“Hasta Adam”ın hastaları

Kendi zalim sınıfının tarihinde kahraman bulamayan, olmadık insanları kahraman ilan eder. Osmanlı 19. yüzyılının geri ve gerici düzeninin taraftarları da, başka kimseyi bulamayınca, pîrleri Necip Fazıl Kısakürek’i izleyerek Abdülhamid’i “Yüce Hakan”, “son büyük padişah” ve nice başka sıfatlarla ödüllendiriyorlar. Yanlış anlaşılmasın, Osmanlı’nın başka padişahları da yüceltiliyor: kurucu Osman Bey, Fatih, Yavuz, Kanuni, bunların her biri birer efsane düzeyine yükseltiliyor. Ama bunu anlamak daha kolay: Bu padişahlar, tam da dünya yeni, modern çağa geçerken, Ortaçağ İslam dünyasından dev bir imparatorluk yaratmışlar. Bugün Batı karşısında kompleks içinde kıvrananlar, müflis tüccarın eski defterleri karıştırması gibi yüzyıllar boyu geri giden tarihi elbette eşeleyeceklerdir. Ama Abdülhamid? O yükselişin değil gerilemenin ve çöküşün idarecisidir. İnhitât ve inkırâz’ın sultanıdır. Bütün dünyanın “Hasta Adam” olarak andığı, can çekişen bir imparatorluğun gaddar bekçisidir. Onun hastası olmak da ne oluyor?

Emperyalizmin hizmetkârı

Bunu yapanlar aslında düpedüz yalan söylemediklerinde pek de söyleyecek bir şey bulamıyorlar. Birinci büyük yalan Abdülhamid’in İslam adına anti-emperyalist bir çizgi izlediğidir. Tarih TRT ekranlarında göründüğünden farklı olduğundan bu yalan hiçbir yanından dikiş tutmuyor. Osmanlı maliyesi Abdülhamid döneminde emperyalizmin emrine verilmiştir. Devletin gelirlerine el koyup büyük bölümünü İngiliz, Fransız ve diğer emperyalist ülkelerin bankalarına hortumlayan, yabancıların yönettiği Düyun-u Umumiye’nin (bugünün Türkçesiyle Genel Borç İdaresi’nin) kuruluş tarihi 1881’dir. Abdülhamid başa geçeli beş yıl olmuştur. Öte yandan, Abdülhamid’in bütün saltanatı boyunca Fransız Banque Ottoman (Osmanlı Bankası) ülkenin merkez bankası görevini üstlenmiştir. Maliyesi ve parası emperyalizme teslim edilen ülkeye yarı-sömürge adı verilir. Abdülhamid, anti-emperyalist olmak bir yana, Osmanlı’yı yarı-sömürge haline getiren padişahtır!

Aynı şey askeri alanda da görülür. Osmanlı, ordusunu yeni çağın gereklerine göre düzenlemek için 19. yüzyılın başından itibaren askeri geleneği ile şöhretli Prusya’nın sisteminden yararlanmaya çalışmış, II. Mahmut döneminde von Moltke ilk Alman subayı olarak Osmanlı ordusuna danışmanlık yapmıştır. Ama sonra bu bağ kopmuş, ancak Abdülhamid döneminde hortlamıştır. 1882’den itibaren Osmanlı ordusunu Alman subaylar yönetmeye başlamıştır! 1882 yılında, Osmanlı ordusuna Albay rütbesi ile katılan Kaehler, padişah tarafından derhal Tuğgeneralliğe, Kayzer tarafından karşı bir atakla Tümgeneralliğe, tekrar Padişah tarafından Korgeneralliğe terfi ettirilir. 1885'te öldüğünde Osmanlı Mareşali rütbesini taşımaktadır! Yağma Hasan’ın böreği misali yükselme fırsatını gören Alman subayları akın akın gelmeye başlar. Von der Golz (Golç Paşa) ve Liman von Sanders (Liman Paşa) bunların en ünlüleridir. Osmanlı ordusu yabancı bir ordunun askerlerince yönetilmektedir! Yani maliye ve ulusal paranın yanı sıra ordu da emperyalizmin yönetimine teslim edilmiştir. İşte size Abdülhamid’in Osmanlı’yı yarı-sömürge haline getirdiğinin ikinci kanıtı.

Aslında Abdülhamid, 1878 Berlin Antlaşması’na kadar Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü korumayı ilke edindiği halde, o aşamadan itibaren bu topraklara göz diken İngiltere’ye (Britanya’ya) ve payitaht İstanbul’u ele geçirmek isteyen Çarlık Rusyası’na karşı Alman Kayzer’i (imparatoru) II. Wilhelm’in kollarına sığınmış bir zavallı hasta adamdır. Bağdat Demiryolu’nun yapımı Alman emperyalizmine teslim edilmiştir. Bu proje Alman II. Wilhelm’in İngiliz sömürgelerini düşürmek ve kendine sömürgeler elde etmek için Osmanlı’yı avucunun içine alma girişiminin en önemli parçasıdır. Abdülhamid de emperyalistler arasındaki rekabetten yararlanarak ayakta kalma çabasında ülkeyi Alman hâkimiyetine terk etmiştir. II. Wilhelm Osmanlı’ya o kadar büyük bir hırsla sarılmıştır ki, ülkeye ikinci ziyaretinde (1898, ilki 1889) Filistin’i de ziyaret etmiş, Müslüman ve hacı olduğuna dair söylentiler bile yaymıştır.

Tarihte “şöyle olsaydı, ne olurdu?” sorusu iyi bir soru değildir, ama Abdülhamid taraftarları, kahramanlarının döneminde (“93 harbi” olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı dışında) büyük toprak kayıpları olmadığına o kadar çok vurgu yaparlar ki, Abdülhamid tahttan indirildikten sonra Balkanların ve Trablusgarp’ın (bugünkü Libya’nın) kaybını ve Cihan Harbi’ndeki çöküşü o kadar öne çıkarırlar ki, soruyu onlar sorduğuna göre cevabı biz verelim: 1908 Hürriyet devrimi olmasaydı ve Abdülhamid başta kalsaydı, Cihan Harbi’nde Osmanlı yine çökerdi. Çünkü Abdülhamid de aynen Enver Paşa gibi devleti Alman emperyalizmine tutsak etmişti!

Siyonizmle kirli ilişkiler

Abdülhamid hastaları, sultanı bütün Müslümanların banisi ve Siyonizmin düşmanı olarak temsil etmeye bayılırlar. Oysa, II. Wilhelm ile ast-üst ilişkisi dolayısıyla, Abdülhamid onun himayesi altında gelişmekte olan Siyonizm ile kirli pazarlıklara girmiştir. Filistin’de kurulacak bir “Yahudi vatanı” fikrini Abdülhamid’e açan II. Wilhelm olmuştur. Bu fikrin mucidi ve Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in stratejisi, sultanı Osmanlı’nın dış borç sorunlarını (Düyun-u Umumiye hatırlansın) çözme ve Arap milliyetçiliğine karşı savaşma karşılığında kendilerine Filistin’in verilmesine ikna etmektir. 1898’de II. Wilhelm Filistin’i ziyaret ettiğinde Herzl de onun gayri resmi konuğu olarak Yahudilarin “vaad edilmiş toprakları” olarak gördüğü bu bölgeyi ziyaret etme fırsatını bulmuştur. Abdülhamid’den gizli mi? 1903’te ise Abdülhamid, Herzl ile müzakere masası kurmuştur. Sonunda proje gerçekleşmediyse, bunu Abdülhamid’in kahraman anti-emperyalizmine ve Siyonizm karşıtlığına vermenin budalalık olacağı açıktır. Siyonizme öyle karşıt olan birinin Herzl gibi bir yeni yetme politikacıyla müzakere etmesine ne gerek vardı? Anlaşma sağlanamadı diye mi sevineceğiz?

Katil

Osmanlı devleti yüzyıllar boyu başka dinlerden halkların yaşadığı topraklardaki hâkimiyetini “millet sistemi” adı verilen bir özerklik üzerine kurmuştu. Devletin kendisi Müslüman bir hanedan tarafından yönetiliyordu ve tebaanın çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu. Ama sadece Balkanlarda değil, payitahtta ve devletin asıl çekirdeğini oluşturan Anadolu’da çok büyük gayrimüslim azınlıklar yaşıyordu. Bu azınlıkların sadece dini özgürlükleri tanınmıyor, kendi kendilerini idare etme bakımından da hem dini, hem medeni alanda yaygın düzenlemelere izin veriliyordu.

Abdülhamid, Osmanlı padişahının Halife ünvanını da kullanarak, çökmekte olan imparatorluğu ayağa kaldırmak için gittikçe daha belirgin biçimde Panislamizme sarılacaktı. Bunun sonucunda Hıristiyan halklar için (Yahudileri ayrı düşünmek gerekir) Osmanlı devletinin çatısı altında yaşamak gittikçe daha sorunlu hale geliyordu. Sultanın hastaları Abdülhamid’in tahttan düşürülmesinin hemen ardından Balkanların yitirildiğini çok vurgular, ama bunun aslında Abdülhamid’in yükselen İslamiyet temelinde birlik vurgusuyla ilişkisini hiç sorgulamazlar. 33 yıl boyunca bu dayatmaya maruz kalan Hıristiyanların, milliyetçiliğin bütün dünyaya yayılmakta olduğu bu dönemde İslamiyet’in tek birleştirici harç olarak sunulduğu bir devletten kopmasına şaşırmak da ne oluyor? Osmanlı’nın dağılması bir ölçüde Abdülhamid’in kendi politikalarının eseridir!

Abdülhamid bu yaklaşımını o kadar ileri götürmüştür ki, bütün Hıristiyan “milletler” arasında Osmanlı’ya en bağlı olan, “millet-i sâdıka” olarak adı çıkmış olan Ermenileri bile yaşlı, kadın, çocuk demeden kılıçtan geçirmiştir. Bu iş için Hamidiye Alayları’nı kurmuştur. 1894-96 arasında Anadolu’nun Doğu ve Güneydoğusunda yüz binlerce Ermeni köylüsü katledilmiştir! Yani 1915 trajedisine giden yolu da Abdülhamid açmıştır.

Halkın ve özgürlüğün düşmanı

Bir imparatorluğu ayakta tutmak marifet değildir. Abdülhamid bunu bile yapamamış, Alman Osmanlı’yı emperyalizme kul köle etmiştir. Ama daha da önemlisi, kendi halkını ezmiş, susturmuş, baskı altına almıştır. Abdülhamid devri bütünüyle haklı olarak tarihe “devr-i istibdad” olarak geçmiştir.

19. yüzyıl boyunca Osmanlı’da halkın yönetime katılması ve sahip çıkması fikri yavaş, engebeli, ama belirgin biçimde ilerleme göstermişti. Bunun doruğu olarak 1876’da ilk kez ülkede bir meclis (parlamento) kuruldu. Abdülhamid, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek bu meclisi kapattı. 1878’den 1908’e kadar geçen 30 koca yıl, Abdülhamid’in her geçen yıl artan baskıcı uygulamalarıyla, aydınları ve politikacıları yaygın bir hafiye ağıyla izletmesiyle, hapislerle, sürgünlerle, idamlarla bastırmasıyla geçmiştir. Buna karşı, Türkü’yle, Arnavut’uyla, Arap’ıyla, Ermeni’siyle, Osmanlı halkları, bazen ayrı yürüyerek, bazen birlikte örgütlenerek bu istibdada karşı mücadele etmişlerdir. Gün gelmiştir, Anadolu’yu her sınıftan halkın katıldığı vergi isyanları sarmıştır. Gün gelmiştir, ordu birlikleri ardı ardına isyan çıkarmıştır. Gün gelmiştir, Balkan dağlarında Makedon “komitacıları” (gerillaları) avlamaya gönderilmiş Osmanlı subayları kendileri “komitacı” olmuş, Abdülhamid’e başkaldırmış, dağa çıkmıştır.

Bütün bu büyük mücadelelerin sonucundadır ki 23 Temmuz 1908’de Osmanlı topraklarına hürriyet gelmiştir. 1908’i Osmanlı’nın ve Türklerin yaşadığı bir felaket olarak görenler, hürriyetin ve demokrasinin düşmanlarıdır. Bugün istedikleri kadar “cumhur ittifakı” kursunlar, “cumhur”un düşmanıdırlar. Özgürlük için isyan geleneği bu topraklara 1908’de girmiştir, o günden bu yana da her geçen gün daha çok işçi sınıfının elinde sürmektedir.

İşçi sınıfının devrimci güçleri, bu toprakların sömürü ve baskı karşıtı, adalet ve eşitlik için mücadele eden geleneğine sahip çıkacaktır. Babai isyanları, Şeyh Bedreddin ihtilali, Dadaloğlu, Celali isyanları, İnce Memed türü eşkıyalar ve bu topraklarda sömürülen ve ezilen insanların hakkını savunan ne varsa, bizimdir, yerli geleneğimizin parçasıdır. Bizim kahramanlarımız onurlu insanlardır. Abdülhamid’e tapanlar ise “yerli”dir ama “gayri milli”dir. Onların kahramanı emperyalizme uşaklık geleneğini kurmuştur. NATO ve ABD’nin emrinden çıkmayan Menderes’ler ve Özal’lar gibi. Bizim kimseye karşı kompleksimiz yok. Ulusları değil sınıfları karşı karşıya getiriyoruz. İşçi sınıfı, bu toprakların isyan ve mücadele geleneğinden beslenerek iktidarı aldığında bütün ülkelerin işçileriyle kaderinin bir olduğunu görecek ve yerli olduğu kadar enternasyonalist de olacaktır.