İstibdad ile faşizmin dansı
Önce bir efsaneyi ortadan kaldıralım. Gerek taraftarlarının, gerekse akılsız düşmanlarının söylediğinden farklı olarak, bu seçim Erdoğan’ın zaferi, ama AKP’nin zayıflamasıyla falan sonuçlanmadı. Hem Erdoğan, hem de AKP zayıfladı. Erdoğan’a verilen yüzde 52 küsur oy sanki kendi taraftarlarınca verilmiş gibi konuşuyor bunu söyleyenler. Şayet Devlet Bahçeli, MHP’ye oy kullanan yüzde 11’e Erdoğan’a oy verme çağrısı yapmamış olsaydı, Erdoğan yüzde 52’yi zor bulurdu!
Açık söyleyelim, hatta abartalım ki hata payı kalmasın: 24 Haziran seçimleri, Erdoğan ve AKP açısından neredeyse bir ikinci 7 Haziran’dır! Oyların dili çıplak: 7 Haziran’da AKP yüzde 40,9 oy almıştı. 24 Haziran’da (bir önceki 1 Kasım genel seçimine göre tam 7 puan yitirerek) yüzde 42,5 aldı. 7 Haziran ile 24 Haziran arasında iki puan fark bile yok! Bu oylar. Sonuç da aynı: 7 Haziran’da AKP 2002’den sonra ilk kez mecliste çoğunluğu yitirmişti. 24 Haziran’da aynı şey ikinci defa oldu.
Demek ki, Erdoğan ve AKP seçimden büyük bir zaferle çıkmadı, tam tersine ciddi bir zayıflama yaşadı.
Ama diyalektik somuttur. 24 Haziran’ı 7 Haziran’dan ayıran dev önemde üç faktör var. Birincisi, Bahçeli ve MHP 7 Haziran’da şöyle ya da böyle Erdoğan’ın ve AKP’nin karşısındaydı. İkincisi, meclis eski meclis değil. Kolu kanadı koparılmış, kuşa dönmüş bir meclis. Buna karşılık, MHP’nin oylarıyla da olsa sonuç olarak seçilmiş olan Erdoğan, muazzam güçlendirilmiş bir yürütmenin tepesinde ülkeyi tek başına yönetebilecek bir kuvvete sahip. Üçüncüsü, 7 Haziran’ın ardındaki gerçek dinamik olan halk hareketlerinin soluğu çoktan tükenmiş durumda.
Hukuku aşırı önemseyenler için Erdoğan’ın yetkileri önümüzdeki dönemde Türkiye’yi tartışmasız bir tek adam rejimi haline getirmesi bakımından yeterli görünebilir. Biz bu yetkileri ve onu kullanacak olan politikacının özelliklerini önemsemiyor değiliz elbette. Ama yukarıda 24 Haziran’ı 7 Haziran’dan ayırdığını söylediğimiz faktörlerden diğer ikisi çok daha belirleyici. Halkın mücadele dinamiklerine sonra dönmek üzere, şimdi kısaca Bahçeli-MHP faktöründen söz edelim.
Kimileri, politika sadece oyla yapılırmış gibi Bahçeli’nin yüzde 11’i naylon deyip duruyor. Çok ikna edici değil ama varsayalım öyle. Bu, Bahçeli’nin bugün elde ettiği konumu, hele hele faşizmin pazarlık gücünü değiştirir mi? Öyle bir seçimden çıktık ki, bir faşist partimiz vardı, şimdi ona bir de yüzde 10’luk oyu olan bir “küçük kardeş” geldi. 2018 seçimlerinin galibi, faşizmdir. Önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmeler bu faktörün göz önüne alınmaması halinde öngörülemez ve istibdada muhalefet etme azmiyle ve enerjisiyle dolu olduğu görülen milyonlar geleceğe hazırlanamaz.
Seçim sonrasında ortaya çok berrak bir tablo çıkmıştır. Tehdit, Türkiye’de politikanın bir numaralı aracıdır. Seçim gecesi Sultangazi’de yaşanan silah atma olayları kendi başına o kadar önemli değildir. İstanbul’un başka yerlerinde de yaşanmıştır. Esas önemli yanı bunların 15 dakikalık bir video belgeseli haline getirilerek, “kadın erkek herkes silahlanmış durumdayız, sorun yok” üst sesi eşliğinde internet aracılığıyla bilinçli biçimde servis edilmesidir. Bu, Muharrem İnce’nin 50 bin avukata çağrısına, iç savaş cevabıdır.
Devlet Bahçeli’nin gazetelere verdiği ilanda tek tek gazetecilerin adlarını sayması bir tehdittir. Buna Bahçeli’nin seçim öncesinde hapishanede ziyaret ettiği Alaattin Çakıcı’nın “Ömrümde zarar vereceğim adama hep önceden haber verdim!” ibaresinin de yer aldığı ve Karar gazetesinin sahibi ve altı gazetecisini tehdit ettiği mesajını katmak gerekir.
İktidarın üçüncü bir ortağı var: meclise oğlunu sokan, hükümette İçişleri Bakanı Süleyman Soylu aracılığıyla temsil edilen Mehmet Ağar. Onun ekürisinden yetişmiş Soylu’nun son günlerde tehdit etmediği mi kaldı?
Ne mi yapmalı? Önce ne yapmamalı? Seçim biter bitmez yerel seçim konuşmamalı! Artık öğrenilmeli ki, seçim tek başına hiçbir şeyin çözümü değildir. “Adalet yürüyüşü” ve Maltepe mitinginden heyecanlanıp kurtuluşu CHP’den beklememeli. Hele hele bunları Gezi ile karşılaştırmamalı. Ayıptır. Halkın muazzam bir inisiyatif gösterdiği, CHP’nin ise uzak durup karşısında yavaş yavaş massetme taktiklerine başvurduğu o müthiş olayı CHP’nin seçim aygıtının manevralarıyla karşılaştırmamalı. Ama aynı zamanda Gezi’nin eski biçimiyle soluğunu yitirmiş olduğunu kendimizden saklamamalı.
Ne yapmalı? Tehdit politikasının önemini kavramalı. Emperyalizmden medet ummaktan vazgeçerek ona karşı mücadelenin Türkiye halkıyla birleşmenin de yolu olduğunu anlamalı. Seçim ya da değil, sosyalizmin sesini birleşik bir cephede ifade etmesi için adımlar atmalı. En çok da işçi sınıfını ve emekçileri örgütlemeli, örgütlemeli, örgütlemeli. Ekonomik kriz bunu bir misli önemli ve olanaklı kılıyor.
Faşizm de, istibdad da, bazıları unutmuş olabilir, sınıf sorunlarıdır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Temmuz 2018 tarihli 106. sayısında yayınlanmıştır.