Emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadele etmeyelim mi? Ergin Yıldızoğlu ve Orhan Koçak’a cevap
Lenin'in enternasyonalizminin kimsenin övgüsüne ihtiyacı yok. Ama Lenin kendisi aynı zamanda köklü biçimde ulusaldır. Kökleri derinlemesine modern Rus tarihine bağlıdır, o tarihi kendi içine çeker, ona en yüksek ifadesini kazandırır ve tam da bu biçimde uluslararası eylemin ve dünya çapında etkinin en yüksek düzeylerine ulaşır.
Lenin'in "ulusal" bir şahsiyet olarak nitelenmesi ilk bakışta yadırganabilir, ama özünde bu tespit son derecede doğaldır. Rusya'nın bugün yaşamakta olduğu, halkların tarihinde eşi benzeri olmayan böyle bir devrime önderlik edebilmek için, çok açıktır ki, insanın halkın en derin köklerinden kaynaklanan temel güçleriyle çözülemez, organik bir bağı olması gerekir.
Lenin Rus proletaryasının cisimleşmiş halidir: Bu proletarya genç bir sınıftır, tarihi Lenin'in kendisinin yaşından pek az eskiye gider; ama köklü biçimde ulusal bir sınıftır, çünkü Rusya'nın bütün geçmiş gelişmesi onda özetini bulur, Rusya'nın bütün geleceği onda yatar, Rus ulusu onunla yükselecek ya da çökecektir. Sıradan ve basmakalıp olandan arınmışlık, sahtekârlıktan ve teamülden arınmışlık, düşüncede kararlılık, eylemde cüret (asla gözükaralığa dönüşmeyen bir cüret), işte Rus işçi sınıfının ve onunla birlikte Lenin'in özellikleri.
Yukarıdaki satırlar elbette bizim değil, bir alıntı bu. Ama yazarının kim olduğunu bu aşamada açıklamayacağız. Merak edenler, bir süre daha merak etsinler.
Şimdi konumuza girelim. Bir süredir Türkiye solunun, içinde mücadele ettiği toplumdan, öncülük etmek istediği emekçi sınıflardan, ülkenin kültüründen, tarihinden, siyasi geleneklerinden epeyce uzak düşmeye başladığını anlatmaya çalışıyoruz. Kendimiz de, partimizle birlikte, toplumdan uzak düşmemek için özel bir çaba harcıyor, bu toprakların tarihini daha derinden kavramaya, kültürünü daha yakından tanımaya, halkın bilincinde yaşayan kalıpları daha çok kullanmaya özen gösteriyoruz.
24 Haziran seçimleri sonrasında Türkiye’nin siyasi durumunu, siyasi güçlerin karşılıklı konumlanışını, sınıflar mücadelesinin içinde bulunduğu evreyi değerlendirmek ve sosyalistlerin görevlerine ilişkin fikirlerimizi belirtmek amacıyla BirGün gazetesinin Pazar ilavesi için bir yazı hazırladık. Sosyalistlerin görevleri arasında şu noktaya da değindik:
“Türkiye’nin emekçi halkıyla bütünleşmek emperyalizme karşı sağlam bir tutuma sahip olmayı gerektirir. 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye solu, halkla bugün hayal edilemeyecek ölçüde bütünleştiyse bunun ardında, başka şeylerin yanı sıra, solun bu toprakların insanlarının duyarlılıklarından kopmaması yatıyordu. Bugün ise sol halktan bambaşka bir dünyada yaşıyor. Burada en önemli bağ, anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm’dir. Türkiye solu, işçi sınıfını ve emekçi halkı, maddi çıkarları için en tutarlı mücadeleyi vererek, ama aynı zamanda AKP’nin ‘üst akıl’la, ‘faiz lobi’siyle, genel olarak emperyalizmle tam bir işbirliği içinde olduğunu anlatarak kazanacaktır.”
Bu yaklaşımımız epey bir tepki doğurdu. Kürt sosyalistlerinden dostlar aracılığıyla sitem geldi. Onların “halktan bambaşka bir dünyada yaşıyor” olduklarını söylemek gerçekten zor. Ama yukarıdaki pasajda Kürt hareketinden söz edilmiyor. Edilse açıkça söylenir, çünkü onların tarihsel oluşumu da, halkla ilişkileri de farklı. (Buna karşılık anti-emperyalizm konusunda dehşet verici bir güzergâha girmiş oldukları eklenmeli.) Burada Kürt solu dışındaki Türkiye solundan söz ediliyor, sosyalist hareketten söz ediliyor.
Sosyalist aydınlardan da tepki geldi. Bu tepkide iki eski Troçkist’in öne çıkması ilginçtir, ama hiç de rastlantı değildir. Buna sonda döneceğiz. Ergin Yıldızoğlu, adımızı vermeksizin, bizi eleştiriyor. (http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1037328/Potansiyel-kinetik.html) Ad vermeden eleştiri, her zaman işaret ettiğimiz gibi, doğru değildir. Eleştirilenin cevap vermesini zorlaştırır. Ama Ergin Yıldızoğlu, sağ olsun “dostumuz” diye anarken bizden bir de alıntı yapmış olduğu için, isim vermemekle bizi sakındığını anlıyoruz. Yine de tavsiyemiz isim verilmesidir. Kimse, hakarete dönüşmedikçe, eleştiriden ürkmemelidir. Yazısının içeriğine gelince, Yıldızoğlu, bizim aksimize, 1960’lı ve 70’li yılların solunun halkın değerlerine hiç özen göstermeden bildiğini savunduğunu, bizim bugün önerdiğimiz hattın halkın gerici çizgisine teslim olmak anlamına geleceğini belirtiyor. Bunun özel bir örneği olarak da Siyonizm’le mücadele çağrımızın anti-semitizme tavizle sonuçlanması tehlikesinden söz ediyor.
Orhan Koçak, daldan dala atlayan, kısa hikâye, deneme, makale ve uyurgezerlik türleri arasında gidip gelen, ancak arif olanın künhüne varabileceği, belki de sitesinde yazdığı Birikim dergisi adını taşıyan anti-komünizm fabrikasının aydınlarından başka kimsenin anlayamayacağı bir yazıda (http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9038/enternasyonalizm-ve-kozmopolitizm-v-osetlere-ve-faroe-adasi-na-dair#.W4KD7FQzbIV) adımızı anıyor, BirGün yazımıza atıf yapıyor. Ne var ki, yazı “Enternasyonalizm ve Kozmopolitizm” teması üzerine bir dizinin beşincisi imiş. Dolayısıyla, bizimle tartışmak için yazılmış bir yazı olmadığı kesin. Ama geçerken de olsa münasebetsiz bir bağlamda vurmaya kalkıştığı için hayli saldırgan sayılır.
Anti-emperyalizm Orhan Koçak’ı neden rahatsız ediyor?
Orhan Koçak’la başlayalım. Enternasyonalizm ile kozmopolitizm arasındaki ilişkiyi dizisinin başından itibaren nasıl koydu bilmiyoruz. Belli, yazar kolay anlaşılmasın diye yazmış. Fransız yeni romanı tadında. Ama Koçak’ın çabasının kozmopolitizme solda bir ölçüde itibar kazandırmak olduğu anlaşılıyor. Bunun devrimde, hatta dünya devriminde “ulus”un oynadığı rolle ilişkisi ve karşıtlığına bu yazının sonunda geleceğiz. Ama Orhan Koçak’ın yazısına sinen anti-emperyalizm karşıtlığı insanın kanını donduruyor. Biz “Türkiye solu anti-emperyalizmi unuttu” deyip duruyoruz. Yanılmışız. Unutmamış. Şayet Orhan Koçak’ın ruh durumu bir gösterge ise, anti-emperyalizmi aktif olarak yok etmeye soyunmuş!
Şimdi bize değindiği noktaya gelelim. Kozmopolitizm ve Türkiye solunun günlük enternasyonalizm deneyimi gibi konulardan söz edilirken birdenbire hayali bir toplantı yaratılıyor. “Mesela Yunanistan Komünist Partisi (millici-Stalinist) ile Türkiyeli Hazirancıların veya TKP’lilerin ‘Kıbrıs ve 12 Adalar’ konulu bir toplantıda buluştuğunu düşünelim – nasıl davranacaklardı bu insanlar birbirine?” Bu neyin “mesela”sıdır belli değil, çünkü hem “gündelik enternasyonalizm deneyimi”nden çok daha kapsamlı ve derin politik sorunlar ortaya çıkar böyle bir toplantıda, hem de Yunan solunun günlük enternasyonalizm deneyimi hakkında o ana kadar kelime söylenmemiştir. Örnekte imalat hatası var. Orhan Koçak gibi kıvrak bir yazar bu hatayı neden yapar? Çünkü bundan sonra şu cümle gelecektir: “Önce ‘bu toprakların insanlarının duyarlıklarından kopmamayı’ mı gözeteceklerdi, kendi ulusal aidiyetlerini mi düşüneceklerdi?” Dört –beş kelimelik alıntı bizdendir. “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı denmesin” diye de böyle bir hayali toplantı düzenlemiştir!
Bizi Stalinist KKE (Yunanistan Komünist Partisi) ile ne demeye karşılaştırıyorsunuz? Böyle bir toplantıda uzlaşmasız Stalinist bir parti için ne yapardı sorusu sorulmadan önce “onun Kıbrıs ve 12 ada politikası nedir?” diye sormak gerekmez mi? Sonra aynı soruyu Sungur Savran’a sormak gerekmez mi?
Bizim Kıbrıs politikamız ne Yunanistan ne de Türkiye hâkim sınıflarının benimsemeyeceği bir enternasyonalist politikadır. Yunan kardeş partimiz EEK ile de hayali değil çok gerçek toplantılarda sık sık bir araya geliyor, hiçbir “duyarlılık” kargaşası yaşamadan, aramızda hiçbir tartışma yaşanmadan (oysa bazen yaşanabilir de, ille milliyetçiliğe tavizden olmaz bu) bağımsız ve birleşik bir Kıbrıs için mücadelemizi açıklıyoruz. İlk koşulumuz da Ağratur ve Dikelya’daki Britanya üslerinin kapatılması. Yani, aman ne sürpriz, anti-emperyalist bir talep! Bu talep olmadan Kıbrıs vesilesiyle Yunanistan ve/veya Türkiye’ye çatan solcular Avrupa Birliği emperyalizminin tatlı sularında sosyalizm oyunu oynuyorlar demektir. Orhan Koçak öyle bir hayali örnek kurmuştur ki, anti-emperyalizm meselesinde kendi sırtını kendi yere getirmiştir.
“Bu toprakların insanların duyarlılıkları”na gelince, biraz akıllı biri, ki bizim geçmişte tanıdığımız Orhan Koçak çok akıllıydı, burada halkın benimsediği politikalardan değil, “duyarlılıkları”ndan kopulmamasının önerildiğini görür, yeni yetme bir yazarın bile yapmayacağı kadar büyük bir hata yapmazdı. İş politik arenaya geçtiğinde onların geri eğilimlerine tâbi kalalım diyen olmadı ki. Ama burada bile anlatacağımız, “Türkiye’nin ulusal çıkarları” diye sunulan şeyin burjuvazinin çıkarları olduğu, Türkiye’nin emekçi halkının çıkarlarının ise Yunanistan ile kardeşçe emperyalizme karşı birleşmek olduğu olurdu. Çok zor değil, Orhan Koçak’ın zekâsının bunu kavraması zor değil. Herhalde böyle anlatmak, halka “sosyalistlerin görevleri, ilkeleri…” diye başlayan bir diskur çekmekten daha doğrudur. Tabii emekçi halkı kazanma diye bir derdiniz varsa.
Bizim BirGün’deki yazımız Temmuz sonunda yayınlandı. Yukarıda alıntıladığımız pasajın son cümlesini yeniden okuyalım: “Türkiye solu, işçi sınıfını ve emekçi halkı, maddi çıkarları için en tutarlı mücadeleyi vererek, ama aynı zamanda AKP’nin ‘üst akıl’la, ‘faiz lobi’siyle, genel olarak emperyalizmle tam bir işbirliği içinde olduğunu anlatarak kazanacaktır.” Ağustos ayı neredeyse bütünüyle papaz Brunson kriziyle geçti. Ne oldu o krizde? Erdoğan ve AKP kendilerini halka “anti-emperyalist” gibi sunarak önemli bir prestij elde etmeye çalıştı, üstüne üstlük ekonomik krizin suçunu kendilerini sorumluluktan sıyırıp Trump’ın üzerine attı. Bu durumda sosyalistler ne yapmalıydı? Okuduğunu anlayan bizim önerimizin ne olduğunu anlar. Biz de Devrimci İşçi Partisi olarak bunu yaptık. Yazımızda ifade ettiğimiz o fikir de daha mürekkebi kurumadan doğrulandı. Aman Orhan Koçak bu fikirleriyle iyi ki sosyalist politikanın içinde değil. Zaten bu fikirlerle politikaya girse, bir Monşerler Partisi kurması daha doğru olur. Türkiye’nin, pardon dünyanın bütün kozmopolitleri birleşin!
Halk Ergin Yıldızoğlu’nu neden rahatsız ediyor?
Orhan Koçak gibi Yıldızoğlu da bizim o yazıda değil ama başka yerlerde ve parti literatürümüzde “yerlileşme” olarak adlandırdığımız ve bu yazının girişinde anlattığımız duyarlılığımızdan rahatsız olmuş. Halkın evreniyle kurulacak ilişkinin bizi nedense derhal onun şimdilik etkisi altında olduğu gerici ideolojilere teslimiyete götüreceğini kaçınılmaz bir yasa gibi görüyor.
Yıldızoğlu, önce bize bir ders veriyor. Halk “bir sınıflar kompleksi” imiş, çok sayıda sınıftan oluşurmuş. Hiç yorulmaksızın işçi sınıfının önemini vurgulayan, gazetesinin ilk üç-dört sayfasını metal işçilerinin ve başka sektörlerin işçilerinin fabrika ve işyerlerinden yazdıkları mektuplara ayıran, pratik olarak fabrikalarda gittikçe daha yaygın biçimde örgütlenen bir partinin mensubuna, “halk” dersen bu sınıf olmaz demek ne işe yarar bilmem. Gazetecilerden, üniversite öğretim üyelerinden, aydınlardan, plaza çalışanlarından, doktor, avukat, mimar gibi mesleklerden modern (ve göreli olarak zengin) küçük burjuvaziden farklı olarak bir “halk” kategorisi olduğunu, bunların çoğunun emekçi olduğunu, geleneksel küçük burjuvazinin önemli katmanlarının (mesela köylülüğün bir bölümünün veya esnaf ve sanatkârın çeşitli unsurlarının) yoksul sayılacak bir düzeyde yaşadığını düşünürse, Yıldızoğlu “halk” kategorisinden ne kast ettiğimizi anlar. Bu, Marksizmin literatüründe de sıkça kullanılan bir kavram olagelmiştir. Lenin devrimleri “halkın şenliği” gibi çok güzel bir benzetmeyle anmıştır. “Sayın Vladimir İlyiç, halk bir sınıflar kompleksidir” diye kimsenin itiraz edip etmediğini bilmiyorum. Troskiy “halk devrimi” kategorisini, halkın tarih sahnesine çıktığı büyük dönüşümleri, darbelerden, komplocu iktidar devirmelerden vb. yöntemlerden ayırmak için kullanmıştır.
Bir de şu 1960’lı ve 70’li yılların solu meselesini aradan çıkartalım. Yıldızoğlu, kendi devrimci deneyimine atıfla konuştuğundan sadece 70’li yılları ele almış. 70’li yıllar solun hızla kitleselleştiği bir dönemdi. Bugün solun halktan epeyce kopuk olduğunu hatırlarsak, esas örnek alınması gereken 1960’lı yıllardır. Ama fark görelidir. Yıldızoğlu, çeşitli siyasi geleneklerin köylülerin arasına giderken köylü kasketi taktığını duymuş mudur hiç? 1960’lı ve 70’li yılların solcularının hep birlikte söylediği türkülerin halk türküleri olduğunu bilir mi? Sosyalistlerin “35 milyon metre kare vatan toprağı işgal altında” diye konuştuğundan haberi var mıdır? Bunları biliyorsa, o kadar kolayca “sol bildiğini okurdu” anlamına gelecek şeyler söylememelidir.
Bugün solda Batılı gibi yaşamanın ve düşünmenin iyi bir şey olduğu fikrinin bir önyargı haline geldiği tartışmasızdır. Solcularımız aynen kendilerinden önce Kemalistlerin yaptığı gibi, Batı uygarlığını erişilmesi gereken hedef olarak düşünmektedirler. Emperyalist Obama’nın ondan da emperyalist başkan yardımcısı “Joe” (sanki kişisel dostumuzmuş gibi böyle yazıyorlar!) Biden geldiğinde onunla görüşebilmek için kuyruğa girerseniz, o zihniyetle halkınızla aynı şeyleri hissetmeniz zordur. Ergin Yıldızoğlu, bugün Avrupa Birliği’nin hâli pür melâli karşısında ne düşünüyor bilemem, ama 1990’lı yıllarda ona karşı, her zaman açıkça yazmasa da, pek hayırhah tutumu olduğunu biliyoruz. Böyle önceliklerle emekçi halkla olan bağlarınızı yitireceğiniz açık değil mi?
Esasa gelelim: Halkla iletişim kurabilmek için onun kültürel evreninden, tarihsel birikiminden, yaşam kalıplarından uzak durmamak neden halkın şimdilik etkisinde olduğu gerici ideolojilere teslim olma sonucunu doğursun? İletişim başladıktan sonra ne diyeceğimizi ne biliyorsunuz? Mesela işçiyle konuşurken söze “Fransız devriminde baldırı çıplakların rolü” üzerine söylev çekmek yerine Babai isyanından, Şeyh Bedreddin’den, Pir Sultan Abdal’dan bahisle girsek acaba dikkatini daha çok çeker miyiz, çekmez miyiz? Mesela Ekim devriminin insanlık tarihinde ne kadar önemli olduğunu işçiye anlatırken sadece Rusya’dan söz etmekle yetinmeyip Müslüman ve Türki halkların da devrime katıldığını, bir yüzyıla yakın komünizm taraftarı olduklarını anlatsak, işçi “komünizm Müslümanların düşmanıdır” diye sabah akşam kendisine propaganda yapan gericilerin etkisinden acaba daha çabuk kurtulmaz mı? Mesela birileri Osmanlıcılık yaptığında, bunun gericilik olduğunu soyut bir dille anlatmak yerine Osmanlı’da reayanın, kent emekçilerinin, kölelerin nasıl ağır şekilde sömürüldüğünü somut örnekleriyle bilsek ve işçilere anlatsak, başka halklara uygulanan mezalimden söz etsek onların kafasına kuşku tohumları ekmiş olur muyuz, olmaz mıyız?
Türkiye solu, Kemalistlerin tek parti iktidarıyla ulaşmaya çalıştığı Batı’yla bütünleşme hedefini şimdi liberalizmle gerçekleştirmeye çalışır haldeki sol liberallerin etkisinde halktan kopmuştur. Kemalistler kendi memleketlerinde sömürgeci gibiydi. Solun önemli kesimleri henüz o hale gelmemiştir ama o yoldadır.
Bu toprakların kültüründen kopukluğa birkaç örnek vereyim. Bir ara, 2013 dolaylarında o zaman “cemaat” diye bilinen Fethullah Gülen topluluğu ile AKP arasına kara kedi girdiğinde ortaya bir “Hudeybiye barışı” lafı çıktı. Solda tanıdığım herkese sordum. Kimsenin en ufak bir fikri yoktu. Aynı insanlara “Pirüs zaferi” kavramını sordum. Ezici çoğunluk ne anlama geldiğini biliyordu. Neden? İnsanlar eski Osmanlı toprağı Filistin’deki yerlerin isimlerini Bethlehem, Galile, Jericho falan diye söylüyorlar. Oysa bunların Türkçesi var! Beytüllahim, Celile, Eriha. Yakında Kudüs yerine Jerusalem denmeye başlanırsa şaşırmam! Kaç genç solcu “siyer” nedir, bilir? Genç işçi kendi deneyiminden hareketle bu konuya girse ne yapacak solcumuz? Bunları bilmek İslamcılığa ve milliyetçiliğe teslimiyet mi oluyor otomatikman? Bize kalırsa bunları bilmemek emperyalist kültürün hâkimiyetine teslimiyet ve solun halktan kopması oluyor.
(Orhan Koçak’a Türk milliyetçiliği ya da İslamcılık gibi, kısacası anti-kozmopolit bir tutum gibi görünebilecek olan bu isimlere, tarihe, İslam hakkında bilgiye titizlenmenin aslında diyalektik bir hareket içinde enternasyonalizme bir açılım olduğunu görebiliyor musunuz? Bethlehem derseniz Arap yabancılaşır, Beytüllahim derseniz ortak dil yakalarsınız.)
Yeniden Ergin Yıldızoğlu’na dönüyoruz. Solculuk yapacaksanız, emekçi halkın gerici ideolojilerden etkilenmesinin geçici olduğunu kabul edeceksiniz. İletişim kurduk mu biz onları değiştireceğiz, onlara uyacak değiliz. Bugün Türkiye’nin solcusu halkı küçümsemekten ne yapacağını bilemiyor. Halkın küçümsenmesinin bir biçimi de gerici ideolojilerden kopmasının mümkün olmadığına iman etmektir.
Ergin Yıldızoğlu bize bir ders daha veriyor. İşçi sınıfı çok katmanlı bir sınıf olduğu için işe sınıfın bilinç düzeyi en yüksek katmanıyla başlamak ve gerisini onun aracılığıyla etkilemek gerekirmiş. İşin içine “simgesel üretim” bile giriyor Yıldızoğlu’nun dersinde. O meselelerle başka zaman uğraşırız. Şimdi sınıfın bilinç düzeyi en yüksek katmanına gelelim. Af edersiniz, sınıfın bilinç düzeyi en yüksek katmanında bilinç mi bıraktınız da kendimizi onlara gitmekle sınırlayalım? 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren DİSK ve KESK yönetimleri, Avrupa Birliği hayranı, her şeyi oradan bekleyen solcuların etkisiyle, ETUC denen, AB emperyalizminin uzantısı gibi çalışan sendika konfederasyonuyla işbirliği içinde DİSK’in işçi ve sendikacılarına da KESK’in en ileri unsurlarına da sendikacılık eğitimi verdirdi. Öğrendikleri de ne? Sosyal diyalog. Yani sendikal hareketin patronlarca ehlileştirilmesinin yöntemi. AB tam bir işçi cenneti. Bir AB’ye girsek bizim de işçi haklarında başımız göğe erecek. Evet, zaten o yüzdendir ki, işçi sınıfının çok önemli kesimleri Britanya’da Brexit’e taraftar oldu. Fransa’da, Almanya’da, Avusturya’da, İtalya’da da ön faşistlere oy veriyor.
Kısacası, geçmişte siyasi bilinci yüksek olan öncü işçilerin önemli bir bölümü liberalizmle zehirlenmiş durumda. Öncü işçilere elbette gidiyoruz. Ama onlara da yeniden liberalizme karşıt bir sınıf bilinci taşımak için. İşçinin tek bir afyonu yok!
Siyonizm ile anti-semitizm
Yıldızoğlu’nun sosyalistlerin Siyonizmle mücadele etmesi gerektiğine dair söylediklerimizi neden bu kadar önemsediğini anlamak kolay değil. Kendisinin İngilitere’yi çok iyi tanıdığını ve izliyor olduğunu biliyoruz. Belki İşçi Partisi’nin içinden ve dışından birçok sesin partinin solcu lideri Jeremy Corbyn hakkında anti-semitik olduğuna dair yaydıkları propagandadan etkilenmiştir. Biz Corbyn’in reformizminin işçi sınıfı için çok ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz, ama anti-semitik olduğuna dair propagandanın İşçi Partisi ölçülerince çok solcu olduğu için kendisine karşı açılan bir yalan ve yıpratma savaşı olduğunu da görüyoruz. Yıldızoğlu’nun bu konuda ne düşündüğünü bilmeyiz. Naçizane inanmamasını öneririz. Aslında Corbyn vakası tam da Siyonizmi korumak için anti-Siyonizm ile anti-semitizm arasında bir özdeşlik kurma örneği olarak karşımızda duruyor.
Şimdi esas meseleye gelelim. Yıldızoğlu ne yapmaya çalışıyor? İsrail’i mi savunuyor? Neden İsrail üzerine konuşmamızı, onun bölge politikasında ve Filistinliler karşısında serapa gericilik ve zulüm olduğunu söylememizi istemiyor? Çünkü halkta anti-semitizm var. Bizim halkın anti-semitizmini benimseyeceğimizin işareti ne? Yok. Ama olur ya? O zaman susalım! Peki bu anti-semitizm sadece Türkiye halkında ya da Müslüman halklarda mı var? Onlar mı düzenledi Holokostu? Rusya’da yok mu? Polonya’da yok mu? Batı Avrupa’da, mesela Fransa’da ikide bir Yahudi kabristanlarının kutsalına saldırılar olmuyor mu? Besbelli, Britanya gibi “kozmopolit” bir toplumda bile yaygın anti-semitizm. Amerika? İkinci Dünya Savaşı’na kadar Yahudilerin siyahilerden biraz hallice yaşadığı bir toplum. Latin Amerika? Arjantin’de 1994’te 85 kişinin hayatına mal olan sinagog saldırısını (AMIA) unutalım mı? O zaman demek ki anti-semitizm tehlikesi var diye Siyonist gaddarlık karşısında her yerde susmamız gerekir. Yıldızoğlu ne dediğinin farkında mı? Şayet komünistler anti-Siyonizm ile anti-semitizmi birbirinden ayıramayacaksa işimiz bitmiş demektir, başka kimse ayıramaz!
Anti-Siyonizm en az üç nedenden dolayı elzemdir. Birincisi, modern tarihin (Kürtler gibi) en ağır baskısını yaşamış halklardan biri olan, tam yüz yıldır sömürge olarak yaşayan Filistin halkının kurtuluşu ilkesel olarak çok önemlidir. İkincisi, İsrail bölgede ABD’nin en yakın ve güçlü müttefiki olarak çok gerici bir rol oynamaktadır. Trump’ın İsrail ve Suud (ayrıca Mısır ve BAE) ile kurduğu gerici ittifak İran’ı yerle bir etmeye hazırlanıyor. Bunun sonucu Ortadoğu’yu mezbahaya çevirecek bir Sünni-Şii savaşı olacaktır. Üçüncüsünü BirGün yazısında yazmışız ama Yıldızoğlu nedense önemsemiyor. Yeniden ve bu kez Siyonizm hakkındaki cümleyi de katarak yazıyoruz: “Burada en önemli bağ, anti-emperyalizm ve anti-Siyonizm’dir. Türkiye solu, işçi sınıfını ve emekçi halkı, maddi çıkarları için en tutarlı mücadeleyi vererek, ama aynı zamanda AKP’nin ‘üst akıl’la, ‘faiz lobi’siyle, genel olarak emperyalizmle tam bir işbirliği içinde olduğunu anlatarak kazanacaktır.” Deniyor ki, halka Erdoğan’ın Siyonizme düşman olmadığı, onunla işbirliği içinde olduğu anlatılamazsa halk bizim tarafa daha zor kazanılır. BirGün yazısı istibdadın nasıl yenilgiye uğratılacağı üzerine olduğu için orada en önemlisi bu.
Burada bir argüman var, ama nedense argümana cevap verilmiyor, “aman anti-semitizm gibi olur” deniyor. Oysa asıl biz sözde Siyonizm aleyhtarlığını AKP’ye terk eder ve susarsak halk Siyonizm karşıtlığı ile anti-semitizmi birbirine indirgeyen gerici ideolojinin tutsağı olacaktır. Yani Yıldızoğlu’nu dinlesek onun amaçladığının tam tersi gerçekleşecektir!
Dinlemiyoruz. Emperyalizme ve Siyonizme Karşı Filistin Dostları’nı kurduk. Filistin Dostları, Trump’ın kızı ve damadı Kudüs’te ABD Büyükelçiliği’ni açtığı gün İstanbul’daki ABD Başkonsolosluğu önüne bayraklar ve pankartlarla gitti ve Filistin’le dayanışmasını haykırdı. Bir de resim taşıyordu: Deniz Gezmiş’e Filistin hareketinin içinde mücadele ederken verilmiş olan kimliğin büyük boy fotoğrafı!
Yıldızoğlu bu satırları yazdığında İsrail parlamentosu apartheid yasasını yeni kabul etmişti. Susalım mı? Hayır, bu işin Yahudilerin kötülüğünden kaynaklanmadığını anlatmak için, daha önce Yunan faşist partisi Altın Şafak tarafından “Judeo-Bolşevik dünya hâkimiyeti komplosu” ile suçlandığından dolayı yargılanmış ve beraat etmiş Yunan kardeş partimizin önderlerinden Savas Matsas’tan bir yazı yazmasını istedik. Anti-Siyonist bir Yahudi olarak İsrail devletini yerden yere vurdu. Bilhassa bir Yahudi’ye yazdırdık! Bu mu anti-semitizm gibi anlaşılacak? Bu mu halkın şimdilik etkisi altında olduğu gerici ideolojilere taviz? Bu mu siyasal İslam’a “şirin gözükmek”?
Esas mesele: enternasyonalizmi anlayamamak
Şimdi işin esasına geliyoruz. Orhan Koçak ve Ergin Yıldızoğlu bizim “yerlileşme” konusunda söylediklerimizin asıl anlamını neden anlamıyor? Çünkü enternasyonalizmi soyut biçimde, ulussuz olarak, dolayımlarını atlayarak kavrıyorlar. Geçmişte Troçkist olduklarında onlara öyle anlatılmış. Ulus kategorisinin, her ülkenin kendi sosyo-kültürel ve politik hayatının devrimci mücadelede önem taşımaması gerektiği kanısındalar. Orhan Koçak’ın kozmopolitizmi olmazsa olmaz yapmasının, “dünyacılık”tan söz etmesinin, araya bir tire koyarak enter-nasyonalizmin yetmeyeceğini söylemesinin bizce esas anlamı budur. Bunun mantıksal sonucu Hardt ve Negri’dir. Yanlıştır. Doğrusu şudur: Kurtuluş dünya çapındadır ama ulusal mücadeleler ile dolayımlanacaktır. (Meraklısı için, bu karşıtlık konusunda daha ayrıntılı bir kaynak olarak Kod Adı Küreselleşme kitabımızın Hardt ve Negri’yi eleştiren 10. Bölümüne (“Ulus-Ötesi Solculuğun Teorisi: İmparatorluk’un Eleştirisi”) gönderme yapmak isteriz.)
Bu konu uzun uzun tartışılabilir. Biz Marksizmin klasiklerinde meselenin nasıl ele alınmış olduğunu hatırlatmakla yetineceğiz. Keşke tartışma açılsa, ille Koçak veya Yıldızoğlu’nu kast etmiyoruz, ikna olmayan başka sosyalistlerce de, açılsa da derinlemesine tartışabilsek. Bilhassa Troçkistlerle.
Marx’ın ve Engels’in tutumu Komünist Manifesto’da açık açık ifade edilmiştir. Hem de bir kez değil, iki kez. İlkin şu pasajda:
“İçerikte olmasa bile biçimde proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi ilk önce ulusal bir mücadeledir. Hiç kuşkusuz her bir ülkenin proletaryası önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorundadır.” (Komünist Manifesto, Nail Satlıgan çevirisi, Yordam Kitap, s. 31).
Sonra da şurada:
“Proletarya önce siyasi hâkimiyeti ele geçirmek, ulusun öncü sınıfı durumuna yükselmek, kendini ulus olarak kurmak zorunda olduğu ölçüde kendisi de hâlâ ulusaldır, ama asla sözcüğün burjuva anlamında değil.” (Komünist Manifesto, Nail Satlıgan çevirisi, Yordam Kitap, s. 38).
Bu pasajlarda söylenenin sosyalizmin eğitiminden geçmiş insanlar tarafından nasıl unutulabildiği şaşırtıcı bulunabilir. Ama Marx ve Engels’in proletaryanın önüne koyduğu görevi çözüme ulaştırmak isteyen her öznenin, en önemlisi devrimci partilerin kendini ulusla burjuva olmayan bir anlamda ilişkilendirmesi gerektiği konusunda burada hiçbir kuşkuya yer yoktur. Zavallı Marx ve Engels, kozmopolitlikten pek de nasiplerini alamamışlar.
Lenin’in bu konuya nasıl yaklaştığını görmek için “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine” başlıklı yazısına bakmak yararlı olabilir. Yazı baştan aşağı bu konuyla ilgilidir, ama biz tek bir pasajla yetinelim:
“Büyük-Rus ulusu da, bir devrimci sınıf yarattığı için, bu ulus da insanlığa, yalnızca katliamlar, sıra sıra idam sehpaları, zindanlar, büyük açlık ve papazlara, çarlara, büyük toprak sahiplerine ve kapitalistlere kölece bağlılık örnekleri değil, özgürlük ve sosyalizm uğruna savaşımdan da örnekler verebildiği için, yüreklerimiz ulusal gururla doludur.”
Maşallah Lenin Marx ve Engels’ten de geride. Bayağı bayağı milliyetçi bile denebilir. Baksanıza “ulusal gururdan” söz ediyor. Şimdi yazının başındaki alıntıyı tekrar buraya almanın tam zamanıdır.
“Lenin'in enternasyonalizminin kimsenin övgüsüne ihtiyacı yok. Ama Lenin kendisi aynı zamanda köklü biçimde ulusaldır. Kökleri derinlemesine modern Rus tarihine bağlıdır, o tarihi kendi içine çeker, ona en yüksek ifadesini kazandırır ve tam da bu biçimde uluslararası eylemin ve dünya çapında etkinin en yüksek düzeylerine ulaşır.
Lenin'in ‘ulusal’ bir şahsiyet olarak nitelenmesi ilk bakışta yadırganabilir, ama özünde bu tespit son derecede doğaldır. Rusya'nın bugün yaşamakta olduğu, halkların tarihinde eşi benzeri olmayan böyle bir devrime önderlik edebilmek için, çok açıktır ki, insanın halkın en derin köklerinden kaynaklanan temel güçleriyle çözülemez, organik bir bağı olması gerekir.
Lenin Rus proletaryasının cisimleşmiş halidir: Bu proletarya genç bir sınıftır, tarihi Lenin'in kendisinin yaşından pek az eskiye gider; ama köklü biçimde ulusal bir sınıftır, çünkü Rusya'nın bütün geçmiş gelişmesi onda özetini bulur, Rusya'nın bütün geleceği onda yatar, Rus ulusu onunla yükselecek ya da çökecektir. Sıradan ve basmakalıp olandan arınmışlık, sahtekârlıktan ve teamülden arınmışlık, düşüncede kararlılık, eylemde cüret (asla gözükaralığa dönüşmeyen bir cüret), işte Rus işçi sınıfının ve onunla birlikte Lenin'in özellikleri.”
Lenin’e “milliyetçi” yaftası yapıştırmaya yeltenecek kimse varsa, ona cevap vermekle başlıyor bu pasaj: “Lenin'in enternasyonalizminin kimsenin övgüsüne ihtiyacı yok.” Orası kendi başına güzel. Ama bütünüyle diyalektik bir yaklaşım içinde Lenin’in aynı zamanda “köklü biçimde ulusal” olduğunu söylüyor. Bazıları, Rus şovenizmini yeniden canlandırmaya yöneldiğinde Stalin’in, (bir de diyalektikten anlasa) Lenin’in otoritesini kullanmak amacıyla böyle bir yazı yazdığını bile düşünebilir.
Artık açıklayabiliriz. Yazının yazarı Trotskiy’dir. Lenin’in 50. yaşgünü dolayısıyla 1920’de yazmıştır bu yazıyı. (https://gercekgazetesi.net/teori-tarih/ellinci-yas-gununde-lenin-nisan-1920. Ayrıca Devrimci Marksizm, sayı 21-22, Kış 2015.)
Trotskiy’i izleyen akımlardan bazıları, hatta büyük çoğunluğu, Stalinizmin, Maoizmin vb. Rus, Çin vb. milliyetçiliği karşısında ulusun her türlü ifadesini bastırmanın, ulusal düzeyde herhangi bir şey yapılmasının mümkün olmadığını vurgulamanın bir görev olduğu kanısıyla çubuğu fazla bükmüşlerdir. Sonunda ortaya Negri’nin dolayımsız biçimde uluslararası (hatta ulus-ötesi) olan devrimine yaklaşan bir anlayış çıkmıştır. Dünya devrimi olması gerektiği gibi ulusal gerçekliklerin bir diyalektik, eşitsiz, iç çelişkilerle malûl bütünü olarak değil, soyut ve dolayımsız bir topak bütün olarak düşünülür. Bu yazının başında, bizi “yerlileşme” fikrini ortaya attığımızda iki eski Troçkistin eleştirmesinin anlaşılır olduğunu belirtmiş, bu konuya sonda dönmeye söz vermiştik. İşte bu yüzdendir.
Oysa ne diyor Trotskiy en dikkatli okunması gereken pasajda:
“Rusya'nın bugün yaşamakta olduğu, halkların tarihinde eşi benzeri olmayan böyle bir devrime önderlik edebilmek için, çok açıktır ki, insanın halkın en derin köklerinden kaynaklanan temel güçleriyle çözülemez, organik bir bağı olması gerekir.”
Ulusal köklerle derin bir bağ olmadan devrime önderlik edilemez diyor. Bizim ekleyecek bir şeyimiz yok.
Biz, Trotskistler olarak, bu toprakların tarihi, kültürü, birikimi ve bilgisiyle mücehhez biçimde, emekçi halkın dilini konuşarak, onların günbegün mücadeleden devrim barikatlarına kadar içinde ve önünde yürümeye kararlıyız. Türkiye’nin devriminde işçi sınıfı, Marx ve Engels’in dediği gibi, kendi suretinde bir ulus yaratacaktır. Bu ulus “bütün uluslar gibi güzel” olacaktır, Nâzım’ın ifade ettiği gibi. Ama o güzel uluslar, belki derhal, belki zamana yayılarak, bir araya gelecek ve Lenin’in kurduğu gibi ulussuz bir devlet kuracaktır. Ta ki Dünya Sosyalist Federasyonu’na ulaşana kadar.