başka gericilikler de var. Faşizm ile karşılaştırıldıklarında bunlar ayrı ayrı ama ondan bambaşka bir malzemeden imal edilmiş olarak görünüyor. Bunların arasında, 21. yüzyılın başına bütünüyle damgasını vuran çok çeşitli türden İslamcı hareketleri ele almak gerekir. Gerilemekte olan bir başarı öyküsü Tayyip Erdoğan’ın AKP iktidarıdır. 2013’te Gezi halk isyanında yaşamış olduğu stratejik yenilgiyi bir ölçüde atlatmıştır elbette, ama o günden bu yana sayısız müttefikini yitirmiş, her defasında başka başka müttefiklere sarılmak zorunda kalmış. en sonunda da MHP faşizminin, ordunun üst kademelerinin, derin devletin (Türkiye’nin dünya literatürüne kazandırmaktan gurur duyabileceği bir terim!) eski yöneticilerinin ve mafya reislerinin desteğine bağlı hale gelmiştir. Seçim desteğinin en az beşte birini yitirdiği için artık kendi başına yönetememektedir.

Ama Rabiacılık ideolojisine hâlâ sarılmakta, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Sünni İslam âleminin reisi olmaya heveslenmekte, hatta kara Afrika’nın ve Afrika Boynuzu’nun bazı bölümlerini de kontrol altına almaya çalışmaktadır. Bir türlü bitmeyen bu hegemonya düşkünlüğünün açık bir işareti bu sonbaharda Türkiye’nin Fırat’ın batısında kontrol ettiği Suriye topraklarına ilaveten Fırat’ın doğusunda da bir bölgeyi kontrol altına alma girişimiydi. Görünürde gerekçe Kürt hareketini sınırdan uzaklaştırmak ve bölgeye Türkiye’deki göçmen Suriyeli nüfusun bir bölümünü yerleştirmekti. Ama bilinçaltına verilen mesaj bu toprakların Türkiye’nin sınırlarının genişlemesine veya hiç olmazsa gelecekte müzakere masasında koz olarak kullanlmasına yönelikti. Suriye’den sonra şimdi de gözler Libya’ya dikilmiş bulunuyor. Yapılan, bu bölünmüş ülkede var olan hükümetlerden birini desteklemek, onunla Münhasır Ekonomik Bölge için anlaşma imzalamak ve ülkede devam etmekte olan iç savaşta ona destek olmayı vaad etmek. Ama esas amaç yine Rabiacılık, İhvan’ı destekleyerek Sünni âlemde köşe taşları elde etmek.

Şimdi başka türden bir İslamcı akımlar silsilesine geçiyoruz: El Kaide ve DAİŞ. Her iki örgüt de yenilgiler yaşadıkları ve karizmatik liderlerini (sırasıyla Usame bin Ladin ve Bekir el Bağdadi) Amerikan özel servislerinin suikastlerinde yitirdikleri halde tekrar toparlanmaya çalışıyorlar. Bu ve benzeri örgütlere, birçoklarının yaptığı gibi “İslami faşizm” damgası vurmanın bir anlamı yok. Faşizm ile bunlar arasında, sınırsız bir şiddete başvurma eğilimi dışında hemen hemen ortak hiçbir şey yok çünkü.

Bu örgütlerin yükselişi bir dizi faktörün iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bunlara burada girmemize gerek yok. Yine de belirleyici faktörün Müslümanların hem en başta Filistin’de olmak üzere kendi ülkelerinde, hem de Avrupa’nın büyük kentlerinin varoşlarında yaşadıkları aşağılanma olduğunu unutmamalıyız. Bunun anlamı, bir yanda Avrupa merkezli ırkçılığın ve emperyalizmin, öte yanda ise İslami terör örgütlerinin aslında birbirlerinin varlığını karşılıklı olarak beslediğidir. Böylece Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesi ile Avrupa, hem ırkçılığı hem de terörist saldırıları canlı tutan tek bir metabolizma karakteri taşıyor. Bu İslami hareketlerin Afrika’nın farklı bölgelerinde (Afrika Boynuzu, Sahel ülkeleri, Nijerya) de var olabilmeleri ve ancak emperyalist lejyonerlerin (Sahel bölgesinde Barkhane Operasyonu) desteği ile kontrol altında tutulabilmeleri (ama bir türlü tam yenilgiye uğratılamamaları) çelişkinin nasıl kendi kendini yeniden ürettiğini gösteren bir başka örnektir. Avrupa ve ABD emperyalizmlerinin Müslüman halklara hem kendi ülkelerinde hem de yabancı ülkelere göç ettiklerinde ettiklerini görmezden gelen ve El Kaide ve DAİŞ türü örgütlerin mücadelesinin tarihsel bir anormallik olduğunu sanan, sorunun ne olduğunu hiç anlamıyordur, dolayısıyla sorunu çözmesi de beklenemez. Bunlar akıllı yöntemlerle mücadele edilmesi gereken barbar örgütlerdir; yani önce ne olduklarının anlaşılması gerekir. Aynen, başka bir bağlamda, faşizmin de yenilgiye uğratılabilmesi için ne olduğunun anlaşılması gerektiği gibi. Her ikisi de barbarlık ifadesidir. Ama ikisinin de ezbere saplanmadan ayrı ayrı anlaşılması gerekir.

Dünya devriminin üçüncü dalgasının geri dönüşü

Şu ana kadar hep şom ağızlı biri gibi konuştuk. Bunu da bilinçli olarak yaptık zira kapitalizmin insanlığın geleceği için yarattığı acil ve çok yönlü tehdidi görmezden gelmek çılgınlık olur. Aslında sözü uzatarak iklim değişikliğinin ve çevrenin başka yollardan tahrip edilmesini de (mesela Brezilya’dan Endonezya’ya kadar salt büyük şirketlerin çıkarları için yağmur ormanlarının kundaklanması vb.) uzun uzun anlatabilirdik. Ama bütün bu olumsuz gelişmeleri sıraladıktan sonra insanlığın derdine deva olacak şeyin de ufukta görünmüş olduğunu vurgulayalım. Bu, bir süredir “dünya devriminin üçüncü dalgası” olarak anmakta olduğumuz büyük halk hareketleridir.

Modern kapitalist çağda dünya devriminin birinci ve ikinci dalgaları, sırasıyla, Büyük Ekim Devrimi’nden ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşandı. Bu devrimci dalgaların neden dünya devriminin örnekleri olduğunu okuyucuya anlatmaya çok da gerek yok zira her ikisinin de çok yaygın bir uluslarararası alanda devrimlerle ortaya çıktığı biliniyor. Her ne kadar o devrimlerin her biri başarıya ulaşamamış olsa bile.

Üçüncü Büyük Depresyon, 21. yüzyılın ilk devrimlerini Arap âleminde tetikledi. Tunus ve Mısır öncü rolünü oynadılar ama devrim bütün Arap ülkelerinde şu ya da bu ölçüde etkisini gösterdi. (Tek istisna, aşiretler ve bölgeler arasında bir savaşın sonunda çok gerici bir gelişmeye zemin olduğu Libya oldu.)

2011-2013 Arap devrimi dünyanın geri kalanına bir esin kaynağı olacaktı. Akdeniz havzası bu dönem boyunca sayısız halk isyanıyla sarsıldı. Kitlelerin seferberliği okyanuslar aşıp ABD’de (“Wall Street İşgali”) ve Brezilya’da bile büyük dalgalanmalar yarattı. Böylece, bizim kanaatimize göre, yeni bir devrimci kalkışma dalgası başlamış oluyordu: Bunun içinde muzaffer veya yenilen veya akamete uğrayan devrimler olduğu gibi, siyasi iktidarı hedeflemeyen halk isyanları da vardı. İşte bu dalgaya 2012-2013 dönümünde kapitalist çağda “dünya devriminin üçüncü dalgası” adını verdik.

Bu dönemde devrimci dalganın ekseninde yer alan Mısır devriminin 2013’te yaşadığı yenilgi, aynı zaman dilimine rastlayan başka faktörlerin de etkisiyle, kitlelerin devrimci faaliyetini, yalnızca Arap dünyasında değil dünyanın her köşesinde bir durgunluk dönemine sürükledi. Biz bunun geçici olduğuna belirttik, sokaklarda meydanlarda yenilen ve evlerine dönmek zorunda kalan kitlelerin, şimdi parlamenter kanalları zorlamakta olduğu gerçeğine işaret ettik. Örnek olarak da ABD’de Bernie Sanders’ı, Britanya’da Jeremy Corbyn’i, Yunanistan’da Syriza’yı, İspanya’da Podemos’u veya daha geç bir aşamada Meksika’da Andrés Manuel López Obrador’u gösterdik. Bir an bile bu deneyimlerin kitlelere anlamlı bir şey verebileceğini ummadan bunları yine de kitlelerin mücadeleye yatkın ruh durumunun göstergeleri olarak önemsedik.

2018 sonunda iki kısımdan oluşan bir yazı yayınlayarak o yılın rüzgârın döndüğü yıl olduğuna işaret ettik. Bunun temeli olarak da o yıl 12 ay içinde 12 ülkede halk isyanları yaşandığını, bunların en önde geleninin de Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi olduğunu hatırlattık (bkz. https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/sari-yelekliler-la-republique-en-marche-arriere ve https://www.gercekgazetesi.net/gundemdekiler/sari-yeleksizler-12-ayda-12-halk-isyani). “Rüzgârın dönüşü” şimdi, 2019’da, görülmemiş güçte ve çeşitlilikte bir kıyam, halk isyanı ve devrimler dizisine dönüşmüş bulunuyor.

Önde giden yine Arap âlemi: Sudan, Cezayir, Irak ve Lübnan 2019 içinde birer devrime sahne oldu. Ama Latin Amerika da, her zaman olduğu gibi, devrim söz konusu olduğunda geride kalmayı kendine yediremedi: Haiti, Porto Riko, Ekvador, Şili ve Kolombiya, her biri değişik karakterde sarsıntılardan geçtiler, Haiti ve Şili hâlâ durulmuş değil. Bolivya emekçi ve ezilen halkları ise Evo Morales’i deviren darbeye devrimci bir enerji patlamasıyla cevap verdiler. Onların merkezi slogan “ahora sí, guerra civil”, yani “işte şimdi, iç savaşa varız!” oldu: ikiyüzlü biçimde ahlak dersi veren darbe destekçilerinin suratına eldiveni fırlatıyorlardı böylece!

Ortadoğu’nun bir başka ülkesi, Arap ülkesi olmayan İran da 2017’nin son günlerinden ve 2018’in başından beri kıpır kıpır. Bu iki yıl içinde İran’ın kitleleri birkaç kez ülkenin sokaklarını fethetmeye çabaladı ama ağır baskı altında geri adım atmak zorunda kaldı. Bunların dışında grevler, kadın hareketinin protestoları, bir öğretmen hareketi vb. ülkeyi sarsıp durdu. Halkın sokakları ele geçirme yolundaki son girişimi devrimlerde bile az görülen bir şiddette idi (bu konudaki yazımız için bkz. https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/yakin-tum-bankalari-iranli-kardesler-ta-ki). Bu hareket bir haftadan kısa sürdü ama yine mollalar rejiminin demir yumruğuyla ezildi. Ardında yüzlerce ölü bıraktı. Bazı tahminler sayıyı 1.500’e kadar yükseltiyor. Göstericiler onlarca, hatta belki de yüzlerce banka şubesini yaktılar, Merkez Bankası’nın Genel Müdürlüğü’ne de saldırdılar. Bununla da yetinmeyerek ülkenin dini yönetiminin simgelerine da hücum ettiler.

Avrupa kıtasında parlayan yıldız yine Fransa idi. Macron’un emeklilik haklarına taarruzuna çeşitli sektörlere (metro taşıtımı, tren seferleri, okullar, hastahaneler, Paris Operası bile!) karşı sürekli olarak uzatılan bir grev 5 Aralık’tan bu yana ülkeyi felç etmiş durumda. Üç büyük eylem gününde ülke çapında bir milyon ila bir milyon sekiz yüz bin arasında değişen sayıda insan sokağa çıktı. Şimdilerde Noel ve yılbaşı tatiline rağmen petrol rafinerilerinde eylem yükseltiliyor. 2019’da Afrika’da Zimbabve’den Asya’da Endonezya’ya kadar başka ülkelerde de büyük seferberlikler yaşandı.

Bu devrim ve halk isyanlarında bazı ortak özellikler gözlenebiliyor. İlkin, hepsi değilse bile çoğu ekonomik faktörler tarafından tetikleniyor, yani bir sınıf tabanı söz konusu. Petrol türevlerine verilen sübvansiyonun kaldırılması, ekmek veya ulaşım fiyatlarının yükseltilmesi, kazanılmış ekonomik haklara bir saldırı, yüksek işsizlik, elektrik ya da su gibi çok asli sosyal hizmetlerde görülen aksamalar, bu tür birçok şey kitlelerin ayağa kalkmasına yeten, bazen doğrudan doğruya devrimle sonuçlanan bahaneler halini alabiliyor.

İkincisi, çoğu durumda bu hareketler iktidar yapısını değiştirmeden, yeni bir rejimin şekillenmesini sağlamadan, daha önce iktidarda bulunanlardan hesap sormadan durulmuyor. Hükümetler ister ekonomi alanında, ister politika ya da hukuk alanlarında ne kadar çok taviz verirse versin “hepsi git”medikçe, Lübnan devriminin ifade ettiği biçimiyle “killon yani killon”, Türkçe söylersek “hepsi diyorsak hepsi demektir” gerçek hedefine ulaşmadıkça kitleler yerlerinden kıpırdamaya hazır değiller. Birçok baş düştü, başbakanlar ve hükümetler devrildi, ama kitlelerin susuzluğu bir türlü dinmiyor.

Üçüncüsü, bu kıyamların açık seçik bir sınıf (ekonomik) temeli olsa da, nüfusun daha varlıklı bazı katmanları da sokağa çıkıyor. Bunların da kendilerine göre ekonomik sorunları var (üniversite mezunları arasında yüksek işsizlik oranı, düşük ücret, yolsuzluk ve adam kayırma, sosyal hizmetlerin sefaleti vb.) ama aynı zamanda kültürel saikler ve sınıf dışı ezme-ezilme biçimleri de etkili oluyor. Bu, zaman zaman, modern küçük burjuvazinin bu katmanları (özellikle serbest mesleklerden insanlar) ve modern yarı-proletaryanın (şirket orta kademelerinin kadroları, orta ve üst düzey kamu görevlileri, kültür endüstrilerinin çalışanlarının  üst tabakaları vb.) bazı katmanları ile proleter ve pleb sınıf ve katmanlar arasında bazen gerilimler, bazen de stratejik ve taktik farklılaşmalar yaratabiliyor.

Dördüncüsü, her ne kadar baskı güçlerine kahramanca karşı koyuyor olsalar da kitlelerde siyasi bilinç son derecede düşük. Bu, 20. yüzyılın sonlarına doğru sosyalist inşa deneyimlerinin karşılaştığı çöküşün sonucunda sosyalist fikirlerin yaşadığı yenilginin bir ürünü.

Ama bu devrimleri ve halk isyanlarını kısıtlayan ve yanlış yönlere sevk eden esas çelişki şu: devrimci kitleler siyasi iktidarı ele geçirmek için ayağa kalkıyorlar, ama onları iktidara taşıyacak esas araçlar, yani iktidarı ele geçirmek amacıyla hazırlık yapmış ve örgütlenmiş devrimci partiler yok. Belirleyici olan faktör budur zira bu tür partilerin yokluğunda yukarıdan beri sözü edilen ve devrimleri ve halk isyanlarını kısıtlayan, durduran, yenilgi tehlikesiyle karşı karşıya bırakan bütün sorunlar (ve yer yokluğu dolayısıyla ele alamadığımız başkaları) yerli yerinde, çözülemez olarak kalıyor. Öyleyse, kavranması gereken kilit halka devrimci partilerin yokluğu olmalıdır. En yakın, en dolaysız görev, bu tür partiler yaratmaktır—ki bugün birçok halk kıyamının başına geldiği gibi, geleceğin devrimci atılımları da öyle orta yerde asılı kalmasın, zafere ulaşabilsin.

Sonuç

Yukarıdan beri anlatılanlardan berrak biçimde ortaya çıkıyor ki insanlık bir yol ağzında: Bir tarafta, kapitalizmin karşı karşıya olduğu güçlükleri en gerici biçimde çözmeye hazırlanan baskıcı ve sömürücü güçlerin ürünü olacak bir gelecek bekliyor insanlığı; öte tarafta, her tür sömürü ve şiddetin son bulacağı ve insanlığın sınır tanımayan bir dünyada sınıfsız bir toplumda yaşabileceği bir başka gelecek olanağı var.

Bir bakıma, içinde yaşamakta olduğumuz dönem dünya devriminin ilk iki dalgasına göre çok daha büyük güçlüklerle dolu. İlk iki dalga da şimdikinin olduğu gibi kaptalizmin büyük krizleriyle boğuşuyordu. Ama bugünkü çok daha büyük güçlüklerle karşı karşıya çünkü ilk iki deneyimden farklı olarak bu sefer halk kitlelerinin bağrında kökleşmiş, onları devrimci bir zafere taşıyabilecek partiler yok. Bu boşluğu doldurmak günümüzün yakıcı görevi. Yalnızca her bir ülkede devrimci partiler değil, aynı zamanda devrimci bir Enternasyonal inşa etmek gerekiyor üstelik.

Bir başka açıdan bakıldığında ise çok daha şanslıyız. 20. yüzyılda her iki devrim dalgası da dünya savaşlarının sonunda patlak verdi. 1914-1918 arasında 10 ila 20 milyon kayıp, İkinci Dünya Savaşı’nda ise 60 milyonun ötesinde bir kayıp verildikten sonra. Bu sefer, devrimler erken geldi. Ne faşizm kendine güçlü bir üs bulabilmiş durumda henüz, ne de bir üçüncü dünya savaşı patlak vermiş durumda. Kitlelerin krize karşı erkenden verdiği bu yanıttan sonuna kadar yararlanalım, onları örgütleyelim, işçi sınıfı öncüsünün devrimci partisini kuralım, bu denli gerici olaylara yol açan bu alçak düzeni hep birlikte devirelim.