İdlib ve Afrin’de tehlikeli bir kılıç kalkan oyunu
AKP iktidarı ve MHP, Vatan Partisi gibi destekçileri, Afrin’e yönelik bir askeri operasyonun hızla gerçekleşmesi gerektiğini söylüyor. Akşenerciler “ülkücü” duyarlılıkları ile geç kalındığı için muhalefet ediyor. CHP ise dokunulmazlık konusundaki pozisyonunu Afrin’de yineliyor.
Bu doğrultuda Kilis başta olmak üzere ciddi bir askeri yığınak söz konusu. Ayrıca Afrin’in doğusunda yer alan Fırat Kalkanı bölgesinde de ÖSO güçleri ciddi şekilde böyle bir askeri operasyonda kullanılmak üzere hazır tutuluyor. Operasyonun adı bile basına sızdırılmış durumda: “Fırat’ın Kılıcı”. “Kalkan”dan sonra “Kılıç”!
Bir başka sıcak bölge ise İdlib. Afrin’in güneyinde kalan İdlib’de daha önceleri Türkiye tarafından desteklenen Ahrar-üş Şam başta olmak üzere bir dizi mezhepçi ve tekfirci grup etkindi. Ancak son bir ay içinde bu gruplar El Kaide kökenli El Nusra’nın isim değiştirerek ve pek çok başka örgütü bünyesine katarak oluşturduğu Heyet Tahrir Şam (HTŞ) tarafından hezimete uğratıldı. Bölge HTŞ’nin kontrolüne geçti. HTŞ, Türkiye tarafından da terör örgütü olarak görülmekte.
Bu gelişmelerden hareketle Suriye’de Fırat Kalkanı’ndan sonra yeni bir askeri operasyonu savunanlar bunu Türkiye’nin İdlib ve Afrin’le olan sınır bölgelerinin “terör”den temizlenmesi gerektiğini, bunun bir güvenlik sorunu olduğunu söyleyerek gerekçelendiriyor.
Mesele terör mü?
Meselenin “terör” sorunu olarak ortaya konması Afrin söz konusu olduğunda Türk milliyetçiliğini kaşımak ve iç kamuoyundan destek bulmak, İdlib söz konusu olduğunda da uluslararası meşruiyet elde etmek açısından işlev görüyor. Ne var ki PYD lideri Salih Müslim’in Ankara’da ağırlandığı günlerin (2014), Süleyman Şah Türbesi’nin taşınması esnasında YPG (PYD’nin silahlı gücü) ile koordinasyon içinde hareket edilmesinin (2015) üzerinden çok zaman geçmedi. Diğer yandan çok yakın zamana kadar merkezinde El Nusra’nın yer aldığı pek çok askeri başarının, Türkiye’de resmi ağızlardan muhalefetin ilerlemesine ve Esad’ın meşruiyetini yitirmesine gerekçe yapıldığı ve çok yakın zamana kadar Türkiye destekli Ahrar-üş Şam ve Türkmen Tugayları’nın El Nusra ile yakın bir ittifak içinde hareket ettiği biliniyor. Dolayısıyla Afrin için de İdlib için de “terör” söylemi inandırıcı olmaktan uzak.
Nitekim bu gerçek “terörle değil devletler çatışması ile karşı karşıyayız” diyen Yeni Şafak’ın açık sözlü yazarı İbrahim Karagül, tarafından da açıklıkla ifade edilmektedir. Karagül ve benzer şekilde Türkiye’nin adı geçen bölgelere askeri operasyon yapmasını savunanlar “devlet çatışması” içinde Türkiye’yi genellikle ABD ve İsrail’in karşısında konumlandırma eğilimindeler. ABD’nin Afrin’i kontrol eden PYD’ye destek vermesini sıklıkla dile getiriyorlar. Ancak bu noktada da ciddi çelişkiler var.
İdlib ve Afrin’den Amerikan karşıtlığı çıkmaz
Birincisi, ABD’nin genel olarak PYD’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri’ne askeri ve belirli ölçüde de siyasi destek verdiği açıktır. Ancak Afrin, Fırat’ın batısında Mınbiç’te ve doğusundaki tüm Rojava bölgesinde olduğu gibi ABD’nin fiilen bulunduğu ve etkin olduğu bir bölge değildir. Hatta bu bölgede Rus askerleri bulunmaktadır ve YGP milisleriyle verdikleri dostça fotoğraflar uzun süre tartışma konusu edilmiştir. İdlib bölgesi de ABD’nin taşeron örgütler aracılığıyla etkin olduğu, son dönemde de bu etkinliğini tümden HTŞ ve türevi örgütlere kaptırdığı bir bölgedir. Bu yüzden Trump yönetimi Temmuz ayında bölgedeki gruplara askeri eğitim ve silah desteği verilmesini öngören eğit-donat programından vazgeçtiklerini duyurmuştu. Dolayısıyla olası bir İdlib operasyonundan da ABD karşıtlığı çıkarmak güç olacaktır.
Tam tersine bu bölgelerde TSK’nın varlığı demek, bir NATO ordusunun bölgede var olması anlamına gelecektir ve bunun doğrudan anti-emperyalist bir sonuç doğuracağını düşünmek gülünçtür. Askeri operasyon yanlıları, bu savaşta çocuklarını feda edecek emekçi halktan destek almak için ABD karşıtı bir demagoji kullanıyorlar. Sürekli ima edip asla açıktan söylemedikleri şey ise Türkiye için esas tehdidin ABD olduğudur. Bunu söyleyemiyorlar çünkü ABD’nin Türkiye’ye en büyük güvenlik tehdidi oluşturduğunu söyleyen birinin sınır dışına gitmeden önce sınırın içindeki Amerikan üslerini kapatması, Ankara’da genelkurmayda yer alan Amerikan subaylarını kovması ve nihayet NATO’dan çıkması gerekirdi. Ancak iktidar ve yandaşlarının derdi ne ABD karşıtlığı ne İncirlik Üssü’nü kapatmak ne de NATO’dan çıkmak.
İdlib ve Afrin’in perde arkasında ne var?
Durum gerçekten de karışıktır. Ancak iktidar ve yandaşlarının söylemlerine bakarak İdlib ve Afrin’de olanları anlamak mümkün değildir. Gerçek tabloyu şu şekilde özetlemek mümkündür:
Türkiye’nin İdlib’de askeri operasyon yapması Esad’la görüşmeden ve Rusya’nın rızasını almadan mümkün değildir. Aynısı Afrin için de geçerlidir. İdlib sorunu Astana görüşmelerinde Rusya’nın gündeme getirdiği çatışmasızlık bölgeleri ile yakından ilişkilidir. Plana göre İdlib’te HTŞ vb. örgütlerin temizlenmesine katkı sunan “muhalif” örgütler Esad ve Rusya tarafından fiilen makbul muhalefet statüsüne yükselecek ve İdlib bundan sonra çatışmasızlık bölgesi ilan edilecektir. Çatışmasızlığın garantörleri ise Rusya (Esad’ı himaye ederek) ve Türkiye (Ahrar-üş Şam, Türkmen Tugayları gibi mezhepçi yapıları himaye ederek) olacaktır. Şu ana kadar ki gelişme tam tersi yönde olmuş. Temizlenmesi beklenen HTŞ, İdlib’de gücünü arttırmış, aksine Türkiye’nin himayesindeki örgütleri temizlemeye başlamıştır. Daha önce 2016’da Halep’i Esad’a aktif askeri destek vererek bu örgütlerden temizleyen Rusya, aynısını İdlib için henüz öngörmemektedir. Çünkü Suriye ordusu ve Rusya ağırlığını Suriye’nin doğusundaki stratejik Deyrezzor’a yöneltmiştir ve buraya doğru DAİŞ’le savaşarak ilerlerken aynı anda İdlib cephesinde savaşacak güçleri yoktur. İdlib’de yer alan Ahrar-üş Şam gibi taşeron örgütler de çuvallamıştır. Türkiye’nin İdlib ihalesine girmesi böylece gündeme gelmiştir.
Afrin kapısı ise Türkiye için ancak İdlib’de Esad ve Rusya’nın istediklerini yapabildiği ölçüde açılacaktır. Ancak bu kapının tamamen açılacağını düşünmek pek de olası değil. Olası senaryo Türkiye ve ÖSO güçlerinin Mınig Askeri Üssü ve Tel Rıfat’ı almasına Rusya’nın göz yummasıdır. Bu iki bölge Afrin’in merkezi değildir. Daha ziyade Afrin’in Mınbiç’e uzanan kısmının kesilmesi anlamına gelir. Afrin’in tamamen Türkiye’ye verilmesi Rusya açısından Kürtlerle ilişkisini tamamen bitirmek anlamına gelir. Oysa Rusya Ocak ayındaki Astana görüşmelerinden sonra muhalif bazı örgütlerle görüşme yapmış ve bu görüşmede PYD de yer almıştı. Hatta Rusya, Suriye anayasası için Kürtleri memnun edecek şekilde federasyonu da önermişti. Ruslar son Astana görüşmelerine de PYD’yi çağırmak istediklerini Türkiye’ye resmen iletmiş bulunuyorlar. Diğer yandan PYD’nin ABD ile yürüttüğü askeri ve siyasi ittifak Suriye ordusunun Deyrezzor’a yürüyüşünü tehdit ediyor. Rakka sınırlarında bu tehdit sıcak çatışmaya da dönüştü. Bu gelgitli süreçler içinde Ruslar, Kürtlere siyasi meşruiyet ve federasyonu havuç, Afrin’i ve Türkiye/ÖSO’yu ise sopa olarak sunuyor.
Yani inisiyatif ne İdlib’de ne de Afrin’de Türkiye’nin elindedir. Oyunu kuran Rusya’dır. Savaş alanı ise Suriye’nin tamamıdır. Türkiye Rusya’nın icazetiyle hareket etmektedir. ABD’yle yaşanan gerilimin kaynağı da AKP iktidarının sözüm ona milli politikaları değil Rusya’nın hamleleridir. Bu anlamda NATO ordusu TSK’nın İdlib’de olmasına ABD’nin asla itirazı olmaz. Ancak Rusya Afrin kartını oynarsa PYD güçlerini Rakka ve devamındaki ABD güdümlü operasyonlarda kullanmak güçleşecektir. Çünkü PYD, Afrin’e ya da Rojava’nın başka bir bölgesine askeri saldırı olursa Rakka’dan çekilebileceklerini, en azından buraya güç kaydıracaklarını söylemektedir. ABD’nin ne Afrin’i ne Kürtlerin canını önemsediği yoktur, dertleri Suriye’nin kuzeyi ve doğusunu sömürgeleştirme planlarının geçici olarak sekteye uğramasıdır. ABD açısından bu sıkıntı geçicidir çünkü ABD Kürtlerin kendilerinden tamamen kopmasını fiilen engelleyecek şekilde bölgeye yerleşmiş bulunmaktadır. Hatta bu durum orta vadede Kürtleri daha da fazla ABD’nin yanına itecektir. Ancak yine de ilk aşamada ciddi bir gerilim oluşacağı aşikârdır.
Suriye ve Kürt politikası askere havale edilmiş durumda
Bu tablo içerisinde Türkiye’nin gerek İdlib’e gerekse de Afrin’e askeri müdahalesi yanlıştır. İdlib için planlanan, ipleri Suudilerin değil de Türkiye ve Katar’ın elinde olan mezhepçi, tekfirci katil çetelerin hakimiyetini sağlamak adına TSK’nın kullanılmasıdır. Afrin’de ise mesele ne güvenlik ne de terördür. Meselenin içinde gözlerden saklanan ciddi bir boyut vardır, o da Erdoğan ve AKP iktidarı ile TSK arasındaki ilişkilerdir. TSK içinde Erdoğan ve AKP’ye karşı sesleri sadece 15 Temmuz’dan beri değil 7 Haziran seçimlerinden beri yatıştıran en önemli faktör Kürt siyasetinin TSK’ya havale edilmiş olmasıdır. 15 Temmuz’dan sonra Fırat Kalkanı, 16 Nisan’dan ve tartışmalı YAŞ süreçlerinin ardından da Afrin ve İdlib, TSK’nın dikkatini Ankara’dan sınır dışına yöneltmenin metodudur. Erdoğan, Cizre, Sur, Nusaybin’den Fırat Kalkanı’na, Musul meselesinden bugün Afrin’e kadar TSK’nın çizgisini uygulamasaydı -ordunun önemli bir kesiminin, siyasi iktidarın bir dizi girişimini sineye çekmesi hiç de kolay olmazdı.
Bu noktada CHP, Akşener’ciler ve Gül’cüler’den müteşekkil Amerikan muhalefetinin de yine ordunun sempatisini kazanmak için bu konularda benzer duyarlılıklar gösterdiğini de bir kenara not etmeliyiz. CHP’nin itina ile HDP’den uzak durmasının seçmenin değil askerin duyarlılıklarıyla ilgili olduğunu görmek zor değil. Nihayet TÜSİAD toplantılarında tekrarlanan ikiyüzlü demokrasi nutuklarının arkasında, Irak ve Suriye’deki Kürt bölgelerinden sömürgeci beklentileri olan bir finans kapital gerçeği vardır. Onların da derdi Kürtlerin haklarının çiğnenmesi, insanların ölmesi falan değil, ceplerini yeterince dolduramamaktır. Ne de olsa akan kan hiçbir zaman onların ve çocuklarının değildir. Erdoğan’ın ve AKP’nin yanlış dış politikasına anti-emperyalist bir siyasetle değil emperyalizme ve yerli finans kapitale yanaşan bir siyasetle karşı çıkanların sefaleti işte buradadır.
Emperyalizmin panzehiri halkların kardeşliği
Görüldüğü gibi ortada Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla emekçi halkların çıkar ve güvenliğine dair öncelikler yoktur. Halbuki doğru bir politikanın temelinde bunlar olmalıdır. Bu anlamda Türkiye’nin Suriye ile resmi görüşmelere başlaması doğru olacaktır. İran’la yakınlaşmak ve emperyalist tehdide karşı dayanışma içinde olmak da hedeflenmelidir. Ancak bu yakınlaşmanın harcını Kürt düşmanlığı ile karmak, deniz kumuyla apartman yapmaya benzer. En ufak bir sarsıntıda yıkılır ve kazanan yine emperyalizm olur. Suriye ve İran’la işbirliği, Kürt düşmanı değil emperyalizm karşıtı bir zemine oturmalıdır. Diğer yandan Rusya bölgede ABD emperyalizmi gibi saldırgan ve istilacı bir pozisyonda görülemez. Ne var ki Rusya da tutarlı bir anti-emperyalist müttefik olamaz. İdlib’de Türk-Rus garantörlüğündeki çatışmasızlık bölgesinin diğer ucunda Kuneytra’da İsrail sınırını güvence altına alan bir Amerikan-Rus anlaşması olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında bu kritik günlerde İran ve Rus Genelkurmay Başkanları’nın yaptığı Türkiye ziyaretlerinin hayırlara vesile olduğunu söylemek güçtür.
Kılıç kalkan oyunu değil anti-emperyalist politika gerek
Türk, Arap, Kürt ve İran halklarının kardeşliğini temel almak gerekir. Böylece Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanıyarak, Kürt halkını emperyalizmin hegemonyasından kurtarmak, yani hem ABD emperyalizminin hem de İsrail Siyonizminin altındaki halıyı çekmek mümkün olabilir. Aksi takdirde Türkiye İdlib’te, Afrin’de kan dökerken ve güya “terör” koridoruna kılıç soktuğunu zannedip, aslında kılıç kalkan oynamaktan, NATO koridorunun eklentisi olmaktan başka bir şey yapmazken, yaratacağı Kürt düşmanı atmosfer tüm Rojava’nın bir Amerikan üssüne dönüşmesini hızlandıracaktır. Türkiye bu askeri operasyonlarda güç kazanmayacak, tam tersine batağa batacaktır. Dolayısıyla da ne kadar ABD’yle karşı karşıya gelirse gelsin, istese bile, NATO’dan çıkmaya, İncirlik’i kapatmaya mecali kalmayacaktır. İktidar bir dizi felaketler silsilesinin ardından yıkılır gider ve yerine bugün inşa edilen Amerikan muhalefeti iktidar olursa kazanan emperyalizm olacaktır. Yok, mevcut iktidar felaketler silsilesini istibdadı koyulaştırarak göğüslemek isterse de bu sefer zayıflığını ABD’ye yaslanarak gidermeye çalışacaktır. Daha önce defalarca gördüğümüz u dönüşlerinden bir yenisini daha göreceğiz ve Türkiye daha güçlü şekilde hali hazırda topraklarında üsleri, Genelkurmayında askerleri, her köşesinde şirketleri olan ABD’nin himayesine sokulacak.